Çocukluğumun en renkli anıları
Muhacir Pazarı’nda oturduğumuz yıllara ait olmalıydı ki aradan geçen bunca yıla
rağmen bu kadar canlı hatırlayabiliyorum.
Aslında o yılların Konya’sı da oldukça
renkli olmalıydı… Yaz akşamları Gar Aile Bahçesi’nin yanı sıra gidilebilecek
bir hayli yer vardı. O yılların sıcak Konya’sında aklıma ilk gelen yer
Karayolları Bahçesi’ydi…
Yaz akşamları oraya giderdik; çok
nezih bir ortamdı, müzik dinlerdik. Yanılmıyorsam ünlü sanatçımız Neşe
Karaböcek’i de ilk orada dinlemiştik. Neşe Karaböcek daha sonraki yıllarda
hemşehrimiz Bestekâr Udi Timur Alpsakarya’nın ağabeyi Atilla Alpsakarya ile
evlenmiş dolayısıyla yengemiz olmuştu.
Bir akşam buradaki bir gösteriden
oldukça korkmuş, saklanacak yer aramıştım: Elbisesinin her yerinde farklı
boylarda bıçakların asılı olduğu Kafkas kıyafetli bir adam, geniş bir tahtanın
önünde duran kadın asistanına bıçaklar fırlatıyordu. Ne cesaret!
Nefesimi tutmuş izlerken gözlerim
fal taşı gibi açılmıştı. Ortamın sessizliğini bıçakların vınlaması bozuyordu. Kadının
arkasında bulunan tahtaya saplanan bıçakların tok sesi, beynimde uğultulara
sebep oluyordu. Santim farkla kadının etrafına sıralanan bıçakların görüntüsü
belki de bende bir travmaya neden olmuştur ki hâlâ bıçaklardan uzak durmayı
yeğlerim.
Devlet Tiyatrosu’nun olduğu bina,
Konya İlk Halk Kitaplık binasıydı. Yan taraftaki bahçesi, çay bahçesi olarak
hizmet verirken giriş katındaki büyük salonda çeşitli sanatsal faaliyetler
yürütülürdü.
Bir kış günü annemle gitmiştik,
Kutlu Payaslı’nın konseri vardı. Konserden sonra dışarı çıktığımızda lapa lapa
yağan bir kar bizi karşılamıştı.
Düdüklü tencere biz buradayken
çıkmıştı… Çocuk aklımla, düdük lafını duyunca çok sevinmiş, tencerede düdük
aramıştım! Nasıl kolaylıktı; önce ocakta, maltızda pişen kuru fasulye sonra gaz
ocağına terfi etmiş şimdi de düdüklü tencerede, eskisi gibi saatlerce imil imil
pişmesini beklemeden kısa sürede hazır oluyordu.
Lezzet mi dediniz? Çok ararsınız…
Hani o, bizim Ayşe kadın
fasulyemiz vardı ya “komşunun dumanında” pişen… Başarakavak köyünden gelenler?
Annemin acemiliğine denk gelmiş,
tam soğumadan kapağını açınca olanlar olmuştu; kuru fasulyeler annemin elini,
yüzünü yakmıştı… Böyle durumlarda eskilerin gerekçesi hazırdı zaten; “ustalık
sindi” derlerdi…
Optimist marka gaz ocakları çok
meşhurdu o zamanlar, diğer markalara göre sessizdi... Önce ispirto döküp
yakılarak başlığının ısınması sağlanırdı ki havayla sıkıştırılan gaz yağı uçucu
bir hâle dönüşüp yansın… Ara sıra tıkanırsa söner ve gaz yağı kokusu evi sarardı.
Hemen özel iğnesiyle tıkanıklık giderilir ve tekrar yakılırdı.
Laf aramızda her ne kadar yenisini
de alsak, bizim evde, evlenirken aldığımız düdüklü tencere hâlâ duruyor ve kırk
yılı aşkın bir süredir pişirmeye devam ediyor. Bizimle birlikte o da pişiyor!
Tüp gazlar çıkınca gaz
ocaklarının pabucu dama atıldı… çok sonraları allanıp pullanıp vitrinleri bir
nostalji abidesi gibi süslediyse de şimdilerde o da unutuldu gitti…
Ben gaz ocağının sesini çok
severdim yanına kıvrılıp yatardım kedi gibi… o yıllarda kedim yoktu ama küçücük
bir köpeğim vardı, ne çok severdim onu... Sonra bir araba çiğnemişti galiba…
arkasından çok ağlamıştım.
İlk bulaşık deterjanı yine biz bu
mahalledeyken çıkmıştı. Kadınlar bayram etmişti resmen.
Plastik poşetlerin içinde
satılıyordu, “Güneş Deterjanı…” Kül ile ovmaktan, sabun köpürtmekten
kurtulmuşlardı; çabucak bulaşıklar yıkanıyor böylece sinemaya geç kalınmıyordu…
Sinemaya geç kalınmıyordu ama ya
doğaya verilen zarar? O yıllarda kimsenin aklına bile gelmiyordu!
Anamdan çok dayak yediğim yıllar
aynı zamanda… belki de sırpatlığım bundandır… öyle az buz değil, tokadın sesi
Alâaddin’den duyulurdu…
Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Udi
Bestekâr Timur abinin isminin yeni yeni duyulduğu yıllar… Babamla bir ara,
babamın Tevkifiye Caddesi’ndeki o merdiven altı dükkânın üstündeki -ki bir kişi
o merdivenleri zor çıkardı, çok dardı- müzik aletleri ve malzemeleri satmak
üzere ortak bir dükkân açmışlardı. Timur abi orada müzik dersleri de veriyordu.
Sonra neden bilmiyorum kapattılar. Birçok gazinoda da akşamları birlikte sahne
alıyorlardı. (Timur abi, bir paragrafta anlatılacak bir insan değil; onu ayrı
bir yazı konusu yapmalıyım.)
Mehmet Ali (Renkligündoğdu) dayım
vardı, çok iyi bağlama çalardı. Devlet Demiryolları’nda usta olarak çalışır,
geceleri de şehrin muhtelif gazinolarında çalardı. İstasyon Gar Aile
Bahçesi’nin yanı sıra Meram son duraktaki şimdi Kafem olarak hizmet veren yerde,
o dönemler içkili gazino vardı, orada çalardı. Yakışıklı olduğunu söylememe
gerek var mı?
Şimdiki gibi öyle kâğıt mendiller
yoktu… Mendillerin bile bir asaleti, duruşu, nezaketi vardı. Hani her bayram,
şekerin yanında biz çocukların cebine konulan süslü süslü hediye mendiller…
Tabii her mendil, bizim çocuk mendilleri gibi masum değildi; dayım rujlu
mendillerini anneme getirirdi yıkanması için de anlamazdım, meğerse… yengem
duymasın bunu!
Dayım, küçükken müziğe merak
sarmış ama öyle kolay mı bir bağlama almak… Çocuk aklıyla yağ tenekesine bir
sopa çakmış, teller uydurmuş… Dayım çok yaratıcıydı, Garipler’deki evde ramazan
akşamları Karagözcülere özenip limon kasasından kukla sahnesi bile yapmıştı,
mumlarla aydınlatırdı.
Bir gece sabaha kadar ağlamış ve
anneannem dayanamamış gitmiş bir cura almış dayıma… Sesi de güzeldi dayımın ve
tezenesi de… yıllar sonra ben bir kasetini bulmuştum. “Kır onu” demişti de ben
dinlememiştim… (O kaset hâlâ bende saklı.) Ne de olsa artık o bir hacıydı ve
Konya’da gelenek olduğu üzere tövbe etmiş, sazı bırakmıştı…
Konya müziği için büyük kayıptı…
Bu tövbe meselesi oldukça
enteresandır; kimisi “Konya toprağında çalmayacağım” diye kimisi ise “elime
almayacağım” diye yemin eder ki ilerleyen günlerde hani canı çekerse kitaba
uydurulsun diye…
Ayakkabısının içine başka
şehirden toprak getirtip koyanların veyahut kanunu eline almadan, kucağına
başkasının koymasından sonra çalanların hikâyeleri şehrin hafızasını süslerken,
bu renk cümbüşünden nerelere geldiğimizin de kinayeli bir tablosu çizilir
aslında…
O yılların anlayışıyla günümüzün
anlayışı arasında eskilerin deyimiyle “arada Takkeli Dağ var” demek mümkün…
Hatta “Loras var” bile diyebilirsiniz!
O insanların dünyası bir başa
dünyaya evrildi (yoksa “çevrildi” demem mi daha uygun?) şimdi… ve galiba bizler
yaşlandıkça da dünün yarı sisli, boz bulanık hatıraları arasında gezinirken, belki
de dünü biraz abartıyoruz; çünkü bugünü hazırlayanın aslında dün olduğunu
unutuveriyoruz.
Bir gün, bizi de unuturlar ama
yazdıklarımız, anılarımız; şehrin ortak hafızasının en görkemli yerinde, dünün
ihtişamını/hoşgörüsünü ve tabii ki o mutluluğu yaşamaya, sonsuza dek devam
edecektir.
TAHİR SAKMAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınız kişisel haklara ve yasalara uygun olmalıdır, yorumlarınızdan dolayı sorumlu olacağınızı lütfen unutmayınız.