YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

14 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅵ (KOMŞUNUN DUMANINDA PİŞMEK)

 




Çocukluğumun en renkli anıları Muhacir Pazarı’nda oturduğumuz yıllara ait olmalıydı ki aradan geçen bunca yıla rağmen bu kadar canlı hatırlayabiliyorum.

Aslında o yılların Konya’sı da oldukça renkli olmalıydı… Yaz akşamları Gar Aile Bahçesi’nin yanı sıra gidilebilecek bir hayli yer vardı. O yılların sıcak Konya’sında aklıma ilk gelen yer Karayolları Bahçesi’ydi…

Yaz akşamları oraya giderdik; çok nezih bir ortamdı, müzik dinlerdik. Yanılmıyorsam ünlü sanatçımız Neşe Karaböcek’i de ilk orada dinlemiştik. Neşe Karaböcek daha sonraki yıllarda hemşehrimiz Bestekâr Udi Timur Alpsakarya’nın ağabeyi Atilla Alpsakarya ile evlenmiş dolayısıyla yengemiz olmuştu.

Bir akşam buradaki bir gösteriden oldukça korkmuş, saklanacak yer aramıştım: Elbisesinin her yerinde farklı boylarda bıçakların asılı olduğu Kafkas kıyafetli bir adam, geniş bir tahtanın önünde duran kadın asistanına bıçaklar fırlatıyordu. Ne cesaret!

Nefesimi tutmuş izlerken gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Ortamın sessizliğini bıçakların vınlaması bozuyordu. Kadının arkasında bulunan tahtaya saplanan bıçakların tok sesi, beynimde uğultulara sebep oluyordu. Santim farkla kadının etrafına sıralanan bıçakların görüntüsü belki de bende bir travmaya neden olmuştur ki hâlâ bıçaklardan uzak durmayı yeğlerim.  

Devlet Tiyatrosu’nun olduğu bina, Konya İlk Halk Kitaplık binasıydı. Yan taraftaki bahçesi, çay bahçesi olarak hizmet verirken giriş katındaki büyük salonda çeşitli sanatsal faaliyetler yürütülürdü.

Bir kış günü annemle gitmiştik, Kutlu Payaslı’nın konseri vardı. Konserden sonra dışarı çıktığımızda lapa lapa yağan bir kar bizi karşılamıştı.

Düdüklü tencere biz buradayken çıkmıştı… Çocuk aklımla, düdük lafını duyunca çok sevinmiş, tencerede düdük aramıştım! Nasıl kolaylıktı; önce ocakta, maltızda pişen kuru fasulye sonra gaz ocağına terfi etmiş şimdi de düdüklü tencerede, eskisi gibi saatlerce imil imil pişmesini beklemeden kısa sürede hazır oluyordu.

Lezzet mi dediniz? Çok ararsınız…

Hani o, bizim Ayşe kadın fasulyemiz vardı ya “komşunun dumanında” pişen… Başarakavak köyünden gelenler?

Annemin acemiliğine denk gelmiş, tam soğumadan kapağını açınca olanlar olmuştu; kuru fasulyeler annemin elini, yüzünü yakmıştı… Böyle durumlarda eskilerin gerekçesi hazırdı zaten; “ustalık sindi” derlerdi…

Optimist marka gaz ocakları çok meşhurdu o zamanlar, diğer markalara göre sessizdi... Önce ispirto döküp yakılarak başlığının ısınması sağlanırdı ki havayla sıkıştırılan gaz yağı uçucu bir hâle dönüşüp yansın… Ara sıra tıkanırsa söner ve gaz yağı kokusu evi sarardı. Hemen özel iğnesiyle tıkanıklık giderilir ve tekrar yakılırdı.

Laf aramızda her ne kadar yenisini de alsak, bizim evde, evlenirken aldığımız düdüklü tencere hâlâ duruyor ve kırk yılı aşkın bir süredir pişirmeye devam ediyor. Bizimle birlikte o da pişiyor!

Tüp gazlar çıkınca gaz ocaklarının pabucu dama atıldı… çok sonraları allanıp pullanıp vitrinleri bir nostalji abidesi gibi süslediyse de şimdilerde o da unutuldu gitti…

Ben gaz ocağının sesini çok severdim yanına kıvrılıp yatardım kedi gibi… o yıllarda kedim yoktu ama küçücük bir köpeğim vardı, ne çok severdim onu... Sonra bir araba çiğnemişti galiba… arkasından çok ağlamıştım.

İlk bulaşık deterjanı yine biz bu mahalledeyken çıkmıştı. Kadınlar bayram etmişti resmen.

Plastik poşetlerin içinde satılıyordu, “Güneş Deterjanı…” Kül ile ovmaktan, sabun köpürtmekten kurtulmuşlardı; çabucak bulaşıklar yıkanıyor böylece sinemaya geç kalınmıyordu…

Sinemaya geç kalınmıyordu ama ya doğaya verilen zarar? O yıllarda kimsenin aklına bile gelmiyordu!

Anamdan çok dayak yediğim yıllar aynı zamanda… belki de sırpatlığım bundandır… öyle az buz değil, tokadın sesi Alâaddin’den duyulurdu…

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Udi Bestekâr Timur abinin isminin yeni yeni duyulduğu yıllar… Babamla bir ara, babamın Tevkifiye Caddesi’ndeki o merdiven altı dükkânın üstündeki -ki bir kişi o merdivenleri zor çıkardı, çok dardı- müzik aletleri ve malzemeleri satmak üzere ortak bir dükkân açmışlardı. Timur abi orada müzik dersleri de veriyordu. Sonra neden bilmiyorum kapattılar. Birçok gazinoda da akşamları birlikte sahne alıyorlardı. (Timur abi, bir paragrafta anlatılacak bir insan değil; onu ayrı bir yazı konusu yapmalıyım.)

Mehmet Ali (Renkligündoğdu) dayım vardı, çok iyi bağlama çalardı. Devlet Demiryolları’nda usta olarak çalışır, geceleri de şehrin muhtelif gazinolarında çalardı. İstasyon Gar Aile Bahçesi’nin yanı sıra Meram son duraktaki şimdi Kafem olarak hizmet veren yerde, o dönemler içkili gazino vardı, orada çalardı. Yakışıklı olduğunu söylememe gerek var mı?

Şimdiki gibi öyle kâğıt mendiller yoktu… Mendillerin bile bir asaleti, duruşu, nezaketi vardı. Hani her bayram, şekerin yanında biz çocukların cebine konulan süslü süslü hediye mendiller… Tabii her mendil, bizim çocuk mendilleri gibi masum değildi; dayım rujlu mendillerini anneme getirirdi yıkanması için de anlamazdım, meğerse… yengem duymasın bunu!

Dayım, küçükken müziğe merak sarmış ama öyle kolay mı bir bağlama almak… Çocuk aklıyla yağ tenekesine bir sopa çakmış, teller uydurmuş… Dayım çok yaratıcıydı, Garipler’deki evde ramazan akşamları Karagözcülere özenip limon kasasından kukla sahnesi bile yapmıştı, mumlarla aydınlatırdı.

Bir gece sabaha kadar ağlamış ve anneannem dayanamamış gitmiş bir cura almış dayıma… Sesi de güzeldi dayımın ve tezenesi de… yıllar sonra ben bir kasetini bulmuştum. “Kır onu” demişti de ben dinlememiştim… (O kaset hâlâ bende saklı.) Ne de olsa artık o bir hacıydı ve Konya’da gelenek olduğu üzere tövbe etmiş, sazı bırakmıştı…

Konya müziği için büyük kayıptı…

Bu tövbe meselesi oldukça enteresandır; kimisi “Konya toprağında çalmayacağım” diye kimisi ise “elime almayacağım” diye yemin eder ki ilerleyen günlerde hani canı çekerse kitaba uydurulsun diye…

Ayakkabısının içine başka şehirden toprak getirtip koyanların veyahut kanunu eline almadan, kucağına başkasının koymasından sonra çalanların hikâyeleri şehrin hafızasını süslerken, bu renk cümbüşünden nerelere geldiğimizin de kinayeli bir tablosu çizilir aslında…

O yılların anlayışıyla günümüzün anlayışı arasında eskilerin deyimiyle “arada Takkeli Dağ var” demek mümkün… Hatta “Loras var” bile diyebilirsiniz!

O insanların dünyası bir başa dünyaya evrildi (yoksa “çevrildi” demem mi daha uygun?) şimdi… ve galiba bizler yaşlandıkça da dünün yarı sisli, boz bulanık hatıraları arasında gezinirken, belki de dünü biraz abartıyoruz; çünkü bugünü hazırlayanın aslında dün olduğunu unutuveriyoruz.

Bir gün, bizi de unuturlar ama yazdıklarımız, anılarımız; şehrin ortak hafızasının en görkemli yerinde, dünün ihtişamını/hoşgörüsünü ve tabii ki o mutluluğu yaşamaya, sonsuza dek devam edecektir.

TAHİR SAKMAN




Timur Alpsakarya'nın gençlik yıllarından...


 Timur Alpsakarya 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınız kişisel haklara ve yasalara uygun olmalıdır, yorumlarınızdan dolayı sorumlu olacağınızı lütfen unutmayınız.