YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

28 Şubat, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM XV (HEYBEDEKİ SARI LİRALAR)




Babaannemden öncesini çok bilmiyorum aslında, sadece babamın zaman zaman sohbetlerinde bahsettiklerinden anımsayabildiklerim var hafızamda. Babam, ninesinden bahsederken sitemkâr ifadeler kullanırdı. Zengin olduğunu ama nedense çok fazla yardım etmediğini anlatırdı. Sadece sübyan mektebine gideceğinde kaydını yaptırmış o kadar…

Babaannemin annesi “Hamamcı Rahime” lakaplı veyahut yerel ifadeyle “İrehim Apla” döneminin iş kadınıdır. Çok cesur ve atak bir kadın olmalı diye düşünüyorum; çünkü dönemi itibariyle baktığınız zaman kadınların o dönemlerde iş sahibi olması biraz kolay gibi gözükmüyor.

Rahime ninemiz iki kere evlenmiş; ilk eşinden Vesile ninem sonraki eşinden ise Hamamcı Mehmet Ağa doğmuş ki döneminin ünlü hovardaları arasında yer almaktadır.

Mor binlik banknotları mestinin içinden çıkardığı anlatılırdı Rahime ninemizin. Mahkeme ve Sultan Hamamlarının müstecirliğini yapmış bir kadındır. Mahkeme Hamamı’nı kiralamak için ihaleye giren Rahime ninemiz, ihalede en yüksek fiyatı verir ve kazanır. Mukavele için Vakıflar Müdürlüğüne gider. Dönemin müdürü, karşısında ince, uzun boylu bir kadın görünce şaşırır ve iki tane kefil göstermesini ister.

Kendisinden kefil istenmesine alınan Rahime ninem, “tamam” der ve eve gidip sarı liraları heybeye doldurup getirir. Heybedeki sarı liraları müdürün masasına boşaltır ve “işte benim kefilim” der…

Konya türkülerinin hikâyelerini derlemeye çalıştığım yıllarda Saffet Efendi türküsünü sorduğum babam; “onu çok kurcalama, ucu bize dokunur” demişti. Bitip tükenmek bilmeyen ısrarlarım sonucu kısmen anlatmıştı.

Gazezler Sokağı’nın batı köşesindeki (Sahipata Caddesi, Cingenoğlu Fırını’nın tam karşısında ve bugün koruma altında olan) evde Hevâyı (havai) Halil Ağa ki bizim akrabamızmış ama neyimiz bilmiyorum keza bu evde dayısının yanında yaşayan “Gözelce” lakaplı, güzelliği dillere destan bir kız yaşamaktadır. Hevâyı Halil Ağa’nın Rahime ninemizle olan akrabalık bağını bilmiyorum ama yakın olduklarını tahmin edebiliyorum.

Konya’da asayişin sorunlu olduğu dönemler… Şehrin ünlü bir ailesine mensup bir kişinin ki türküde geçen Saffet Efendi olmalı, avenesiyle birlikte kızı evden kaçırmak için gece evi basarlar. Fakat eve giremezler Hevâyı Halil Ağa dolma tüfekle evini ve yeğenini korur, kimseleri yaklaştırmaz. Hatta öyle ki dolma tüfekten çıkan barut dumanından gözleri kör olur ve lakabı “Kör Halil Ağa” olarak değişir.

Çatışmanın sabaha kadar sürdüğünü ve eşkıyaların “bu gidinin evinde cephane mi var” dedikten sonra günün ışımasıyla birlikte kaçmak zorunda kaldıklarını anlatmıştı babam Mazhar Sakman.

“Gözelce’nin köşededir odası/Yaktı beni Gözelce’nin edası” Türküyü kimler yaktı bilemiyoruz ama “Aman aman Saffet Efendi/Beni buralardan al git efendi” şeklindeki sözlerin aslında gerçeği yansıtmadığını, bu bilgilerin ışığında söylemek oldukça mümkün ama sonuçta yılların imbiğinden geçerken Konya oturaklarının coşkun ortamında hikâyeye sanal bir sevda katmak oldukça olasıdır.

Türkünün Mazhar Sakman’ın bant kayıtlarından deşifre ettiğim şekliyle metni şöyle:

GÖZELCE’NİN KÖŞEDEDİR ODASI (SAFFET EFENDİ)

(Ah)    Gözelce’nin köşededir odası (canım canım vay edalım aman)

           Yaktı beni yabanın çapkını edası (vay)

                        Aman aman Saffet Efendi

                        Suçlarımı Saffet Efendi

                        Beni buralardan al git efendi

                                    Aman aman Saffet Efendi

                                    Suçlarımı affet efendi

 

(Ah)    Toprak tencirede mıkla bişer mi (canım canım canım ah aman aman

                                                                                   aman canım canım canım)

            Gız ehli gızların (da) garnı şişer mi (vay vay)

                        Aman aman Saffet Efendi

                        Suçlarımı affet efendi

                        Beni buralardan al git efendi

                                    Aman aman guzularım (aman)

                                    Hatıranı andıkça sızılarım (yavrı yavrı)

                                               Aman aman Saffet Efendi

                                               Gizli suçlarımı affet efendi

                                                           Aman aman dayanamam

                                                           El oğlusun güvenemem

 

(Ah)    İzbedeki cevizlerin sesi var (canım canım canım canım)

           Yârimin senden başka nesi var (oğlan)

                        Aman aman Saffet Efendi

                        Gizli suçlarımı affet efendi

 

Aynı türküyü Mazhar Sakman, bir başka kayıtta şöyle okumuştur;

 

 

(Ah)    Güzelce’nin kenardadır odası (ben yandım aman canım canım ah aman    

                                                                                     aman aman aman aman)

           Yaktı beni yabanın çapkınının edâsı (vay vay)

                        Aman aman Saffet Efendi

                        Suçlarım var affet efendi

                        Zira hançer elinde gaymak efendi

                                    Aman aman dayanamam

                                    Yabanlısın güvenemem

                                    Aman aman dayanamam

                                    Sözlerine güvenemem

 

 

 

 (Ah)   Üç giderim beş ardıma bakarım (ey Naciye’m aman sürmelim aman

                                    canım canım canım canım canım canım edalım aman)

           Alâ gözden (gızım) ganlı yaşlar dökerim (aman)

                        Saffet Efendi

                        Gizli suçlarımı affet Efendi

                        Beni buralardan al git Efendi

                                    Aman aman dayanamam

                                    Yabanlısın güvenemem

                                               Ah ağam Ahmet Efendi

                                               Bakırtolu’nda  gal Efendi

                                               Gapına varır İbraham Efendi

 

(Hey hey) Üç gider (de) beş ardıma bakarım (Naciye’m aman sürmelim)

                       Alâ gözden (gızım) ganlı yaşlar dökerim (aman)

                                   Aman aman Saffet Efendi

                                    Bakırtollu Ahmet Efendi

                                    Suçlarım var affet efendi

                                               Aman aman Şerif Hanım (aman)

                                               Zira hançer elinde perişanım (aman)

                                                           Aman aman Ahmet Efendi

                                                           Suçlarımı affet efendi

 

Bu güftelerden farklı olarak Mazhar Sakman’ın türkü defterinde şu güfte yazılıdır;

 

            Ulu kuşun havada olur oyunu

            Şahin küçük kimselere vermez payını

            Atı olan el atına biner mi

            Yiğit olan ikrarından döner mi

 

Türkünün notası 8 Nisan 1963 tarihinde Şehir Postası gazetesinde Mazhar Sakman tarafından yayımlanmıştır. Notanın altında farklı olarak şu güfte yazılıdır;

            Ulu tuşun havada olur oyunu

            Şahin küçük ele vermez payını

                        Aman aman Saffet Efendi

                        Suçlarımı affet Efendi

 

Arap atlar gibi sallar başını

Ben ağlarım sil gözümün yaşını

            Aman aman ben dayanamam

            El oğlusun ben güvenemem

            Sözlerine hiç inanamam

TAHİR SAKMAN








 


27 Şubat, 2022

ÇİÇEKLER SEVGİ AÇAR


   ÇİÇEKLER SEVGİ AÇAR

Varsın ömrü kısa olsun ne çıkar
Kelebekler özgür uçar uçacak
Taş yarılır tohum çatlar gül kokar
Tüm çiçekler sevgi açar açacak  

                                 
İçimizden sevgileri aldılar
Kalbimize kin ve nefret saldılar
Defne dalı taşıyor bak martılar
İlimden de elbet geçer geçecek

Haydi durma ellerini ver bana
Sevgi barış yayılsın tüm cihana
Bir olmaya kavuşalım insana
Doğru yolu insan seçer seçecek
                                                        
Derviş Ozan der ki bitsin kavgalar
Çiçek açsın ağlamasın analar
Barış için göğe çıksın dualar
Tanrı bize sevgi saçar saçacak

DERVİŞ OZAN (Tahir Sakman)






                                   






 

24 Şubat, 2022

ÜTOPYA

 


 
Dünyayı şairlere bırakmadınız…
 
Dünyayı şiirlere/şairlere bıraksaydınız görebilecektiniz; sevgiyi, kardeşliği ve sonsuz barışı…
 
Çiçek tutmasını öğrenmeden tetik tutmayı öğrettiniz… zorbalığa, sömürüye kılıflar uydurdunuz… can aldınız…
 
Oysa dünya herkese yeterdi; hırsınız bayım, hırsınız olmasaydı!

Sahiplenmeden, sahiplenilmeden, özgür bir yaşam mümkün...

Doysaydınız...

Bir doymadınız gitti…
 
TAHİR SAKMAN
 








22 Şubat, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM XIV (BOHÇALARDA SIRLANMIŞ HAYATLAR)


 Babaannem o haliyle bile babama yardım ederdi. Zindankale’deki bahçeyi alacağı zaman babama para verdiğini biliyorum. 

Hacca gitmek istedi yıllarca… Babamla gitmesi gerekiyordu, duldu kendi başına gidemezdi… Birkaç yıl pasaport çıkartmalarına rağmen babamın son anda “hacdan gelince dayanamam rakı içerim endişesi” yüzünden hep kalmış, gidememişti.

Sonunda buna da bir çare bulmuştu… Yılanlı Medrese’nin (Bit Pazarı) köşesinde topladığı yardımlarla geçinen bir adama, babaannem izdivaç teklif eder. “Ben sana varıyım, birlikte hacca gidelim” der… Evliya Tekkeli Osman Ağa için bu bulunmaz bir nimettir, hem başını sokacağı bir evi olacaktır hem de hacca gidecektir.

Babam itiraz etmez, imam nikahıyla evlenirler ve o yıl hacca giderler… Babaannem çok yaşlıdır, düz yolda yürürken bile zorlanmaktadır, Osman Ağa ise beli bükülmüş, uzun sakalı neredeyse yerleri süpürmektedir ama diridir; ileri yaşına rağmen güçlü, kuvvetlidir. Elinde bastonu ve kadı biçimi, çift taraflı, astarlı geniş pantolonuyla tam bir Anadolu insanıdır.    

O yıllarda uçak yoktur, otobüsle gitmektedirler, otobüslerin üzerindeki uzun sırıklar vardı meğerse çölde, kum fırtınasında kalırlarsa kurtulmaları içinmiş… babaannem ve Osman Ağa kuşlar gibi gidip geldiler… babaanneme yeni bir güç gelmişti. Eve taksiyle geldikleri zaman ben evdeydim, taksici şöyle demişti; “Burası hurdalık mı?” Çok kızmıştım çocuk aklımla ama gerçek buydu. Hiç kimseye elini değdirtmiyor üstelik ne bulursa eve çekip geliyordu. Şaşılası bir düzenle ve milimetrik hesaplarla ve bir mühendis titizliğiyle onları üst üste yerleştiriyordu.

Babaannem bana hacdan bir tabanca getirmişti, kimselerde yoktu! Tetiğine bastığım zaman içindeki çakmaktaşına sürten çark, ateşler çıkarıyordu, tam bir uzay silahıydı. Nasıl sevindiğimi söylememe gerek var mı?

Ama çarkı bozuldu ne ses çıkar oldu ne ateş… çelenlerin arasında bir tane daha vardı, babaannem aynısını çelenlerin arasına sokmuş, orada öylece duruyordu ama ne ben aldım ne de babaannemden isteyebildim, niye çekindim bilmiyorum, isteseydim kesin verirdi…

Babam bir akşamüzeri babaanneme uğrar… Hiss-i kablel vuku, altıncı his… Babaannem soba yakacakmış, Osman Ağa henüz eve gelmemiş. Çırayı tutuşturmuş sobaya atarken sobanın üzerine devrilmiş… Babam olmasa belki evle birlikte…

Babam apar topar eve getirdi babaannemi ve Osman Ağa’yı, o yıllarda Zindankale’de oturuyoruz. Damar tıkanıklığı ve felç… Babaannem uzun yıllar yatalak olarak yaşadı, aklı bazen gelir, giderdi. Zindankale’den sonra Sarıyakup’a taşındık, orada da yaşadı. Annem ve Osman Ağa birlikte baktılar babaanneme…

Bir gözü görmeyen Osman Ağa; çok dindar bir adamdı, namaz ve oruç hayatının en vazgeçilmezleri arasındaydı. Babam bazen takılırdı -ki Osman Ağa bir dönem, köylerinde istenmeyen bir olaya karışmış ve uzun yıllar mahpusluğu vardır- “Osman Ağa, kıtalliğin falan var, acaba oruca damda (hapishane) yattığın zamanlarda bir helallik geldi mi?” diye sorduğu zaman Osman Ağa çok kızar ve değil oruç, bir vakit namazını bile geçirmediğini söylerdi. Meğerse Osman Ağa, köyde dönemin zaptiyeleri tarafından götürülürken yolda eziyet etmeye başlamışlar. Küfürler ederek mavzeri üzerine doğrulmuşlar. O da can havliyle elleri bağlı olmasına rağmen atın üzerinde olan zaptiye erini indirip…

Babaannemin 1.7.1892 yılında başlayan bu boyuttaki yaşam serüveni bir bahar ayında, çiçeklerin yaşamı selamladığı bir ayda, 27 Mart 1969 tarihinde 77 yaşında son buldu. O tarihte Sarıyakup Caddesi’ndeki bağ evimizde oturuyorduk. Osman Ağa 15 gün kadar bizimle kaldı sonra köyden oğlu geldi ve babamdan götürmek için izin istediler. Sonra onun da vefat haberini aldık…

Çocuktum henüz, beni cümle kapısının karşısına diktiler, hoca camiye gelince haber etmem için… Hoca geldi ve ben o telaşla seslendim: “Cami, hocaya girdi…” üstelik ısrarla birkaç kez söyleyince uyardılar… Hâlâ aklıma gelir bazen yüzün kızarır, bazen gülmek isterim ama gülemem…

Babaannemin evindeki bohçaların büyük bölümünü babam Sarıyakup’ta bağ evimizin tavan arasına naklettirmişti ama babamın vefatından sonra ev satılınca hepsi çöpe gitti… Babaannemin bohçalarına sahip çıkmalıydık, içlerinde elbiseler vardı… eski insanların bohçaların arasına altın, para vs. sakladıklarını duyardık ama yüzeysel bir taramanın dışında bakmadık ve ne vardı hiçbir zaman bilemedik…

O bohçalardaki sırlanmış hayatların farkına varamadık...

Yaşam hikâyeden hikâyeye sürüyor; tıpkı, mevsimlerin birbirini takip ettiği gibi yaşamın döngüsü de hiç şaşmıyor. Şaşan daima hırslarımız oluyor…

O insanlardan geriye kalan anılarımızı süsleyen birkaç soluk fotoğraftan ibaret, bizden sonraya da kalacak olanlar da çok farklı değil aslında…

Yaşadığımız günlerin en büyük zenginlik olduğunu, insan, ileri yaşlarda daha iyi anlıyor ve herkesin yaşantısı kendine en büyük armağan olarak geri dönerken hepimiz zamanını bilemediğimiz bir döngüden çıkmak için sıramızı bekliyoruz…

TAHİR SAKMAN



                                 

                                   



  

21 Şubat, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM XIV (BOHÇALARDA SIRLANMIŞ HAYATLAR)

Babaannem o haliyle bile babama yardım ederdi. Zindankale’deki bahçeyi alacağı zaman babama para verdiğini biliyorum. 

Hacca gitmek istedi yıllarca… Babamla gitmesi gerekiyordu, duldu kendi başına gidemezdi… Birkaç yıl pasaport çıkartmalarına rağmen babamın son anda “hacdan gelince dayanamam rakı içerim endişesi” yüzünden hep kalmış, gidememişti.

Sonunda buna da bir çare bulmuştu… Yılanlı Medrese’nin (Bit Pazarı) köşesinde topladığı yardımlarla geçinen bir adama, babaannem izdivaç teklif eder. “Ben sana varıyım, birlikte hacca gidelim” der… Evliya Tekkeli Osman Ağa için bu bulunmaz bir nimettir, hem başını sokacağı bir evi olacaktır hem de hacca gidecektir.

Babam itiraz etmez, imam nikahıyla evlenirler ve o yıl hacca giderler… Babaannem çok yaşlıdır, düz yolda yürürken bile zorlanmaktadır, Osman Ağa ise beli bükülmüş, uzun sakalı neredeyse yerleri süpürmektedir ama diridir; ileri yaşına rağmen güçlü, kuvvetlidir. Elinde bastonu ve kadı biçimi, çift taraflı, astarlı geniş pantolonuyla tam bir Anadolu insanıdır.    

O yıllarda uçak yoktur, otobüsle gitmektedirler, otobüslerin üzerindeki uzun sırıklar vardı meğerse çölde, kum fırtınasında kalırlarsa kurtulmaları içinmiş… babaannem ve Osman Ağa kuşlar gibi gidip geldiler… babaanneme yeni bir güç gelmişti. Eve taksiyle geldikleri zaman ben evdeydim, taksici şöyle demişti; “Burası hurdalık mı?” Çok kızmıştım çocuk aklımla ama gerçek buydu. Hiç kimseye elini değdirtmiyor üstelik ne bulursa eve çekip geliyordu. Şaşılası bir düzenle ve milimetrik hesaplarla ve bir mühendis titizliğiyle onları üst üste yerleştiriyordu.

Babaannem bana hacdan bir tabanca getirmişti, kimselerde yoktu! Tetiğine bastığım zaman içindeki çakmaktaşına sürten çark, ateşler çıkarıyordu, tam bir uzay silahıydı. Nasıl sevindiğimi söylememe gerek var mı?

Ama çarkı bozuldu ne ses çıkar oldu ne ateş… çelenlerin arasında bir tane daha vardı, babaannem aynısını çelenlerin arasına sokmuş, orada öylece duruyordu ama ne ben aldım ne de babaannemden isteyebildim, niye çekindim bilmiyorum, isteseydim kesin verirdi…

Babam bir akşamüzeri babaanneme uğrar… Hiss-i kablel vuku, altıncı his… Babaannem soba yakacakmış, Osman Ağa henüz eve gelmemiş. Çırayı tutuşturmuş sobaya atarken sobanın üzerine devrilmiş… Babam olmasa belki evle birlikte…

Babam apar topar eve getirdi babaannemi ve Osman Ağa’yı, o yıllarda Zindankale’de oturuyoruz. Damar tıkanıklığı ve felç… Babaannem uzun yıllar yatalak olarak yaşadı, aklı bazen gelir, giderdi. Zindankale’den sonra Sarıyakup’a taşındık, orada da yaşadı. Annem ve Osman Ağa birlikte baktılar babaanneme…

Bir gözü görmeyen Osman Ağa; çok dindar bir adamdı, namaz ve oruç hayatının en vazgeçilmezleri arasındaydı. Babam bazen takılırdı -ki Osman Ağa bir dönem, köylerinde istenmeyen bir olaya karışmış ve uzun yıllar mahpusluğu vardır- “Osman Ağa, kıtalliğin falan var, acaba; oruca, namaza damda (hapishane) yattığın zamanlarda bir helallik geldi mi?” diye sorduğu zaman Osman Ağa çok kızardı. Meğerse Osman Ağa, köyde dönemin zaptiyeleri tarafından götürülürken yolda eziyet etmeye başlamışlar. Küfürler ederek mavzeri üzerine doğrulmuşlar. O da can havliyle elleri bağlı olmasına rağmen atın üzerinde olan zaptiye erini indirip…

Babaannemin 1.7.1892 yılında başlayan bu boyuttaki yaşam serüveni bir bahar ayında, çiçeklerin yaşamı selamladığı bir ayda, 27 Mart 1969 tarihinde 77 yaşında son buldu. O tarihte Sarıyakup Caddesi’ndeki bağ evimizde oturuyorduk. Osman Ağa 15 gün kadar bizimle kaldı sonra köyden oğlu geldi ve babamdan götürmek için izin istediler. Sonra onun da vefat haberini aldık…

Çocuktum henüz, beni cümle kapısının karşısına diktiler, hoca camiye gelince haber etmem için… Hoca geldi ve ben o telaşla seslendim: “Cami, hocaya girdi…” üstelik ısrarla birkaç kez söyleyince uyardılar… Hâlâ aklıma gelir bazen yüzün kızarır, bazen gülmek isterim ama gülemem…

Babaannemin evindeki bohçaların büyük bölümünü babam Sarıyakup’ta bağ evimizin tavan arasına naklettirmişti ama babamın vefatından sonra ev satılınca hepsi çöpe gitti… Babaannemin bohçalarına sahip çıkmalıydık, içlerinde elbiseler vardı… eski insanların bohçaların arasına altın, para vs. sakladıklarını duyardık ama yüzeysel bir taramanın dışında bakmadık ve ne vardı hiçbir zaman bilemedik…

o bohçalara sırlanmış hayatların farkına varamadık...

Yaşam hikâyeden hikâyeye sürüyor; tıpkı, mevsimlerin birbirini takip ettiği gibi yaşamın döngüsü de hiç şaşmıyor. Şaşan daima hırslarımız oluyor…

O insanlardan geriye kalan anılarımızı süsleyen birkaç soluk fotoğraftan ibaret, bizden sonraya da kalacak olanlar da çok farklı değil aslında…

Yaşadığımız günlerin en büyük zenginlik olduğunu, insan, ileri yaşlarda daha iyi anlıyor ve herkesin yaşantısı kendine en büyük armağan olarak geri dönerken hepimiz zamanını bilemediğimiz bir döngüden çıkmak için sıramızı bekliyoruz…

TAHİR SAKMAN

 

                             







14 Şubat, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM XIII (ÇELENLERİN ALTINDA PİYANO ÇALMAK)

 


 

Elbette sadece babaannemin yaşantısı değildi o yıllarda zor olan; bütün bir ulus, var olma mücadelesinden geçiyordu. Anadolu kadınlarının büyük bölümünün kaderi; tek başlarına kalmaları ve bu süreçte her şartta başlarını dik tutma zorunluluğunda olmalarıydı. 

Babaannem, ev işleri yaparak kendi geçimini sağlamış ve bu süreçte bir de evlat yetiştirerek üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmiştir. Savaşın ve yokluğun hüküm sürdüğü yıllarda diğer tüm Türk kadınları gibi asla başlarını öne eğmemişler her şartta dik durmasını bilmişler ve bu duruş sayesindedir ki cephedeki askerin de morali yükselmiş ve bir ulus yeniden var olmuştur.

Babaannemin babasının Karkınlı olduğu şeklinde bir bilgi, Mehdi Halıcı’nın “Konya Sazı ve Türküleri” isimli kitabında, babamın verdiği bir söyleşide geçiyor ama ben babamdan böyle bir bilgiyi hiç duymadım. Sadece bir sohbetimiz esnasında teyzesinin Karkın’a gelin gittiğini söylemişti. Ayrıca dedem Hakkı Efendi’nin akrabaları arasında kardeşi Mehmet Efendi’nin iyi bağlama çaldığını ayrıca ismi sıkça geçen “Ispartalının Veli Ağa” isminde bir akrabamızın da lakabından hareketle kökenimizin Yörüklere dayanma olasılığı olduğunu ara sıra babamla konuşurduk. Savaşların ve yıkımların getirdiği hengamede çok şeyin yitirildiğini göz önüne alırsak, bu hafıza kopukluğunu normal karşılayabiliriz.

Babaannem, uzun yıllar dul kaldıktan sonra teyzesinin oğluyla evlenmiş. Babaannemle evli kaldığı süre içerisinde Yusuf Ağa, babama iyi davranmış. Yusuf Ağa, o yılların Konya’sında pek çok Konyalı erkek gibi Konya oturaklarının müdavimleri arasındadır. Hatta bir gün evde oturak düzenleneceği zaman babam, Yusuf Ağa’ya yalvardığını ve bunun neticesi olarak yüklükte* saklanmışlar, sabaha kadar teyzesinin oğlu Mehmet Mıngır ile birlikte sessizce durarak yüklüğün kapısındaki bir delikten oturağı izlediklerini anlatmıştı.

Mehmet Mıngır çok sessiz efendi bir adamdı, bir ayağı aksıyordu. Resmi bir kurumda marangoz olarak çalışıyordu. Ömrünü Akbaş Mahallesi’nde tamamladı o da… sonra Natike teyze vardı benim hatırladığım, duldu yemeğe çok düşkündü. “Koca boğazlı Natike” diye isim takmışlardı. Karapınar yağı, sucuk, pastırma, kavurma mutfağından eksik olmazdı. Kiracısı vardı, İmpala taksisiyle şoförlük yapıyordu. Kiracısına, kaydı hayat şartıyla evini bağışlamıştı Natike teyze… Akrabamız olduğunu söylerdi babam ama neyimiz olduğunu şimdi hatırlayamıyorum. Mest lastikli, şalvarlı, çemberli bir Konya kadınıydı, rahmet olsun…

Bir de komşular vardı… Yan sokakta bir Hoca vardı ak sakallı bir piri fani ama ismini hatırlayamıyorum herkes çok hürmet ederdi. Evleri yol geçince yıkıldı ve böylece babaannemin evi uzun yıllar sonra ana caddeye cephe olmuştu. (Furkan Dede Caddesi) Babaannemin bir başka komşusu vardı “Uzun Havva” derlerdi ki gerçekten uzundu… Sanırım Konya’nın eski Romanlarından kalan bir aileye mensuptu. Akbaş Mahallesi kimliklerin bir arada dostça yaşadığı bir mahalle olarak sadece hafızalarımızda kaldı. Yitip giden pek çok şey gibi o da zamana yenildi. Kimi yerinden yol geçti, yıkıldı kimi evler ranta kurban oldu. En son babaannemin evinin yan tarafındaki köşe bina yıkıldı… Ara sıra onu görüp hatıraların sisine gömülüyordum şimdi o da yok artık…  

Babaannemin teyzesinin oğluyla yaptığı bu evlilik uzun sürmez, babaannem eski tabirle huyludur, asabidir, biraz da başı boydaktır**… Kendi hayatını kendi kazanabildiği için erkeğe çok da minneti yoktur, Konya tabiriyle “eline ıççak (sıcak) sahan”*** değmiştir… Koca kahrı çekmez, ayrılırlar…

Babaannemin annesi “Hamamcı” lakabıyla bilinen, o yılların belki de ilk iş kadınlarından Rahime Abla’dır ve oldukça zengin olduğu söylenir ama nedense kızına çok da yardım etmemiştir. Babaannemin minneti de yoktur esasen; o kendi başının çaresine bakmayı çoktan öğrenmiştir.

Akbaş Mahallesi’ndeki evi üç dört parçalıdır ve özellikle Romanlar oturmaktadır. Onlardan aldığı kira gelirlerinin yanı sıra kendisi de çalışarak hayatını sürdürür.

Benim çocukluk hatıralarımın arasında önemli bir yer tutan o ev, hurdacı dükkânı gibiydi, ne ararsanız bulabilirdiniz. Babaannem son dönemlerinde ne bulursa evde biriktirmeye başlamış; tenekeler, kağıtlar, kartonlar, demir parçaları vs. … Hatta babamın bandodaki görevi nedeniyle yanında taşıyamadığı ve belki de Konya’nın ilk piyanosunun son parçaları bile vardı.

“Evin içinde bu kamyon n’arar ki” deyip çelenlerin altına koymuş… Çeleni bilirsiniz değil mi? Hani kerpiç bahçe duvarının üzerine, çalıların çamurla yatırılıp kiremit yerine kullanılması…

Yemek götürdüğüm zaman gördüğüm; evin içi, dışı hep bu haldeydi ancak oturabileceği bir yer vardı odanın içinde. Bohçalardan, örtülerden adım atamazdınız, ne vardı ki o bohçaların içinde? Bunu çok sonraları öğrenecektim…

Babaannemin üzerine güneşin doğmadığını söylerdi babam, gerçekten çok çalışkan bir kadındı, boş oturduğunu hiç görmedim, hiçbir şey yapamazsa idarenin solgun ışığında iğne oyaları yapardı. Muhtemelen onları da satıp nafakasını çıkarıyordu. Evde elektrik vardı ama babaannem gaz lambası veya idare yakardı, eski alışkanlık olmalı…

Bazen yorgunluktan namazda uyuyakaldığını görürdüm, hem de ağzında şekerle… Akide şekeriyle namaz kılmasına bir türlü akıl erdiremezdim. Arada bir uyusa da uyanınca kaldığı yerden namaza devam ederdi.

O insanların hayata bakışları gibi dinî konulara da bakışları oldukça farklıydı; dinin katı kuralları yerine sevgi, saygı, hoşgörü ve anlayış doluydu. Kendilerince bir yorum getirmişlerdi.

Onların dini yaşayan bir dindi; hayatın içinde doğan, büyüyen, gelişen canlı bir varlık gibiydi. Sevgi dolu bir yaratıcı tahayyülleri olmalıydı ki namaz kılarken akide şekeri bile yemesine engel değildi.

Belki de ibadet ederken, yarına bırakılmayan, peşin alınan bir ödül gibiydi; akide şekeri babaannem için… 

TAHİR SAKMAN






* Eski Konya evlerinde ayrı bir banyo yoktu. Bunun yerine çok işlevsel olan; gündüzleri yatak, yorgan vs.’lerin konulduğu gömme dolap, alt tarafının kapağı açılarak banyo gibi de kullanılmaktadır. Bu aynı zamanda banyo yapıldığında kimsenin haberinin olmamasını da sağlar. Dönemin anlayışına göre büyüklere karşı ayıp veya saygısızlık sayıldığından evli çiftlerin banyo yapmasının duyulmasının da önüne geçmiş olur. Önceleri gazocağında sonraları ise piknik tüpleriyle ibrikte ısıtılan su, kış günlerinde ise sobanın üzerinde ısıtılarak kullanılmıştır. Eski Konyalılar iyi bilirler ki bir ibrik suyla gusül abdesti almak bir hayli iktisatlı olmayı gerektirir.

** Özgür ruhlu.

*** Kendi ekmeğini kazanabilen anlamında bir Konya deyimi.

07 Şubat, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅻ (SEFER TASINDAN HAYATLAR)

 


 

Muhacir Pazarı’ndaki çocukluk anılarımın arasında babaannem Vesile Sakman’ın da yeri büyüktür. O yıllarda, sokaklarda güvenle oyunlar oynayabildiğimiz yıllarda, ikindi üzerleri annem beni çağırır, elime bir sefer tası tuttururdu. Bu benim için zorunlu bir görev gibiydi ama şimdi düşünüyorum da iyi ki o sefer taslarını taşımış, babaanneme yemek götürmüşüm.

Yemekten de öte bir şeylerdi aslında götürdüğüm; sevgi götürmüştüm, saygı götürmüştüm yaşlı bir insanın, ilgiye en çok ihtiyacı olduğu zamanlarında gelecekten bir ses sunar gibi taşımışım sefer taslarını… her ne kadar oyunun en tatlı yerinde oyunu bırakıp, söylenerek gitsem de yaptığım işin büyüklüğünü yeni yeni idrak ediyorum.

Sefer taslarında taşıdığım mutlulukmuş meğer; bir ömürden bir başka ömre… Bir bahar ülkesinden kışa dönmeye başlayan bir ömre sevgiler taşımışım.

Şimdilerde unutuldu sefer tasları, yeni nesil beslenme çantaları taşıyor artık. O üç katlı; çorbasından yemeğine, tatlısına varana kadar boy boy sefer taslarımız da artık tarih oldu… sanırım bizim nesil de ışıklara karışınca adını bile anan olmayacak.

Babaannemin evi Akbaş Mahallesi’nde olmasına rağmen her ne kadar yakın da olsa yaş itibariyle 6-7 yaşlarındayım, korkusuzca götürürdüm. Bazen yemeği yemesini bekler, sefer taslarını alır geri dönerdim.

Babaannem, üzerine tez hatta doktora yazılacak kadar enteresan bir Konya kadınıydı. Hani yerel söylemle “yarım okka etten dokuz kap yemek yapan” marifetli, iktisatlı bir kadındı. Belki de yokluk yıllarının bir nişanesiydi tüm bunlar…

Dedem Hakkı Efendi’nin cura çaldığını söylerdi babam ama ne dereceydi bilemem. Mesleği hakkında da çok fazla bilgi sahibi değiliz ama Seferberlikte (1. Dünya Savaşı) Şam/Suriye Cephesi’nde asker olduğunu biliyoruz.

Babaannemin “Hakkı da bir datsın” diyerek yaptığı aşure çorbasını aylarca kuyulara sarkıttığını, sepetlerin altında gezdirdiği hafızamızın bir yerlerine kazınmış.  Dedem gelmesine gelmiş cepheden ama…

Babam, hayal meyal hatırlar babasını; cebinden çevresini (bazı bölgelerde yağlık da denilen büyük mendil ki çok ilginç işlevleri olan bir mendildir bu; yeri gelir elinizi yüzünüzü kurular, terinizi silersiniz yeri gelir çarşıdan aldıklarınıza poşetlik yapar) çıkarır, gözyaşları içerisinde anlatırdı:

“Gündüz İngilizlerle, gece Araplarla savaşmışlar” derdi, gündüzleri dost gibi görünen Arapların, geceleri Osmanlı ordusuna, nasıl hainlik yaparak saldırdıklarını anlatırdı. Sonunda hazin bir yenilgi ve ordu terhis olur, dağılırlar. Yayan, yapıldak Konya’ya geldiğinde hastadır dedem, cepheden hasta gelmiştir. Ayağındaki potin, ikinci bir deri gibi kaynamıştır, keserek çıkarırlar. Çok yaşamaz; kırkıncı gün sır olur… “Kırk gün içinde vefat ettiği için şehit sayılır” derdi babam… ölümünün haftasında Çanakkale’ye, cepheye çağıran celp gelmiş…

Dedem Hakkı Efendi hakkında bildiklerimiz bundan öteye geçmiyor. Soluk bir fotoğrafı bile kalmamış, bu dünyadan garip bir şekilde ama vatan savunması için görevini eksiksiz yaparak göçmüş… Dedem gibi binlerce Anadolu uşağı bizlere bu vatanı emanet edip gitmişler. Bizlerin rahat yaşamaları için canlarıyla bedel ödemişler. Pek çoğunun, dedem gibi bir mezarı bile yok… Halam küçükken elimden tutar Muhacir Pazarı’ndaki şimdiki pazar yerinin tam karşısındaki evlerin -ki o zamanlar Orman Müdürlüğü’nün binası vardı- oraya götürür, buraların eskiden mezarlık olduğundan bahseder ve “dedenin mezarı burada” derdi. (Söz konusu alan şimdi pazar yeri olarak kullanılan alanı da kapsar ve o dönemlerde Yüksek Mezarlık ismiyle bilinmektedir. Mezarlık zaman içerisinde kaybolmuştur.) O Fatiha okur, ben de el kaldırırdım. Tüm isimsiz kahramanların ruhları şad olsun, onlara minnettarız.

Babaannem, dedem cephedeyken büyüttüğü umutlarının yerle bir olmasına rağmen asla pes etmez. Oğulları Seyit Mehmet ve Mazhar için yaşamak zorundadır. Seyit Mehmet’i atlı tramvay kazasında yitirir; çocuk aklı işte, tramvayın arkasına asılmış… Biz de çocukluğumuzda faytonların arkasına asılır ve kırbacı yerdik. “Arabacı, arkaya kırbaç” sesiyle birlikte arabacı uzun kırbacını arkaya doğru savururdu. Bendeniz de az nasiplenmedim o kırbaçtan. Sanırım kırbaç korkusunun getirdiği telaşe yüzünden tramvayın altına düşmüş ve hayatını yitirmiş. Tek kalan babama gözü gibi bakmış babaannem.

Bitip tükenmek bilmeyen savaşlar yüzünden halk yorgundur, yoksuldur. Evlerde erkek kalmamıştır, evlerden şehit analarının feryatları yükselirken gelinlerin başı yaslıdır.  Çalışmak, eve ekmek götürmek kadınların işidir artık.

“Yarım çemberiyle illere (ellere) çamaşır yıkadı, temizlik yaptı, yemeklerini pişirdi ama başını asla öne eğmedi” derdi babam. Soğuk ve yağmurlu bir kış gününde evlerinde yiyecek olmadığı bir günü hatırlardı babam sonra Ermeni bir komşularından bulgur ve yağ alarak, bulgur pilavı pişirip yediklerini gözleri dolarak anlatırdı.

Babaannem irticali şiirler söyleyen bir kadındı. Evindeki bohçaların düzenine/gadesine “yidi (yedi) mahalle öteden” kadınların bakmaya geldiği söylenirdi. Babamın gençlik yıllarında onun türkü geçmesine bile vesile olmuş; “Dağlara Hanım Ayşe’m” türküsünü babam annesinden geçtiğini söylerdi. Bazı uzun gecelerde komşu kadınların evlerine toplandıklarını ve onlara babam sazla “Âşık Kerem” okurmuş. Bu o dönemlerdeki Konyalı kadınların sanata bakış açısını yansıtan en iyi örnek olmalıdır.

O önemlerin yürek yangınları içerisinde; türkü yakan, mâni atan kadınları vardır. Şem’îlerin Emine Abla, Uzun Kızların Alime, Bülbül Hoca, Seydişehirli Saliha Abla gibi isimler şehrin kültür tarihinde yer almaktadırlar. Şem’îlerin Emine abla; Âşık Şem’i’nin torunudur ve şiirler söylemektedir. Uzun Kızların Alime, bir başka isimle Alim Hoca, Menteşeli türküsüne kaynaklık etmiştir. Bülbül Hoca lakabıyla tanınan Şerife Hanım ise Yekte ismiyle de bilinen Yemek Destanı’nı Konya türkü repertuvarına kazandıran isimdir.

Bu kadınların en belirgin ortak özelliği; özel günlerde kadınlara vaaz etmeleri, türkülerin yanı sıra ilahiler okumalarıdır. Alim Hoca, mahalli cümbüş sanatçılarımızdan merhum Abidin Özlüoğlu’nun, Bülbül Hoca ise Konyalı yazarlardan İ. Aczi Kendi’nin kayınvalidesi, mahalli ut sanatçılarımızdan merhum Cenap Kendi’nin ise ninesidir. Babaannem Vesile Sakman da irticali şiirler söyler, mâniler atarmış, yeter ki görmesin:

Bir eve davet edilmiştir. Babaannemin söyler huyunu bildikleri için ev sahibi dikkatlidir, evde her şey yerli yerinde düzenlidir, ikram, izzet eksik değildir. Babaannem abdest tazelemek ister. O dönemlerde tuvaletler evin dışındadır. İbrik alır çıkar, bir baksa ki her giden bir ibrik götürmüş, orada bırakmış. Hemen söyler:

Bu hane ne güzel hane
Can kurban içindeki cane
Ömrümde hiç görmedim
Dokuz ibrikli abdesthane

Komşuda sünnet düğünü vardır, misafir ağırlamanın telaşesinden sünnet çocuğu unutulmuştur. Babaannem tabii ki söyler:

Eti döven satır
Kızları kara katır
Yorgan döşek bulamamış
Sünnet çocuğu yerde yatır

Babaannemin söylediklerini babam zapt etmemiş… hafızasında kalan bir dörtlükten babaannemin aslında ne kadar güçlü bir söyleyişe sahip olduğunu anlıyoruz:

Yapış derler yapışacak bir dal yok
Söyle derler söylemeye mecal yok
Eller libas giymiş sorgu sual yok
Bize Şam hırkasın(ı) yasak ettiler

Ah babaanneciğim ah… Hayatta olsaydın da ben yine sefertaslarıyla sana yemek getirseydim…

Beni gördüğün zaman, “Memedim Memedim, kuzu gibi meledim” deseydin ve beni güldürmek için kuzu gibi meleseydin…

Vedat abim, oyun telaşesinden üzerine kaçırdığı zaman, o küçücük çocuğu kocaman bir adam yapan anlayışınla onun üzülmesini, mahcup olmasını önlemek için “üzerine sirke dökmüş” diyerek hoşgörünü gösterseydin yine…

Dünün o sevgi ve hoşgörü dolu dünyasından bugün geriye çok şey kalmadı ve bunda bizim de payımız vardır kuşkusuz; el birliğiyle, birlikte yok ettik…

Keşke yok ettiğimiz bağnazlıklar olabilseydi, yoksulluklar olabilseydi sadece… sevgileri yok etmeseydik, paylaşabilseydik…

TAHİR SAKMAN








03 Şubat, 2022

ŞİVLİLİKTE ŞIRLAN YAĞI SÜRMEK

 


 

Bugün şivlilik… 

şivli şivli şişirmiş
erken olan bişirmiş
iki çörek bir börek
bize şivlilik gerek
şivlilik şivlilik

Bu nakaratı söylemiyor artık çocuklar… 

Eğer kapıdaki güvenliği atlatıp içeri girebilmişlerse, biraz korkarak ellerindeki poşetleri gösteriyorlar; çünkü onların bir şivlilik torbaları bile yok… Şivliliği uzattığınız zaman çekinerek alıyorlar…

Bu hâle siz getirdiniz…

Anneler şırlan (şırlağan) yağından “bişi bişirmiyor”, şırlan yağını unutan babalar, namaz geçtikten sonra başlarına sürmüyor…

19 Ekim 19999 Yeni Gazete’deki “Sessizce” isimli köşede yazmışım: Gazeteci arkadaşlar; Yalçın Dikilitaş abimizle ve Ayşe Bağrıaçık ile birlikte belediye başkanlarını ziyaret edip, onlardan şivlilik istemiş ve şaşırtmıştık… Bu bir ilkti; çünkü mahalle aralarından çıkarmayı amaçlamıştık...

Belediye başkanlarına köklü bir Konya geleneğinin yeni kuşaklarca kabulü ve gelecek kuşaklara sağlıklı bir biçimde aktarılması için önerilerimi sunmuş ve belediyelerin öncülüğünde “şivlilik şenlikleri” düzenlenmesini talep etmiştim…

Bu önerimize önce dönemin Karatay Belediye Başkanı olan Sayın Mehmet Şen tarafından yanıt verilmiş sonra özellikle büyükşehir belediyesi ciddi anlamda Kültür Park’ta çocuklar için ve çocuk kalanlar için şenlikler düzenlemişti. 

Bu sene hava soğuk ve karlı olunca kapalı alanlarda yapılıyor ama işin tadı açık havada… Dünyanın bir başka bölgesinde olmayan bu etkinlik, şehrimize has ve tarihini bilemesek de yüz yıllardır yapıldığını varsaymak yanlış olmayacaktır.

13 Ekim 1999 tarihli Yeni Gazete’nin Cönk sayfasında şivliliği genel hatlarıyla anlatmaya çalışmışım…

Şivliliği artık neredeyse tüm ülke biliyor… ama şu şırlan yağını başa sürme meselesi önemli bilmeyenler için anlatmalıyım:

Evin hanımı eşine, sabah giderken tembih eder “şırlan yağını unutma” diye… ertesi günü kandildir, şehirde üç ayların başlangıcı “namaz” diye de tabir edilir ve mutlaka büyükler ziyaret edilir, ellerinden öpülürdü. Öyle mesajla vs. olmaz bu iş haberiniz olsun!

Adamın da o gün, unutma günü olsa gerek şırlan yağını unutur… “Yarın alırım” dese de hanımı kızar; çünkü sabah “bişi bişirilecektir” ve kızar, “namaz geçtikten sonra şırlan yağını başına sür…” ve bu deyim yerleşir Konyalının diline; ne zaman iş işten geçtikten sonra bir iş yapılmaya kalkılsa “namaz geçtikten sonra şırlan yağını başına sür” denilir.

Şırlan yağı dedikleri de susam yağıdır şimdi zaten alamazsınız, başınıza hiç süremezsiniz çünkü kilosu 150-250 TL arasında satılıyor.

Konyalı; eğer akşam fenerleri yaktıysanız şimdi şivlilik toplama zamanı, bize gelirseniz çikolata ve kek var… Sizi keklerim!

Gelemezseniz de sıkmayın canınızı Konyalılar; şırlan yağı sürün, sürebilirseniz…

TAHİR SAKMAN



Pişi

26 Şubat 2020 Konya Kültür Park'ta şivlilik kutlamaları.
Foto: T. Sakman