YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

31 Aralık, 2024

TAHİR(!) YILLAR



TAHİR(!)  YILLAR

Bir yıl, bir yıl daha...

Bizler mütevazı insanlarız. Fakirin tavuğu tek tek yumurtlarmış o misal işte, yılda bir, birer birer...  az olsun temiz olsun...

Aslında yıl mıl da yok, biz uydurmuşuz; neymiş efendim, dünya kendi etrafındaki dönüşünü tamamlayınca  bir yıl oluyormuş...

Ya bizler? Kendi etrafımızda günde kaç kez dönüyoruz haberiniz var mı?

Bir de fırıldaklar var tabii... onlar kendi etraflarında değil de ikbal, menfaat yalakalığı yapıp çıkarlarının ve onlara aracı olacak olanların etrafında dönenler... 

Bildiniz mi? Kafanızı kaldırın, etrafınızda o kadar çok var ki!

İnsanı merkeze koyup dönenler de var; sevginin, saygının, hoşgörünün, barışın ışığında dönenler var... Onların yolu, yolumdur.

Yeni yıl; tüm insanların sevginin, barış ışığında yürüdükleri, döndükleri yıl olsun.  İnsanın insanı sömürmediği, çocukların ağlamadığı, anaların güldüğü. ..

Ekmek hakkının adilce bölüşüldüğü yıl olsun... 

Sınırların kanla değil gülle çizildiği bir dünya olsun.  

Büyük küçük, görünen görünmeyen, canlı cansız tüm varlıklar mutlu olsun. Kalbimdeki sevgileri tüm canlarla paylaşıyorum, herkes, her şey mutlu olsun.

Musmutlu yıllar... Ve tabii ki "tahir" yıllar!

TAHİR SAKMAN

24 Aralık, 2024

HER SENE MUTLAKA


HER SENE MUTLAKA
 
Ben bunu hep yaparım…
 
Yılda bir kere mutlaka alırım; hani “alışmış kudurmuştan beter olur” misali, mutlaka her sene alırım!
 
İnanın dostlar, şartlar ne olursa olsun asla vazgeçmem hatta denilebilir ki benim hayatımın anlamı gibi bir şey oldu bu. “İki elim kanda olsa” derler ya, onun gibi bir şey, hiç sekmez… Hava şartları ne olursa olsun, ekonomik, siyasi vs. hiçbir şey beni bundan alıkoyamaz, mutlaka her yıl…
 
Yağmur çok yağmış, kuraklık olmuş, kar yağmış… hiç sorun olmaz, hiç aksatmam; bunca yıl hiç sekmedi, mutlaka alırım. Kendimi bildim bileli, bende alışkanlık mı diyeyim yoksa müptelası mı oldum… Her ne olduysa oldum ama her yıl mutlaka alırım, vallahi de alırım, billahi de… Beni uzaktan da olsa tanıyan hatta hiç tanımayan bile bilir bunu… Yılda bir kez alırım!
 
Orta Doğu’da savaş olsun olmasın, dünya yansa, ay tutulsa yine de vazgeçmem… nasıl bir şeyse bu; tutku desem değil, sevda desem hiç değil, yaşam gibi bir şey oldu benim için… İster kızın ister hoşgörün, ben bunu yılda bir kere alırım…
 
Bu da benim zaafım, yumuşak karnım, görmezden gelin ya da görün ne yapayım, istesem de istemesem de bile diyemem; isteyerek, güle oynaya, severek, mutlulukla alırım. Korkunç bir haz alırım. Aldığımdan ölmem ama bir gün alamazsam eminim mutlaka ölürüm, işte asıl siz o zaman korkun…
 
Yaşadığımın ispatıdır, bir yerlere çentik attığımın resmi vesikası gibidir… bunca yılın hatırı var; almışım alacağım kadar bu yıl da almayayım demem, yine alırım…
 
Kaç yıldır aldığımı unuttum, o kadar çok oldu ki artık saymaya üşeniyorum, milattan önce miydi ne, başlayalı?
 
Ben her yıl 24 Aralık'ta… mutlaka bir yaş alırım, her ne kadar bu yaş işleri yaş olsa da…
 
Her sene mutlaka…
 
TAHİR SAKMAN
 
 


 

21 Aralık, 2024

KİM YIKARSA YIKASIN

 

KİM YIKARSA YIKASIN
 
Bir süredir ilan panolarında görüyoruz: Ölünce beni kim yıkayacak?
 
Ya hu öldünüz de iş yıkamaya mı kaldı? Her nasılsa bir şekilde bir yıkayan bulunur… Asıl işiniz; insanı hayattayken insanca yaşatmak olmalı… Öldükten sonra beni kim yıkayacak, pöh…
 
“Ben varsam ölüm yoktur, ben yoksam ölüm de yoktur” diyor Epikuros Usta…
 
Haydi büyükleri anladık da gençleri, küçükleri korkutmanın, onların psikolojisini bozmanın ne âlemi var ki? Neye hizmet ediyorsunuz?
 
Bu dünya boş, bu dünya yalan… tüm hesaplarımızı öte taraf üzerine yapmaya kalkarsak; ortada ne bilimsel düşünce kalır ne çalışmak… İnsanın tüm geleceğini “ölünce beni kim yıkayacak” üzerine kurarsanız köle olmaya baştan mahkûmsunuz demektir.
 
Bu yüzden değil midir, mini mini bir devletin, kocaman kocaman anlı şanlı petrollü devletlere kafa tutması?
 
İnsanı nasıl yaşatırız, nasıl refah seviyesini yükseltiriz, adil paylaşımı nasıl gerçekleştirebiliriz bunu düşünmeliyiz. Çöplükten ekmek toplayan insanı belki de susturmanın bir yoludur; ölünce beni kim yıkayacak!
 
Yaşarken, bu adam ne yiyip içiyor diye düşünmediğiniz insanın, ölünce kimin yıkayacağını düşünmek!
 
Dünyası mamur olmayan bir insanın ahireti nasıl mamur olur ki? Şu kısa hayatında bile gün yüzü görmemiş bir insanın, sonsuz ebedi âlemdeki halini düşünemiyorum…
 
Boş verin bunları; ölünce sizi birileri yıkar ortada kalmazsınız, siz asıl yaşamaya ve yaşatmaya bakın…
 
TAHİR SAKMAN
 

20 Aralık, 2024

KONYA SOKAKLARI RENGÂRENK

 


KONYA SOKAKLARI RENGÂRENK
 
Mevlâna anma törenleri nedeniyle geçtiğimiz hafta şehrimiz eskisi kadar olmasa da yerli ve yabancı turistlerin akınına uğradı.
 
Farklı coğrafyalardan ve özellikle İran’dan gelen Mevlâna âşıkları, rengârenk giysileri ve davranışlarıyla aslında bize hiç de yabancı olmayan ama nedense sürekli eleştirdiğimiz davranışlarıyla renk kattılar.
 
Mistik dünyalarını şehrimizin sokaklarında sergileyen bu insanlara olan yaklaşımımız çoğu kez eleştirel oldu. Oysa Hz. Pir’in yaşadığı dönemde Anadolu’daki dervişlere bakarsak çok da farklı olmadıklarını hatta Hz. Pir’in cezbeye geldiği anda zamana ve mekâna aldırmaksızın sema yaptığını anlatır Mevlevî kaynakları…
 
Durum böyleyken bu insanların davranışlarını hafife almayı doğru bulmuyorum.
 
Mistik düşüncelere kendini adayan bu insanların, Hz. Pir’in asırlar öncesinden çağrısına yanıt olarak şehrimize gelmelerinden daha onur verici ne olabilir ki?
 
Uzun yıllarını mistik bir dünyanın içinde geçirmiş biri olarak gerek Uzak Doğu ve gerekse İslam tarikatlarının / yollarının aslında özünde çok da farklı olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Tasavvuf insanın özüne hitap eder ve eşyanın hakikatine, varlığın birliğine ulaştırmaktır amacı. Amaç da değildir aslında; çünkü, amaç da insanı yoldan alıkoyar…


Amerikalı, Reiju Masterim Don Becket ile birlikte...


 
Reiju eğitimi ve masterliğimi aldığım Amerikalı masterim / üstadım vardı; Don Becket… Konya’yı derken aslında Mevlâna’yı merak ettiğini söyleyince şehrimize davet etmiştim. Tesadüfe bakın ki o gün Amerikalı Mevlevî şeyhi Kabir Helminski’de şehrimizdeydi. Onları sevgili dostum Mevlevî ve rehber Üzeyir Özyurt’un Mevlâna Alanı’ndaki evinde tanıştırdım. Sonra yatsı namazı için kalkıldı… Masterim de bize katılmak istediğini işaret edince bana bakarak birlikte abdest aldık ve sonra namaza durduk…


Soldan sağa; Reiju Master Don Becket, Mevlevî Dedesi Nadir Karnıbüyük, Tahir Sakman, Mevlevî Şeyhi Amerikalı Kabir Helminski ve muhterem eşi... 


 
Dinler / inançlar bir aracıdır; nihai sonuç değildir.
 
İnsanlar neye inanırsa inansın veya isterse inanmasın bizim sorunumuz olmamalıdır. Asıl sorun inandığı düşünceleri size zorla empoze etmeye kalkmasıdır.
 
İçlerinde geçirdiğim uzun yıllar, Uzak Doğu disiplinleri dahil öğrendiğim tek şey hoşgörü ve sevgidir… Bu da Hz. Pir’in düşünce dünyasının temel taşıdır.
 
Sokaklarımızda rengârenk giysi ve davranışlarıyla şehrimize canlılık getiren bu insanların aslında bize hatırlattığı en önemli şey sevgiden başka bir şey değildir…
 
Ki bu da Hz. Pir’in bize, tüm insanlığa emanetinden başka bir şey değildir…
 
TAHİR SAKMAN
 
 

12 Aralık, 2024

DÜNYA NE Kİ KONYA GİDER (SEYİT ABİ)

DÜNYA NE Kİ KONYA GİDER (SEYİT ABİ)


/ne zaman unutsam adını

ölüm gelir vurur tokadını/


demişim Seyit abiyi sonsuza uğurlarken…


Sonra eklemişim:


/bir dost gider dünya gider

dünya ne ki  konya gider/


Bir şehri koşulsuz sevmenin… aslında koşulsuz sevilen ne bir şehirdir ne bir mekân; o ulaşılamayan esrik bir sevgili gibi hasretiyle yanmanın marifetinde dökülen gözyaşıdır…


O hayalden öteye düşen bir sevgilidir; gözleri Samanyolu’dur, elleri ay ışığı…


Kimsecikler göremedi aslında; o, içinde yanan bir ütopyanın gönüllü kurbanı oldu…


Aranılan hangi Konya’ydı dersiniz?


Moğol vurgunu yemiş bir şehirden arta kalanlar… Sanat, edebiyat, kültür, folklor; illaki folklor, halkın… Konyalının bağrına ateş döken kelimelerden oluşan türküler…


"Emmiler emmiler Türkmen emmiler

Uzun entarili salma yenliler"


Kimdi bu emmiler, kimdi bu uzun entarili salma yenliler?


Tıpkı türküdeki gibi bir ütopyaydı bizim sevdamız; tıpkı Seyit abinin sevdası gibi baştan sona hayale dönen, gerçeğin hayale döndüğü, hayalin gerçeği yendiği bir ütopya bu…


Bu Konya hangi Konya?


Ne sizin gerçeğiniz ne bizim düşlerimiz… hepsi bir yalanın peşinde koşan vahşi taylar gibi… ne gözleriniz görebildi ne biz anlatabildik; bu Konya, Selçuklu’nun, Türkmenlerin yasıyla büyüyen, gecelerini oturakların çırıl çırıl türkülerinde harman edip savurmasıyla teselli aradığı şehir…


O şehir… “O şehir” demiştim naçizane:


/o şehir ki konya’dır

umutlarımın kurdudur

yurtsuzluğumun yurdudur/


Dokunmasınlar istedik sadece… düşlerimize, ütopyalarımıza dokunmasınlar istemiştik…


Selçuklu kültürünü aradık… Gevale Kal’ası düşerken… düşen Türkmen başlarıydı hey Konyalı! Yasını bile tutamadığımız… Oğuzlardı, bildiniz mi?


Boynumuzda Fatih’in fermanı… 


Sonrası bir suskunluktu… yüzyıllar sustu sonra bin yıllara mı geldi sıra?


"Kaleden kaleye urgan gererler

Atları çayırda yayan gezerler"


Yayan yapıldak yollara düştük… adım adım, santim santim aradığımız Selçuklu asırlarından bir esintiydi… 


Oysa biz çoktan gömülmüştük:


/kartal kanatlarımı 

gömsem de sokaklarına

yine de sana yenilmemişimdir/


Yenilmedik Seyit abi… Yenilsek de yenilmedik; sen, sırlı dağların efsunuyla büyüttüğün çiçeklerin kokularını bir tütsü gibi kokladıkça ve sundukça hayata hep yeniden… bize eskimek yakışmaz Seyit abi!


Türkmen emmilerin avazesi dolduruyor kulaklarımı ve ben sensiz, Gevale’de düşen Oğuz başlarının yasını tutarken, Miryokefalon’da sevinç yumağına dönüyor; içim cihana sığmıyor lakin Konya’ya sığıyor, çok garip:


/bir dost gider dünya gider

dünya ne ki  konya gider/


Dünyadan geçmişiz belki ama Konya’dan asla, asla Seyit abi asla, o emmilerin atları çayırlarda… Orta Asya steplerinden kopup gelen rüzgârlar bir gün yine esecek!


/dünya ne ki konya gider/


Sen gidersin Seyit abi, Konya gider…


TAHİR SAKMAN

 

06 Aralık, 2024

BU SEVDAYI AKLINIZ ALMAZ


 

BU SEVDAYI AKLINIZ ALMAZ
 
Yeri geldi kavga ettik; kavga ettiğimizin aslında kendimiz olduğunu bilmeden…
 
İçimizde kopan fırtınaları şehre bağladık ve şehir insanının gittikçe kozmopolit bir hale gelen yaşantısına bakıp… oysa şehrin ne günahı var ki?
 
Günahkâr olan, şehre yüklediğimiz anlamlardı; günahlarımızın cürmümüzü bile aşmasına bakmadan!




 
En güzel kavgamızı yine bu şehre verdik; yaşam adına, özlemlerimiz adına ve geçmişin değil aslında dünden bakıp geleceğin kavgasını verdik… En güzel şiirlerimizi bu şehrin hayallerimizdeki karşılığına söyledik; belki bir gün anlık bile olsa sevmekten vazgeçme düşüncesine kapılma korkusuyla…




 
Selçuklu’nun kadim zamanlarına adadık umutlarımızı… Moğol yangınları şehre yas düşürürken Sultan Alâaddin’in imdadını duyduk Kösedağ’dan… Sultanül Ulema şehrin ufuklarında belirdiğinde, Hz. Mollayı Rum’un nefesini tuttuk; avuçlarımızda ateş tutar gibi…




 
Yüreklerimiz ne zaman yangın ertesine dönse; taşına, toprağına sinen isimsiz dervişlerin sema sema tapşırmalarına susadık; kalbimiz, şehrin kalbine gömülürken…
 
Konya’nın antik çağlarından kopup gelen ikonaların izini sürerken bir baktık ki medusa her yerimizi istila… Bir Konyalı ah ederse, çavgın sazlar dile gelmez mi?
 
Şu Konya’dır asıl benim vatanım
Gel Konyalı iki kadeh atalım
 
Şehrin ruhu, ruhumuza yön verirken… bir ütopya da olsa Selçukyalı olmanın gururu:


Emmiler emmiler Türkmen emmiler
Uzun entarili salma yenliler
 
Başka yerde yaşamak değil bu; Konya’nın özüne, sözüne, sazına dökülüp gelen bir aşkın tezahürü… Ne o bizsiz ne biz onsuz… Bizsiz belki olur ama… şehri kim yazar, kim söyler destanını… Mahbub Efendi:
 
Ser encamı dillim eylesem tahrir
Nüsha-i kübraya derkenar olmaz
Ahvalimi bir bir eylesem takrir
Yazan katiplerde iktidar olmaz




 
Sonrası laf-ü güzaftır… Kavgamız ne kadar yamansa o kadar sevmişizdir biz bu şehri… bilek güreşi tutar gibi yürek güreşi tutmuşuz asırlar öncesinden:
 
Kara biber aş olmaz
Bundan ince kaş olmaz
Bundan ince kaş olsa
Konyalılar baş olmaz
 
Biz “baş” olmadık… bastığınız toprağın zerresinde gizlenmekti muradımız:
 
Peşkir aldım direkten
Bir ah çektim yürekten
Ben bu dertten iy’olmam
Hekim gelse Frenk’ten
 
Bu sevdayı yüreğinde taşıyan bilir; tozlu sokaklarını arşınlarken, kaldırımların jilet yüzünde yatan bilir; ayazını ömrüne katan bilir… Ah, Şem’i Baba ah:
 
Bülbülden bir nida… güllerimizi solduramayacaklar; bu şehrin sevdası bir kuru lafa sığmaz, sizin aklınız da almaz… Nasıl ki Şems’i, Mevlâna’yı almadığı gibi…
 
Ama… “yüreğiniz almaz” demedim… henüz!
 
TAHİR SAKMAN
 
 

05 Aralık, 2024

BİZİM KONYA VEYAHUT GEÇMİŞE SAYGI


 

BİZİM KONYA VEYAHUT GEÇMİŞE SAYGI
 
Modern hayat beraberinde birçok sorunu da getiriyor özellikle şehirleşmenin yoğun olduğu illerde…
 
Trafik kargaşası, hayat pahalılığı, ulaşım vs. … Bunların hepsini yaşayarak zaten görüyoruz. Sorunun çözümü aslında çok da zor değil; özellikle ulaşımda ama bunun planlamasını önceden yapıp tedbir alırsanız ve kaynaklarınızı doğru kullanırsanız…
 
Geçmişe dayalı bir yaşam kurmak isteseniz de zaten mümkün değil ama geçmişi size hatırlatacak tarihi eserlerin, ecdat yadigârlarının, yoğun şehirleşme nedeniyle de tahrip edilmesine de razı olmamalıyız.
 
Yani trafiği rahatlatacak diye… Yıllar önceydi; Avrupa’nın en büyük döner kavşağı diye lanse edilip Alâaddin Tepesi’ni döner kavşak olarak kullanmaya başlamıştık. O zamanlar bu kadar ağır bir trafik yükü elbette yoktu. Tramvayın döneceği bir yer bulamayınca… Farkında mısınız, koskoca Konya Ovası’na sığamadık!
 
Her yıl gittikçe artan ağır trafik yükünün yanına tramvayı da ekleyince…. Alâaddin zarar görmeye başladı, Alâaddin Camisi’nin portalındaki çökmeler vs. … Buna yeşil çimlerin sulanmasını da eklerseniz… Zaman zaman caminin restorasyona alınmasıyla şimdilik kurtarıyoruz ama nereye kadar? Tarihi tepenin etrafındaki eserlerin durumu da çok farklı değil; Karatay Medresesi, İnci Minare hepsi tehdit altında…




 
Tarihi eserlerin böylesine yoğun olarak bulunduğu bir bölgenin etrafından değil tramvay ve ağır trafik yükünün geçirilmesi, bisiklet trafiğine bile izin vermenin ecdat yadigârlarını gözden çıkarmakla eş anlamlı olduğunu düşünüyorum.
 
Tabii ki bu yetmezdi… Tramvay, Mevlâna Caddesi’nin ortasından geçirildi ve Selçuklu asırlarının şahidi, Hz. Pir’in ders verdiği İplikçi Camisi de bu ağır trafik yükünden nasibini almaya başladı.


Daha önce de birkaç kez dile getirmiştim… İplikçi Camisi’nin duvarındaki çatlakların büyüdüğünü bir ben mi görüyorum acaba?




 
Ne kadar yenilemeye tabi tutsanız… O tramvay, o ağır trafik yükü oradan geçtiği sürece tarihi eserlerin geleceğini görmek zor değil…
 
Elbette Konya gelişsin, elbette toplu taşıma araçları yaygınlaşsın… Tramvay geçirecekseniz, tarihi dokuya zarar vermeden yeni yollar açmalısınız, projeler geliştirmelisiniz. Şimdilik Mevlâna Türbesi’ne ve Selimiye Camisi’ne bir zarar vermiyor gibi görünebilir tramvay ama ya gelecekte? Onarılamaz hasarlar açıldıktan sonra mı tedbir alacağız?
 
Konya’yı seviyorsanız… gerçekten seviyorsanız, şehrin geleceğine yatırım yaparken geçmişine de saygı duymak zorundasınız…
 
Geçmişi olmayan, Selçuklu asırlarından iz taşımayan bir Konya, bizim Konya’mız değildir…
 
TAHİR SAKMAN
 

03 Aralık, 2024

goKonya… SONUÇ SIFIR OTUR YERİNE


 

goKonya… SONUÇ SIFIR OTUR YERİNE
 
Konya Büyükşehir Belediyesi tarafından bir kampanya yürütülüyor. Kampanyada kullanılan özdeyiş (hani motto diyorsunuz ya; motto değil özdeyiş…) kültürel bir eleştiriye de zemin hazırlamasına neden oluyor…
 
Uzunca bir zamandır gerek internet ortamında gerekse şehirdeki ilan panolarında hatta otobüs ve tramvayların dış yüzeylerini kaplayan ilanlar görüyoruz: goKonya…
 
Go, İngilizcede gitmek anlamında… Yani Konya’ya gidin veya gidiyorum anlamında kullanılıyor sanırım bu özdeyiş, goKonya…
 
Ah, bu yabancı dil merakımız… Kendi lisanını umursamayıp başka lisanlarda özdeyiş arayan dünyadaki tek milletiz sanırım…
 
Türkçe gibi eşsiz bir dile sahipken yapıyoruz hem de bunu!
 
Yurt dışında yayımlayacaksanız elbette goKonya uygun ama ya yurt içinde? Konya’da, Türkiye’de İngilizce özdeyişle tanıtım yapmak da neyin nesi? Neyin reklamını yaptığınızın farkında mısınız?
 
GoKonya yerine gelKonya deseniz daha iyi olmaz mı? Hz. Pir’in çağrısına da uygun olur. Veyahut gezKonya, görKonya da diyebilirsiniz? Daha başka özdeyişler elbette üretilebilir; goKonya’yı da yurt dışında kullanabilirsiniz…
 
Türkçemize sahip çıkmak her Türk vatandaşının görevidir, kamu kurumlarından da bunu bekliyoruz… Selçuklu asırlarına başkentlik etmiş olan kadim şehrimizin belediyesinden daha duyarlı olmasını bekliyoruz.
 
Tabii sadece bu da değil; hatırlarsanız Kız Muallim Mektebi restore edildikten sonra “Taş Bina” ismiyle kullanıma açılmasını da daha önce defalarca yazmıştık (benden başka konuya duyarlı vatandaşlarımız da yazdı) hatta Kız Öğretmen Okulu mezunları, Başkanla da görüştü ama sonuç? Sonuç sıfır, otur yerine!
 
Selçuklu ecdadımızın bir eseri olan Hoca Hasan Camisi’nin restorasyon sonrası minaresindeki değişikliği de yazmıştık, şehir kültürüne duyarlı arkadaşlarımızla birlikte… Sonuç sıfır, otur yerine!
 
Keza önceleri halkın yaz akşamlarında nefes aldığı Konya Fuar’ı kapatıldıktan sonra Kültür Park ismiyle faaliyetini sürdüren ve günümüzde daha çok Suriyeli sığınmacıların buluşma noktası olan mevcut alanın asıl ismi olan “Dede Bahçesi” olması yönünde de daha önceleri yazmıştık…
 
Tarihi bir bahçe olan Dede Bahçesi sadece parkın içindeki kafeteryanın hizmet alanı olarak değil de tüm parkı kapsamasını ve park isminin “Dede Bahçesi” olarak aslına rücu edilmesini bekliyoruz ama… Sonuç sıfır, otur yerine!
 
İplikçi Camii’nin duvarındaki çatlak her geçen gün daha da büyüyor, haberiniz var mı? Daha önce de yazmıştık; sonuç sıfır, otur yerine!

Siz oturabilirsiniz ama ben oturmayacağım; hep ayakta ve sıfır almaya devam edeceğim...
 
En azından goKonya ile ilgili sonucun sıfır olmamasını diliyorum…
 
TAHİR SAKMAN
 
 

29 Kasım, 2024

GELECEĞE TÜRKÜ SÖYLEMEK

Mazhar Sakman türkü söylerken... (Fotoğraf: Süleyman Şenel)


GELECEĞE TÜRKÜ SÖYLEMEK
 
Şehirde kaç tane üniversite var ve bu üniversitelerde bildiğim kadarıyla iki tane konservatuvar var. Edebiyat Fakülteleri var… Müzik Öğretmenliği veya müzik eğitimi veren kaç tane branş var…
 
Konya türküleri denildiği zaman akla gelen ilk isimlerin başında yer alır Mazhar Sakman… O aslında halk sanatçısını olmanın çok da ötesine geçmiş bir değerdir; çünkü sadece folklorcu değildir, aynı zamanda Türk sanat müziğine dahası Batı müziğine bando kuracak ve yönetecek kadar hakim bir sanatçıdır. Müziğin tüm branşlarında çalışmış bir halk sanatçısı ve türkü taşıyıcısıdır. Hem alaylı hem mekteplidir...
 
Ömrü boyunca vazgeçmediği 12 tellisiyle çalıp söylerken, bu şehrin semalarına sesini, soluğunu bırakmış çok yönlü önemli bir sanatçımızdır.
 
Mazhar Sakman’ın ölümünden 30 yıl sonra… "Nihayet" mi deseydim, şaşırdım…
 
Çünkü bugüne kadar Mazhar Sakman hakkında üniversitelerimizin ilgili bölümlerinin aklına hiç gelmeyen, gelemeyen…


Türk Folkloruna yaptığı katkılar nedeniyle Mazhar Sakman’a 1992 yılında Selçuk Üniversitesi’nce verilen plaket töreninden bir görüntü... Soldan sağa; Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, dönemin Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Halil Cin, Sağlık ve Kültür Dairesi Başkanı Emin Pasin, Mazhar Sakman, Tahir Sakman.(Fotoğraf: Muhtar Bedir)

 
Sadece 1992 yılında dönemin Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Halil Cin tarafından, Saim Sakaoğlu tarafından önerilerek verilen bir plaket var… Bir de Selçuk Üniversitesi’ni ayağa kaldıran merhum Prof. Dr. Erol Güngör’ün önemli şahsi dostluğu…
 
Üniversitelerimizin ilgisi bu kadar…


Necmeddin Erbakan Üniversitesi, Türk Müziği Devlet Konservatuvarı Müdürü Sayın Prof. Dr. Mehmet Gönül’ün önerisiyle Yüksek Lisans Öğrencisi Büşra Küçükbardaslı’ya tez olarak Mazhar Sakman verilmiş…
 
Geçtiğimiz günlerde Büşra Hanım’a Mazhar Sakman’ı anlattım; bir yanım sevinç bir yanım hüzün doluydu.
 
Elbette çok sevindim ama hüzünlenmedim dersem yalan olur; çünkü merhum Sakman’ın ölümünden 30 yıl sonra… sadece bir tez olmamalıydı; defalarca tezler yazılmalıydı, üzerine konferanslar düzenlenmeli, doktora tezleri hazırlanmalı, yayımlar yapılmalıydı…
 
Ne diyebilirim ki Konya! Siz kendi değerlerinize ne kadar sahip çıkıyorsunuz ki? Kendi türkülerinizden bile haberiniz yok! Bazen söylemekten, çalıp çığırmaktan bile çekiniyorsunuz!
 
Gelecekte ne söyleyeceksiniz ne okuyacaksınız çok merak ediyorum…
 
TAHİR SAKMAN
 
 
 

 

28 Kasım, 2024

HASAN ALİ YÜCEL VE BABAM MAZHAR SAKMAN

 
HASAN ALİ YÜCEL VE BABAM MAZHAR SAKMAN

Ordudan istifa ettikten sonra Samsun Lâdik Akpınar Köy Enstitüsü’ne müzik öğretmeni olarak atanan merhum babam Mazhar Sakman, orada hayatlarında batı enstrümanı görmemiş öğrencilerden bando kurar. Dönemin Milli Eğitim Bakanı merhum Hasan Ali Yücel, teftişe geldiğinde, bandosuyla karşılar ve bir konser verir. Konser sonrası Hasan Ali Yücel, M. Sakman’ı yanına çağırarak: “Evlâdım, memleket neresi ?” diye sorar. Mazhar Sakman: “Konyalıyım”, deyince: “Şuna, musikinin membaı deyiver gitsin”, diyerek ne kadar beğendiğini anlatır.

Rahmetle ve minnetle anıyorum... Fotoğrafta Babam Mazhar Sakman'ın sağında oturan küçük çocuk merhum abim eczacı Raci Hakkı Sakman'dır.

TAHİR SAKMAN

21 Kasım, 2024

KIZIL YARENLİKLER

 

KIZIL YARENLİKLER
 
O yıllarda günümüzdeki gibi aleni küfürler edilmiyordu…
 
Hele kızlar; o yıllarda böyle ulu orta dümdüz gitmiyorlardı… Erkek şakalaşmalarından duyulurdu böyle şeyler ki o da oldukça dikkatli davranılırdı. Erkekler arasında bu kızıl yarenlikler oldukça popülerdi o yıllarda ama herkes akranıyla uçtuğundan özellikle gençler arasında gizli bir reçete gibiydi… Sanırım kızıl yarenliğin ne olduğunu söylememe gerek kalmamıştır.
 
Cinsellik tabuydu… ilk cinsel bilgiler arkadaş grubunun çok bilmiş büyüklerinden alınırdı. Yarısı atmasyon olan bu bilgilere hikâye demek belki daha uygun düşecektir. Ve tabii ki olaya daha bilimsel yaklaşan Haydar Dümen ve ona benzer yazılar yazan, sorular yanıtlayan ablalar da vardı gazete köşelerinde… Kapalı bir toplum yapısından henüz çıkmaya başlayan o yılların Konya’sında kadınlarla erkeklerin arasında ciddi bir mesafe olurdu. Mahallemizdeki kızların, komşu hanımların yüzlerini bile hatırlamazdık; çünkü bakmazdık, bakamazdık, utanırdık…
 
Tabii konuşurken de bazı kelimeleri şifrelemek ihtiyacı doğardı…
 
Mektep, keçi kesmek, kedi tırmaladı, tornaya kaptırmak, kulağında sabun kalmak, yaylaya çıkmak gibi ve daha pek çok kelimenin asıl anlamından ziyade ona yüklenen anlamlarla konuşmak, ilk duyulduğunda maksadı gizlemek ihtiyacından olmalıydı.
 
Cinsel içerikli fıkraların başını şehrin nüktedanlarından Tayyip Ağa’nın fıkraları alırdı. Hatta Tayyip Ağa’sız bir sohbet yapmak nadirdi ki mutlaka Tayyip Ağa’nın bir esprisi, konuşulan mevzuya adapte edilerek anlatılırdı. Nasreddin Hoca’nın ismi kullanılarak uydurulan fıkraların zaten haddi hesabı bile yoktu.
 
İkinci sırayı Alâaddin Tepesi alırdı, ne alakaysa? Gençler arasında mutlaka Alâaddin ile ilgili bir espri yapılırdı ki bugün bile hâlâ yapılmaktadır.
 
Üçüncü sırayı ise kanımca Taş Han alırdı… Genellikle yoksul insanların veya kırsal kesimden şehre çalışmaya gelen insanların (amelelerin) oldukça ucuza kaldığı o dönemlerin oteli olan bu han ile ilgili espriler ortalığı yıkar, geçerdi.
 
Şehrin muhafazakâr yapısını göz önüne alırsanız bunlar elbette şaşırtıcı gelecektir ama bu da şehrin bir başka yüzü olmalıdır. Sadece genç insanların değil yaşlı insanların bile bu kızıl yarenlikleri konuştuğunu söylerlerdi ki bu insanlara da güneşe karşı oturmalarından olsa gerek “güney müftüleri” ismi takılmıştır. Türbe Caddesi üzerine söylediğim şiirlerin üçüncüsünde şöyle demiştim:
 
/güneşe karşı otururlar
güney müftüleri
dinlesen ne yarenlikler/
 
Pek çoğumuz sütten çıkmış ak kaşık değiliz elbette ama… günümüze baktığımız zaman eskiden gizli saklı konuştuğumuz kızıl yarenliklerin, aleni olarak kızlı erkekli gruplarda konuşulmasına tanıklık etmek bizi şaşırttığı kadar rahatsız da ediyor doğrusu…
 
Temelinde ne olduğunu az çok kestirebiliyorum ama… bunu araştırmak da sosyologların işi olmalı diye düşünüyorum. Ben sadece ip uçlarını vermekle yetiniyorum.
 
TAHİR SAKMAN
 

 

 

20 Kasım, 2024

HAYAT BİR RESİMDİ UZAKLARA SAKLANAN


 

Hikâyatı Tahirat Üçlemesi III
 
HAYAT BİR RESİMDİ UZAKLARA SAKLANAN
 
Belki de hayat bir resimdi…
 
Yaşadığımızın tek kanıtı gibi durur karşımızda… yıllar yorulurken kendi merdivenine tırmanmak gibidir bu hayat… ve serüven serüven koşarsınız yalanlarınıza…
 
Batmış bakkal eski defterleri karıştırırmış ya… yok henüz batmadım ama eski defterleri karıştırmayı çok sever oldum nedense!
 
Elimde bir resim (aslında fotoğraf ama resim demek daha bir romantik geliyor bana şimdilerde; çünkü eskiden hep resim derdik, fotoğraf bu kadar yaygınlaşmamışken) solmaya başlayan yıllarımdan kalma…
 
Sarıyakuplu yıllarımdan; 15-16 yaşlarında olmalıyım, milattan önce gibi bir şey… ve o yılların Konyası… (Yılını dimem; şimdi dirsem yaşım ortaya çıkar, hem neme lazım asarı atika diye maazallah müzeye falan kapatırlar!)
 
Saçlarım o yıllara göre oldukça uzun aslında daha da uzundu ama o zamanki resimler kayıp, elimde sadece bu var… Erkin Koray’ın, Ersen’in, Dadaşların, Moğolların; Anadolu Rock ismini verdikleri şarkılarla ortalığı kasıp kavurduğu yıllar…
 
Sarıyakup Caddesi No:66… Su basmanına kadar taş sonrası kerpiç olan evimizde duvarlar ak toprakla cilalı… Ak toprak; saman ve çamurla karılmış ve bir duvarı bağdadiye olan odamın duvarlarındaki samanı kısmen gizliyor ve o duvarlarda Hey dergisinin posterleri… Hani; “oturduğu ahır sekisi, çağırdığı İstanbul türküsü” derler ya hatta onun birden fazlası… Tezatsa tezat, yaşantımız zaten baştan sona tezat!
 
Alice Cooper’ın, John Lemon’ın, Jim Hendrix'in, The Beatles’ın, Elvis Presley'in posterleri yanı sıra, Cem Karaca, Barış Manço gibi müzisyenlerimizin posterleri… Babam hiç karışmazdı ne odama ne kılık kıyafetime… Naylon gömlek… bildiğiniz naylon; kar gibi beyaz yıkardınız, çabuk kururdu ütü mütü istemezdi ama donardınız içinde…
 
Donar mıydık? Asla… üstüne giydiğim suni deri montumla ama illaki gömleğin üst taraftan üç düğmesi çözük olacak…. Zafer’in tozunu attırırdık; şehrin ayazını ciğerlerimize gizli bir iksir gibi çekerken, gecenin bir yarıları sokaklarda dolanırdık…
 
İşin en eğlenceli yanı, tabii bu bugünden bakınca öyle görünüyor, o zamanlar hiç de eğlenceli değildi… Sarıyakup’tan öğleye doğru veya öğlen uykudan kalkıp Tevkifiye Caddesi’ndeki dükkânımıza yollanırken…
 
Önce Eski Garajı… O zamanlar garaj, eski değildi, garaj dediysek; otobüs terminali… Ah o Amele Pazarı! Bugünkü Karatay Belediye binasını Kadınlar Pazarı istikametinde geçince… Oto aksesuarcıları vardı onları geçince yolun ortasında kavşak gibi bir petrol istasyonu ve yolun her iki tarafına kümelenmiş iş arayan, günlük nafakasının peşinde koşan gariban takımı…
 
Kiminin üstü başı perişan… şimdi düşünüyorum da bunlar o insanların iş kıyafeti; malum, baloya gitmiyorlar inşaat işlerine gidiyorlar. Bir araba yanaşmasın veya bir kişi meraklı gözlerle etrafına bakmasın hemen başına, yemek bulmuş kuşlar gibi dolarlardı…
 
Kiminin elinde bel, kürek, mala veya keser gibi aletlerle sanki marifet sahibi olduklarını göstermek istercesine nafakalarının peşinde olan insanlar… Bazıları köyden gelip çevredeki… en meşhuru Taş Han’dı, orada ucuza konaklarlarmış…
 
Bendeniz Amele Pazarı’nı teşrif edince başlardı cümbüş… Sanki gizli bir el o insanları örgütlemiş, seslerini akort etmiş gibi… koro halinde değildi tabii ama mutlaka birkaç kişi ağızlarını yayarak, sanki kelimelerden hınçlarını alıyormuş gibi, o gün yevmiye işi çıkmamış, işe gidememiş olmanın hıncını benden çıkaracakmış gibi:
 
“Anan gibi saç uzatacağına, baban gibi bıyık bırak!”
 
Eh serde gençlik var ya… birkaçını yanıtlamaya kalktım ama hangi birine yetişebilirdim ki hem sonra dayak yemek de var işin ucunda…
 
Artık bana kalan başımı öne eğip hızlı adımlarla oradan uzaklaşmak olurdu…
 
Hayat bir resim… Hayat bir resimdi; çok uzaklara saklanan…
 
Siz, hangi resmin arkasında saklanıyorsunuz kuzum?
 
TAHİR SAKMAN
 
 
 
 

18 Kasım, 2024

YARINLARA İADE


 

Hikâyatı Tahirat Üçlemesi II

 

YARINLARA İADE
 
yeraltında bir şehir yaşıyordu yarınsız
gölgesizdiler yalanları çok masum
ne istediklerini unuttular
masal masal büyüttüler başlarını
 
sonra bir gün çıkageldi bir taş
dünden mi atılmıştı bilemediler
çocuklarından kalan mirastı besbelli
sıkı sıkıya sarıldılar
 
taş büyüdükçe büyüdü
tartamadı yürekler
eskiden kalma bir çocuk
kucakladı günahlarınızı
 
haberiniz yoktu zaten
olsaydı hiç susar mıydınız
yıkılırken dünyalar
masallar masallar masallar
 
/dünden kalmıştı yarınlara iade ettiniz/
 
TAHİR SAKMAN

 

16 Kasım, 2024

HİKÂYE


 Hikâyatı Tahirat Üçlemesi I

HİKÂYE
 
hayat mı hikâye yoksa hikâye mi hayat
iç içe geçmiş binlerce resmin arasında kimsiniz
yarısı yırtık bir gözyaşı dolanırken sahipsiz
eski bir sokak kedisi tırmalıyor sesimizi
 
fırtınalar tırnak içinde kaypak yalnızlıklara muhtaç
kopmayan hangi kıyamete kadar sürer kopuk hayaller
film şeridi geçer kırmızı damlı evlerden kiremitler kopar
ağlamasın diyemem ağlasın saatler gecenin üçüne
 
içinize kim kaçtı siz sizdiniz çok çok eskiden
dans ederdiniz kendinize çırıl çırıldınız bayım
ya siz süslü hanımlar hangi yüzyıla kaçtınız
hangi romanda kaldınız mutlu çocuklar
 
haberiniz yoktu yazdılar hikâyenizi oysa yaşamıştınız
baştan sona uyduruk bir sokakta elinizde çelik çomak
kala kaldınız toprak damlı evlerde bıraktığınız ne varsa
hepsi yarım şimdi yarı yarıya yarım kalmış soluksuz bir hayat
 
ay'a tırmanırdınız eskiden güneş'ten geçerdi yolunuz
tek tasanız vardı gazozuna maç yaparken ütüldünüz
boncukları gökyüzüne dizerken unuttunuz mu
siz kayıp zamanlarda siz gerçekten sizdiniz
 
hem yazdık hem yaşadık bu bizim hikâyemizdir yalansız
boyalı yılların arkasında koşan hevesimizdi eski yarınlar
dünü yaşadık bitirdik yarını kim bilir ey hikâyedeki gölgem
birisi çıkar seni okur bıraktıysan geleceğe doğru bir iz
 
/iç içe geçmiş binlerce resmin arasında siz kimsiniz
sahi var mıydınız önceden mi gelmiştiniz/
 
TAHİR SAKMAN

14 Kasım, 2024

ZAMAN KAÇKINI


 

ZAMAN KAÇKINI
 
Tempus fugit… Zaman uçar veya zaman kaçkını…
 
Bazı saatler için söylenmiş sanki bu Latince deyim… Bazı saatler var zamanı uçuruyor bazıları da gerçekten zaman kaçkını…
 
Elimde tam bir zaman kaçkını saat var... 200 yıla yakın bir zaman diliminden geliyor; kim bilebilir ki hangi evlerin duvarlarındaki sırlara / zamanlara tik taklarıyla  ortak olduğunu… Elli yıla akın bir zaman diliminde de ailemizde olmalı; çünkü babam Mazhar Sakman'ın  Tevkifiye Caddesi’ndeki saatçi dükkânından kalma.




 
Aslında ben geçen yıla kadar fark etmemiştim; hurda denilebilecek saatlerin arasında kendini kaybedip zamandan kaçmış… Ne zaman ki evden taşındık, bu saatin varlığından haberim oldu. Tam bir zaman kaçkını kendisini bunca zaman iyi gizlemiş…




 
Kadranındaki lekeler belki de o acılardan kalma… ya mutluluk? Mutluluk nedense kolay unutulur ama acılar öyle mi ya? İnsan bir ömür taşır içindeki acıları… saatler de öyle midir acaba? Kadranına yansıyan, o hüzünlü günlerin ışığı mıdır? Tik takları ne söyler? Zamana tanıklık ederken süslediği evlerin duvarlarındaki sırları ifşa eder mi?
 
Ağırlıkları; acılı günlerden kalma… tüm acılar, o ağırlıkların içinde saklı… Saatin tik takları bunları anlatırken, ağırlıkları aşağı doğru iniyor ve tüm hüzünler birden boşalıyor sanki… Zarif, naif bir zil mutluluklara şarkı söylüyor ama gizli bir hüzün onu da kemiriyor olmalı ki onun da ağırlığı şarkı bitene kadar boşalıyor… Neler anlattığını erbabı merak olanlar bilir…
 
Nicedir bu saat bizde, babamdan kalma… ne zamandır el atmaya kalksam bir el sanki beni durduruyordu ta ki geçen haftaya kadar… çok enteresan bir saat, çarklarını, zincirini ve ağırlıklarını saymazsak tamamı ağaç… ağacın sonsuz ömrünü anlatsın diye mi acaba?
 
Günümüzde ormanı ağacı korumak için verilen mücadeleleri görünce saat başka bir anlam kazanıyor…
 
Saatin baskıları ağaçtan yapılmış, ahşap plakalara pirinç burçlar çakılmış ve onların içinde de metal çarklar yerleştirilmiş oldukça basit ve kullanışlı bir dizaynı var ayrıca saat başlarında ve buçuklarda saatin kaç olduğunu bildiren ve zile vuran bir tokmağı var. Ağırlıkla çalışan saatin kadranı oldukça süslü ve bu süslemeler Fransız malı olduğunu gösteriyor… Ancak el boyaması olan kadranın Edirnekâri olması da mümkün




 
Elimden geldiğince hasbelkader saatin bakımını yapıp çalıştırmaya muvaffak oldum. Sarkacı yoktu… Yıllar önce Konya Sanayisi’nde yaptığım bir duvar saatinin sarkacını buna adapte ettim… Ayar tutması güzel sadece ağırlığı taşıyan zincir çalışma tarafında vardı, onun da yarısını çıkarıp zil tarafına taktım. Zaman içinde zincir bulabilmeyi umuyorum, bu zaman kaçkını için…




 
Ben de az zaman kaçkını değilim hani, sıkıldıkça saatlerime kaçıyorum… Eve kurduğum mütevazı atölyemde onların hatıralarını dinliyorum, ben susuyorum onlar konuşuyor; o tik taklar neler anlatıyor bir bilebilseniz… bütün sırlarınıza aşinayım haberiniz olsun! Duyabilseydiniz eğer pilli saatlerinizi bir yere koyar, mekanik saatlerinize yeniden dönüş yapardınız; çünkü onlar yaşıyor…
 
Ya sizler, yaşıyor musunuz? Yaşadığınıza bu “kaldır at” markalı pilli saatler mi tanıklık ediyor?
 
Kendinizi, hiç pil takılmış gibi hissettiğiniz oluyor mu? Zemberekle mi çalışıyorsunuz ağırlıkla mı? Ben ağırlıktan yanayım…
 
Ve saatlerle birlikte zaman kaçkını olmayı seçiyorum…
 
TAHİR SAKMAN



 

12 Kasım, 2024

BİR FOLKLOR ÂŞIĞI İHSAN HINÇER


 

BİR FOLKLOR ÂŞIĞI İHSAN HINÇER
 
Eskiler çok daha iyi bilirlerdi…
 
Eskiden kastım hani yerel deyimle eski adamlar… her ne kadar kalmasa da hatırlayanlar elbette çıkacaktır.
 
O bir folklor âşığıydı…Onu da bu vesileyle tanımıştım: Çocukluk yıllarımın sisleri arasında babam Mazhar Sakman’ın Tevkifiye Caddesi’ndeki saatçi dükkânındaki çıraklık günlerimde…




 
Ayağı aksardı ama şair yüreği tamdı…
 
Konyalı olmanın verdiği heyecanla Konya folkloru ile ilgili yazılara ayrı bir ilgi gösterirdi. 1949-1979 yılları arasında 363 sayı Türk Folklor Araştırmaları ismiyle yayımladığı dergi, bugün en önemli kaynaklarımız arasındaki önemli yerini aradan geçen bunca zaman sonra bile hâlâ koruyor.




 
Babamla ilgili olarak defalarca söyleşi, makale yayımlamıştı dergide ayrıca Konyalı araştırmacıların da yazılarına yer vermişti. Doğduğu topraklara olan vefa borcunu ödemenin bir başka yoluydu bu…
 
Her ay yolladığı derginin özellikle son sayfalarında yayımladığı halk hikâyeleri / masallar çok ilgimi çeker mutlaka okurdum. Belki de folklor yazmak için temellerini o zamanlar atmışım da haberim yokmuş…
 
45 yıl önce onu dün kaybetmişiz… Serap Gürsoy Hocam sosyal medyadaki paylaşımı  (https://www.facebook.com/serap.gursoy.33/posts/pfbid0fn6UozSVe1DoHxPjeuUPVPbpp7NGENfJmNtRM6Q7C9ohgbY3gSdjK1nbHCceqRVJl) hatırlattı… Ya sen Konya, haberli misin?
 
Üniversitelerimiz hatırlayacaktır eminim…
 
İhsan Hınçer (1916-1979) hemşehrimiz, abimiz yaşadığı dönemlere bir folklorcu olarak damgasını vurmuştur ve günümüze hâlâ ışık saçmaya devam etmektedir. Ruhu şad olsun…
 
Arşivimizde bulunan Türk Folklor dergisinin bazı nüshalarının fotoğrafları ile İhsan abinin 1953 yılında Resimli Radyo Dünyası isimli bir dergide babamla yaptığı bir söyleşi sonrası çekilen fotoğrafını paylaşıyorum. İhsan abiyle ilgili daha geniş bilgi isteyenler, Konya Ansiklopedisi’nin 4. cildinde Saim Sakaoğlu’nun yazdığı geniş biyografide bulabilirler.
 
TAHİR SAKMAN