YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

31 Aralık, 2021

TÜM RUHLARI SEVGİYLE SELAMLIYORUM

TÜM RUHLARI SEVGİYLE SELAMLIYORUM
MUTLU YILLAR

Bu boyuttaki yaşam deneyimime sevgiyle katkılarda bulunan ve yeni tecrübeler edinmemi sağlayan 2021 yılına teşekkür ediyorum.
2021 yılındaki varsaydığım illüzyonun, 2022 yılında da bütünün en yüksek hayrına sevgi ve barış dolu olarak sürmesini, bolluk ve bereketle katlanarak refah içinde geçmesini, tüm varlıkların kendi farkındalıklarını geliştirerek özlerini açığa çıkarmalarını ve tüm varlıkların huzurla ve mutlulukla dolmalarını seçiyorum.
Bu seçimimi sevgiyle destekliyor, kalbimle onaylıyorum. 2022 yılının bana getireceklerini yaşantıma sevgiyle kabul ediyorum…
Tüm varlıklar mutlu olsun; canlı cansız, görünen görünmeyen, büyük küçük tüm varlıklar mutlu olsun! Barış tüm varlıkları sevgiyle kuşatsın. Tüm varlıklar mutlu olsun. Kalbimdeki sevgileri tüm varlıklarla paylaşıyorum, tüm varlıklar mutlu olsun…
Tüm ruhları sevgiyle selamlıyorum…
TAHİR SAKMAN
Google translation:
ALL THE RUTS LOVE
I would like to thank the year 2021 for contributing with the love of life experience at this dimension and for acquiring new experiences. I choose the illusion I have existed in 2021 to continue to be full of love and peace full of grace in 2022, to pass through prosperity with abundance and abundance, to make all the entities develop their own awareness, to open their essence and to fill all the beings with peace and happiness. I support this election with affection, I affirm with my heart. I admit with love of life that they will bring me to the year 2022...
Be happy with all beings; live inanimate, seemingly invisible, big and small be all beings happy! Peace surround all beings with love. All beings be happy. I share the love in my heart with all the beings, all beings happy ...
TAHİR SAKMAN



 

30 Aralık, 2021

DUYGULARIMIZ UCUZA MI GİTTİ?

 DUYGULARIMIZ UCUZA MI GİTTİ?


 Fotoğraf: https://www.fotokart.shop/urun/1967-konya-alaattin-camii-kartpostal-10677/ adresinden alıntılanmıştır.


Yılbaşının eskiden bir heyecanı vardı onu da mı yitirdik ne şimdilerde?
 
Çocukluğumda hatırladığım ilk yılbaşı Garipler’de… şimdi gençler bilmezler Garipler’i; Vatan Caddesi’nde kaldı bir bölümü, İhsaniye’nin içinde ayrı bir semt gibiydi. O zamanlar yoktu tabii Vatan Caddesi, buralar bahçeydi hep… Petek Pastanesi’nin yan tarafındaki İhsaniye Palalı Camisi’ne giden sokak, o zamanlar geniş bir caddeydi.
 
Merhum anneannemin evi buradaydı ve iki cepheliydi arka cephenin önünden şehir ırmağı geçerdi ve pek kullanılmazdı. Şimdi hepsi masal oldu…
 
Bütün bir aile toplanmıştı o gece… Babam yoktu tabii, gazinoda programı vardı. Portakallar soyuldu, mısırlar patlatıldı, çaylar zaten çoktan demli… Bir ara kulaklar radyoda amorti kazanan numaralardaydı sonra sıra tombala oynamaya geldi. Ne çok eğlenmiştim.
 
Kenevir helvası yapıldı mı hatırlamıyorum ama pişmaniye çekilmişti. Sohbet, muhabbet… o zamanlar PTT (pijama, terlik, televizyon) yoktu tabii, en fazla radyodan şarkılar, türküler dinlenirdi ki onu da sohbete tercih ederdik böyle günlerde…
 
Yılbaşı gelmeden 10-15 gün önce postanenin önünde kartpostalcılar sergi açarlardı. O nasıl bir renk cümbüşüydü… Binlerce kartpostalın meydana getirdiği bir görüntüyü gözünüzün önüne bir getirin…
 
İnsanlar abartısız saatlerini burada kartpostal seçmek için geçirirdi. Kar manzaralı, simli, pullu hatta müzikli… ama Konyalının favorisi Alâaddin Köşkü’nün beton şemsiyeli fotoğrafı olanıydı… (Nihayet onu da benzettik; şimdi onu da bulamazsınız!)
 
Tabii kartı alınca doğru postaneye… özenle yeni yıl kutlanır, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpülürdü… Yer kalmışsa; “kestane kebap, acele cevap…”
 
Zarfın ağzını yapıştırmazdık ki ucuza gitsin… Ah o duygularımız o kadar ucuza gitti ki!
 
Şimdilerde dijital tebrikler yolluyoruz artık. Telefonla bile kutlamak ağır geliyor olmalı ki sosyal ağlardan…
 
Tebrik yazmak başlı başına bir saygı ve görgü işi… Düşünüyorum; tebrik yazabileceğim kaç kişi kalmış diye?
 
Başlı başına bir kültürdü, bir nezaket kuralıydı tebrik yazmak…
 
Sonraları bir şeyler oldu; günah mı değil mi tartışmaları… Hristiyan olacağımız bile söylendi… bir türlü anlatamadık; Noel’le yılbaşının farkını…
 
PTT (pijama, terlik, televizyon) çok sonraları çıktı; önce siyah beyazdı gecelerimiz sonra renklendi… gerçekten renklendi mi? Tekdüze yaşam dayatmaları, hoşgörüsüzlük…
 
Yılbaşında dansöz çıksın mı çıkmasın mı tartışmaları 1 ay öncesinden başlardı, nihayet bir dakika ya sürer ya sürmezdi, çoğunlukla Nesrin Topkapı oryantal örnekler sunardı. Hepsi bu kadar…
 
Bu yıl da PTT takılacağız öyle görünüyor…
 
Yıl aslında eskimedi; eskiyen bizler olduk… Son dört beş yıldır 28’e giriyordum ama artık 29’a girmenin zamanı geldi… Nereden bakarsanız bakın 29 varım…
 
2021 yılının enerjilerini sevgiyle kabul etmiştim şimdi o enerjileri 2022 yılının enerjileriyle değiştirmenin vaktidir. Tüm olumsuzlukları geride bırakıyorum ve kalbimi yeni yılın sevgi, barış ve huzur dolu enerjilerine açıyorum.
 
Hep birlikte musmutlu yıllara huzur ve sevgiyle…
 
TAHİR SAKMAN
 
 
 

29 Aralık, 2021

İĞDE ZAMANI KIZLAR KAYASI’NDA AĞLAMAK

 


   İĞDE ZAMANI KIZLAR KAYASI’NDA AĞLAMAK


  

 
Şimdi iğde zamanı…
 
Canım nasıl çekti bilemezsiniz ama bu sene iğde az mı ne? Çocukluğumun eğlenceli meyveleri arasındaki yerini her zaman koruyan iğdeyi bile parayla arar olduk!
 
Hâlbuki bu şehrin her tarafı bir zamanlar iğde ağaçlarıyla doluydu; çay kenarlarında gelen geçene sebil…
 
Çayınız da kurudu tabii iğdeleriniz de… şimdi kalkmışınız yeşermekten bahsediyorsunuz!
 
Bilmiyorsunuz; sizin yeşermeniz için önce doğanın yeşermesi gerek; sizin gül açmanız için önce dikenin tadına bakmasını bilmelisiniz?
 
Meram Eski Yol’a düşürdüm yolumu… haydi itiraf edeyim; düşürmedim bile bile gittim…
 
“Eski iğdelerin yasını tutayım bari” diyerek…
 
Hani çekirdeklerini atmaz, boncukların arasına dizerdik; nazar karşılasın diye, ne çabuk unuttunuz?
 
Son kalan birkaç iğde ağacı beni nasıl özlemiş bilemezsiniz; kucaklarımı doldurmaya yetecek kadar sundular hem de pazardakilerin aksine (20-25 TL değil) bedava…
 
Gerçi bunlar sultan iğdesi gibi iri değillerdi ama mütevazı ama sevecen ama bizden… Şekerler, tadını bu iğdelerden almış olmalı!
 
Sultan iğdesini varsın sultanlar yesin. Ben o küçücük, mini minnacık iğdelerini bana tattırmak için yarışan dallara uzatırım elimi…
 
Meram Eski Yol’da kalan son iğde ağaçlarından beslendim, sayıları her sene azalıyor, bir dahaki seneye orada olurlar mı bilmiyorum, endişeliyim…
 
Sonra Kızlar Kayası’na doğru yollandım… Kızlar Kayası feryat eder gibiydi sanki; bir efsanenin gerçeğe dönmesinin sırrını taşıyordu ve âşıklar orada yaşıyordu!
 
Duydunuz mu seslerini? Hatıralarına hürmeten bölgeyi ziyaret edeceklere de açamadınız bir türlü; çünkü kalpleriniz aşka kapalı…
 
Hani şimdilerde “kuşburnu” diyerek kibarlaştırdığınız itburnu ilişti gözüme… ellerimi uzattım; feryat figan… ellerime batan dikenler aslında Kızlar Kayası’nın acısını dillendiriyorlardı.
 
Bıraktım; doya doya kanadılar, doya doya topladım; doğanın nefesini…

Kanayan ellerim değildi; bin yıllardır kanayan bir efsanenin sesiydi…
 
Ceplerim, iğde ve itdirseği doluydu; yüreğimse hâlâ kanıyordu…
 
Çaylarım kurudu, ağaçlarım da… kuruma sırası bilin bakalım kimdedir?
 
Bir yanıtın yoksa Konya, aynaya bak göreceksin; tüm yanıtlar sendedir…
 
(Günün anısını yaşatmak için dallarını eğerek bana poz verdikleri için iğde ağacına ve itburnuna teşekkür ederim.)

TAHİR SAKMAN

                   

 
                 

DÜŞÜNCE

DÜŞÜNCE

 

BABAM VE UZUN GECELER

 BABAM VE UZUN GECELER


/Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat/
-Sabit-
Yılın en uzun gecesini sevgiyle, sağlıkla, bolluk ve bereketle, huzurla, mutlulukla, barışla doldurmayı seçiyorum ve bu seçimimi tüm varlıklarla paylaşıyorum...
Bu gece yılın en uzun gecesi; şair, "yıldız ilimleriyle uğraşanlar ile takvim yapanlar bilmez, en uzun gecenin kaç saat olduğunu" diyor ve ekliyor "gama [aşka] müptela olanlara sor, gecenin kaç saat olduğunu..."
Merhum babam bu beyti sık okurdu, yüreğinden taşan ve dumanını görebileceğiniz kadar somutlaşan bir duyguyla...
O yıllar, aklımın bir karış havalarda olduğu, Konya tabiriyle “burnuma yil gittiği” yıllardı ve pek çok bir şey anlamasam da derin anlamları ve hatıraları olduğunu, ne çağrışımlar yaptığını bilirdim; çünkü bu beytin sanki yaşayan canlı örneğiydi babam...
O uzun kış gecelerinde yalnızlığımızı paylaşırdı bu beyit;
gecenin ayazına duygularımız yenik düşmese de, içimizi kaplayan o hüzün, fırtınalı gecelerin sonrasında da, yılların acı bir habercisi gibi bacasından duman tüten odun sobamızın dumanı/isi gibi odamızı doldururdu.
Çevresini (büyük mendil) özenle çıkaran babam göstermemeye çalışarak gözlerini silerdi. Çay bardağına doldurduğu ve mezesiz, bazen de kesme şekerle, akide şekeriyle içtiği susuz rakının son damlalarını yudumlarken kaçamak gözlerle bana bakar ve sevgi göstermenin ayıp sayıldığı bir anlayışla ve sevgisini kalbine gömerek benim için endişelenirdi.
Söylemezdi ama bilirdim, hissederdim; çatık kaşlarının altındaki sevecen ruhu, yufka yüreği görürdüm ona baktıkça…
Biliyordum; o eski adamlar sevgilerini içten yaşardı; o günün anlayışı öyleydi, o zamanlar bunu pek anlayamazdım ama şimdilerde babamı çok daha iyi anlıyorum, belki de bu ilerleyen yaşımın getirdiği bir olgunluktur…
Yüreğindeki sanat kaygısı ve taşıdığı aşk, ona ileri yaşlarında bile eşlik ederken, meşkin temelini aşkın oluşturduğunun da canlı bir örneğiydi.
Sazını eline aldığı zaman onun sazıyla ne kadar bütünleştiğini görürdünüz ve türküleri okurken adeta sazın tellerinde değildi elleri; sanki sevgilinin saçını okşayan bir naziklikle, sazıyla sevişirdi Konya türkülerinin eşliğinde…
Babama rahmet diliyorum… Onun gibi çağa tavır koyan bazen bohem, bazen harabati yaşayan ve bazen de hedonist bir yaşam süren ama çok enteresandır; mütevazılığı asla bırakmayan insanların nesli tükendi…
Işıklar içinde uyu babacığım seni çok özlüyorum. Bedenini bıraktığın günden bu yana geçen yıllar seni daha iyi anlamamı sağladı.
Ve bu uzun gecede ruhunu selamlıyorum:
/Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat/
[Şair; en uzun geceyi ancak sıkıntısı olanların bilebileceğini söylese de, bu uzun geceyi fırsat bilip yüreğinizdeki sevgileri insanlarla paylaşın... Olumlu enerjilerinizi kaosun hüküm sürdüğü coğrafyalardaki insanlara gönderin, gülümsemeyi ihmal etmeyerek.
Tüm uzun gecelerin barışa ve huzura vesile olmasını seçiyorum ve bu seçimimi kalbimle onaylıyor, sevgimle destekliyorum.
Tüm insanlar mutlu olsun; görünen görünmeyen, büyük küçük, canlı cansız herkes mutlu olsun. Yüreğimdeki sevgileri herkesle, her şeyle paylaşıyorum. Herkes, her şey mutlu olsun!]
TAHİR SAKMAN

YILDIZ KÖKÜ VEYAHUT LİMON SIKMAK!


Canım hem börülce bakla da ister
Yıldız kökü Çayırbağı’nda biter
Patlıcan ortanın gayretin güder
Yiyen ihvanlara afiyet olsun
 
Bu türküyü bilmeyen yoktur sanırım. Sözleri, Şerife Hanım namı diğer Bülbül Hoca'ya ait… Cuma günleri evini Konyalı kadınlara açıp onlara vaaz veren, ilahiler okuyan bir Konya kadını hem de şair…
 
Konyalı yazarlardan İ. Aczi Kendi’nin kayınvalidesi, benim de yakinen tanıdığım Cenap Kendi merhumun ninesi olan Bülbül Hoca’nın bu dörtlüğün de içinde yer aldığı yemek destanı oldukça uzun… Babamdan derlediğim kadarıyla 17 kıtada Konya yemeklerini sayıyor Hoca… 
 
Bir başka önemli tarafı ise bu koşmanın Konya Oturak türkü repertuvarında yer alması… Bu Konya çok enteresan bir şehir; şimdi bunu düşünüp şaşırın, şaşırabildiğiniz kadar…
 
Sadece bu da değil tabii mesela Menteşeli türküsü; o da bir kadın hocanın (Âlim Hoca) yaktığı bir türkü ve o da Konya oturak türkü repertuvarında yer alıyor.


Söz nereye vardı; başka bir şeyden söz edecektim…
 
Bülbül Hoca’nın bu dörtlüğünü anımsayıp yıldız kökü almak için üşenmedim Çayırbağı’na gittim… Birkaç satıcı kadın vardı ama yıldız kökü yoktu, mevsimi mi değildi bilemedim ama yoktu işte…
 
Tıpkı kayısı kurusunun da olmadığı gibi… Ayva vardı, kurutulmuş elma kakı, yonis eriği hatta şeftali kurusu bile vardı. Ev yapımı elma sirkesi aldım, iğdeye baktım o da yoktu, olanlar da…  Birkaç cingil de üzüm vardı…
 
Çayırbağı’nı da mı benzettik yoksa, şehirde yok ettiğimiz bağlara, bahçelere? Yoksa onlar da mı artık ekmiyor? Cehri tarlalarına villalar dikip Sille’yi yok ettiğiniz gibi Hatıp’a, Çayırbağı’na kıymayın efendiler!
 
Sonra pazara gittim oradan aldım, yanına da yoğurt tabii ki… Pek severim ve herkese tavsiye ederim.
 
Her ne kadar kışın kendisini henüz göremesek de bundan sonra kış sebzelerini bol bol tüketme zamanı…
 
Yıldız kökünden sonra pırasa, ıspanak… Bakın ıspanağın yerlisinden şaşmayın varsın iri yapraklı olsun varsın buruşuk olsun! Gerçi bazen civir civir yeni toplanmış küçücük ıspanaklar (yemelere kıyamazsınız) getiriyor Konya’nın üreten, çalışkan kadınları. Onları pazar günleri Muhacir Pazar’ından temin edebilirsiniz.
 
Eskiden Kadınlar Pazarı vardı… vardı… yine var; güya yenilediler ve bir geleneği; evinde üretip orada satma imkânı bulan kadınların elini kestiler! Konya bazen saf tarafın var ve sessiz bir tarafın; sormayı çoktan unutmuş gibisin! Sen sormazsan, sahiplenmezsen…
 
Ispanağın haşladığı zaman daha sağlıklı olduğunu ve vitaminlerinin ölmediğini söylüyor uzmanlar ama ben kavrulmuşunu hatta iyi kavrulmuşunu severim ki o zaman sasılığı da gider müthiş bir lezzet patlaması yaşarım.
 
Ispanaktan çarşı böreği de yaptırırım… hani şöyle bol tereyağlı… şimdi siz tereyağını da marketten alıyorsunuzdur. “Aklına limon sıkayım” (bazen de turp) derdi eskiler! Tabii şimdi limon sıkılacak akıl kalmışsa sıkın!
 
Efendim ben krema alıyorum… sonra ellerimle sıkıştırıp yağa dönüştürüyorum hem daha ekonomik hem de daha saf bir tereyağı elde ediyorum. Bu arada çıkan suyu da atmıyorum tabii. Ne çorba bulanır ondan… bilemezsiniz, bilmiyorsanız annenize sorun o kesin bilirdir!
 
Madem söz çorbaya geldi, o zaman Bülbül Hoca’yla noktalayalım:
 
Evvela yürüttük baştan çorbayı
Sarımsakla terbiye olmuş paçayı
Domatesle pişirmeli bamyayı
Midemizi açsın hoş misal olsun
 
Hoca şu dörtlükle bitiriyor destanı:
 
Bihamdülillâh yedik nimet ve nânı
Bizim zamanımız bolluk zamanı
Bin üç yüz on dörtte yaptım destanı
Okunsun dillerde pür icmâl olsun
 
O zamanlar bolluk zamanıymış… Yaklaşık 1898/1899 yılları ki savaş yılları… sanırım söz edilen bolluk, insanların kendi bahçelerinde ürettikleriyle ilgili…
 
Ah Bülbül Hoca, ah!
 
Şimdi de bol; marketteki etiketlere bakıp bakıp biz, hem de her gün, ne destanlar yazıyoruz…
 
Neyse ki limon bu aralar oldukça ucuz; alıp alıp limon sıkarsınız artık!

TAHİR SAKMAN



AYVALI SOKAK'TAKİ SON ŞEHİR IRMAĞI KURUDUĞUNDA!

Gençler bilmezler…

Bizler bilirdik unuttuk; uzun kış gecelerinde ki sıcak yarenlikleri…
 
Şimdi kuzine zamanı geliyor; kış kapıya dayandı, hazırlığınız var mı? Odun, kömür?
 
Yoksa siz de doğal gazlılaştırdıklarımızdan mısınız? Kalorifer peteğine mi yapışıyorsunuz üşümemek için?
 
O zamanlar şehrin hava kirliliği diye bir sorunu yoktu… hoş şimdi doğal gaz yakmamıza rağmen sorun büyüyor! Biz oraya girmeyelim, düşünmesi gerekenler düşünürler, belki?
 
Kömür bizim eve çok sonraları girdi. Odun yakardık; çıtır çıtır yükselen alevlerin sesini dinleyerek sobanın kenarına kıvrılırdım, kedimle birlikte…
 
Tavşan ayağı vardı bir de… onunla da sobanın önüne dökülen külleri toplardı annem… Odun yandıktan sonra oluşan kömür, mangala konularak ısının biraz daha devam etmesi sağlanırdı. Üzerine abdest suyu da konurdu, çay suyu da kahve bile pişerdi…
 
Hani şimdi közde kahve diyorsunuz ya, işte onun atasıdır bu mangaldaki kahve… ama illaki höpürdeterek içeceksiniz, başkası kabulüm değildir!
 
Mangalın kenarına asılı duran maşayı, kendimce bir türkü tutturur, çalardım. Maşa deyince aklıma “Maşacı İmam” geldi, zilli maşa çalarmış, Onu da bir gün anlatırım, söz!
 
Unutmadan; patatesleri önce küllere sonra mideye gömerdik!
 
Özellikle odun sobası yaktığımız günlerde, "önümüz kavurga kavurur, arkamız harman savururdu…”
 
/iki oda bir mabeyn kerpiç evler/
 
Evimiz yarı kerpiçti, tavan hasır olduğu ve pencerelerin yalıtımı yeterli olmadığı için ısı, kısa sürede uçup giderdi.
 
Çok sonraları geçtik kömür yakmaya… önce Tinal sobalar vardı içi tuğlalı sonra kovalılar çıkınca onun da pabucu dama atıldı…
 
“Kardeş geliyor, pabucun dama atılacak” denildiği zaman gidip pabuçlarımızı sakladığımız yıllar…
 
Sizin pabucunuz dama atıldı mı, yoksa saklayanlardan mısınız?
 
Şimdi sizler markalı pabuçlarla büyüdüğünüz için kıymetini bilemezsiniz. Hele yaz günleri naylon ayakkabı alınırsa değmeyin keyfimize. Ayvalı Sokak’tan gelen şehir ırmağı evimizin önünden geçerdi, suyun, çamurun içinde oynar, yıkadık mı tertemiz olurdu…
 
Kapımızın tam önünde iki tane dut ağacı vardı ve bendeniz sanat yaşantımı o ağacın tepesinde sürdürürdüm;
 
/Aman dünya ne dar imiş
Dert çekmesi ne zor imiş/
 
Akşamla yatsı arası, babam eve gelene kadar… Komşularımız çok hoşgörülüydü, bir gün olsun rahatsız olanı görmedim, tabi bunda benim muhteşem sesimi de göz ardı etmeyiniz lütfen! Komşularımız sanattan anlayan insanlarmış!
 
Sonra kuzine aldı babam… Ne konfordu ama hem kovalıydı hem de fırını vardı; içinde böreklerin, patateslerin, soğanların piştiği…
 
Kumpir mi? Kuzine de pişen patateslerin lezzetini ara ki bulasın!
 
Ne o patates kaldı ne o kuzineler… “İmil imil” pişen kuru fasulyeler de hayal oldu.
Hepsini taşınmak için can attığımız beton kutulara feda ettik…
 
Şimdi ağlıyoruz da kaçımız bahçeli bir eve taşınıp kuzineyle ısınmak ister?
 
Rahatlık diye diye öylesine tembel bir hâle geldik ki… Hani adını site koyduğumuz beton tecritler var ya, her şeyi yönetici şirketin yönettiği (!) ve neredeyse bir ev kirası kadar aidatı olan masraflı katlar!
 
Ev sahibi olalım derken katlandık… Her katın kendi hikâyesi var ve bizler katlanmaya devam ediyoruz…
 
Ayvalı Sokak’taki son şehir ırmağını da yitirince anladık; suyun, bağın, bahçenin, müstakil evin kıymetini… bir ağacın, bir evi beslediğini!
 
Kenevir helvası pişirilen soğuk kışların, sıcak evlerini arıyorum; portakalların soyulduğu, elmaların eşeklerine varıncaya kadar yenildiği, pişmaniye çekildiği, çayların demlendiği ve gecelerce süren masalların anlatıldığı… sazların çırıl çırıl Konya türkülerine soyunduğu…
 
Ne sohbetiniz kaldı ne sanatınız… türküleriniz de sizlere ömür…
 
Eski Konyalıların bir sözü vardı, sanki söylemenin zamanıdır:
 
Hadi len ordan!


 
SEVİNCİMİZDİ YAŞAM


-Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.-
Şef Seattle
 
/ayvalı sokak'ta
son şehir ırmağı kuruduğunda
öldürdünüz toprağı / suyu da/
 
rüzgârınız kurudu sonra
avarlarınız / hayalleriniz
tohum tohum yeşermedi
 
kaç yaşamdı bu tattığımız
bacalar tüterken
yürek yangınlarımız nasıl sönerdi
 
utanırdık ayaklarımız uyuştukça
bağdaş kurmak ayıptı
iki diz üstünde bir sağa bir sola
 
ajans biter
yurttan sesler korosu / olmadı mı
bir hava tuttururdu babam
geceye yıldız düşürür gibi
 
“meram yolunda heybe dalında
gel asumanım kaşı kemanım”
 
umutlar sevdaya akortluydu
“efendim aşkınla işte püryanım”
 
notalar döküldükçe meydana
gece hüzünlere uzardı
bir bozlak okunmaya görsün
“hısımdan iyi olur el bazı bazı”
 
dertler kadeh kadeh azardı
“Şem’i ecel camın içti gidiyor”
 
horozların sesi mi geldi ne
“bundan ince kaş olsa
konyalılar başolmaz”
 
erken ötecek ne vardı
“şarap içtim testiden”
yalan vallahi yalan
 
sevincimizdi yaşam
sadece türkülere sığardı

TAHİR SAKMAN




 

yarası olan kazanır

 yarası olan kazanır


BABAANNEM HÂLÂ ÇOK GÜNCEL (ŞAM HIRKASI)

 

BABAANNEM HÂLÂ ÇOK GÜNCEL (ŞAM HIRKASI)

Yapış derler yapışacak bir dal yok

Söyle derler söylemeye mecal yok
İller [eller] libas giymiş sorgu sual yok
Bize Şam hırkasını yasak ettiler

Rahmetli babaanneme ait olduğunu söylerdi babam bu dörtlüğün ama gerisini bilmiyorum, belli ki kuvvetli bir söyleyişi vardı babaannemin…

Başka dörtlükleri de var; irticali söylediği ama bu kıtanın benim indimde yeri çok büyük hele ki bu günlerde…

Babaannem Hacı Vesile Sakman… Tipik bir Konya kadını; bürgüsüyle (örtüsüyle) ayağında şalvarıyla, mest lastiğiyle ve özel günlerde giydiği “yandım alamadım”ıyla hepimizin ninelerinden bir tanesi…

Onu çok özlüyorum…

“Memedim Memedim/Guzu gibi meledim” derdi derdi yüzüme bakarak… Bense anlamazdım; o çocuk aklımla gülerdim, en saf duygularımla…

Kocası Hakkı Efendi, Şam cephesinde askerdir, tıpkı diğer Anadolu uşakları gibi… aşure günü yaptığı aşureyi “Hakkı da bir datsın” diyerek aylarca kuyudan kuyuya gezdirdiğini biliyoruz… Hakkı dedemin o aşureyi tadamadan göçtüğünü de…

“Yapış derler yapışacak bir dal yok”, var mı?

Nereye yapışmaya kalksak, elimize yapışıyor, elimiz yanıyor dahası suratımıza bir şamar gibi inen etiketlerin içinde yaşamaya çalışıyoruz.

Hayat pahalı… hayat elbet pahalı olacak o kadar da ucuz değil ama… hayatı yaşanılmaz hâle getirdiğinizin de ne zaman farkına varacaksınız?

Ya babaannem? Bir başına kucağında küçük bir çocuk… nereye yapışmalı… Dünün Konya’sında zaten halk yoksul? 

“Söyle derler söylemeye mecal yok”, babaannemin döneminde söylemeye mecalsiz bırakan neydi bilmiyorum ama şimdilerde neden mecalimizin olmadığını iyi biliyorum…

Savaşlar, yıkımlar, yalnızlıklar olmalı, babaannemde mecal bırakmayan; tek başına, gepe genç şehit eşinin aziz hatırasını diri tutmaya çalışarak tek başına ayakta kalma mücadelesi… ve yapışacak bir dal yok!

Siz bilmezsiniz o günleri:

Yağmurlu, soğuk bir günde aç kalmayı da… sonra komşular; Ermeni, Rum; birisi yağ verir, birisi bulgur… O bulgur pilavını altın bir tabakta, altın bir kaşıkla göklerden sunulan bir armağan gibi yer misiniz?

Babaannem ve babam o pilavı yerler, tadı anlatılamaz!

Siz bilmezsiniz o tadı… Ya helal lokma ya yetim hakkı?

“İller libas giymiş sorgu sual yok” … soramazsınız ki… size hizmet etsin diye seçtiğiniz adamlar…

Bu onların seçimi değildi ki? Siz yaptınız…

Ne zaman sordunuz… hiçbir zaman…

Üç, beş maaşlılar sözüm size… vatandaş boğulurken iyi misiniz?

“Size atlas libaslar bize Sümerbank bezi” diyeceğim ama o da yok!

 “Bize Şam hırkasını yasak ettiler”

Belki de en vurucu kısım burası dörtlükte… Bu “Şam hırkası” öyle değersiz olmalı ki… ama onu bile yasak etmişler…

Ninemin anlattığı hangi yasaktı bilmiyorum ama mecaz olmalı… Şam hırkası!

Başka türlü anlatmaya imkân bulamamış olmalı! Sanatın önünde duramazsınız; o bir şekilde söyler söyleyeceğini, gerisi sizin ferasetinize kalmış…

Şam hırkası… Şöyle de düşünebilirsiniz; konuşmanız günümüzün Şam hırkası olabilir mi? Ya yazmanız hangi ilin hırkasıdır? 

Bütün bir gece, bu Şam hırkasını düşüneceğim...

TAHİR SAKMAN