YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

29 Ocak, 2024

BAĞRIMIZDA SİLLESİN “SİLLE”


 

BAĞRIMIZDA SİLLESİN “SİLLE”

 

SİLLE
 
bilir misin takkeci pınarı’nın
yorgun akşamlarda
suya düşürdüğü matemi
ve o suların
çiğ düşmüş çimendeki feryadını
 
sille kızının ilmek ilmek ördüğünü
kerkitten kaç bin yılı gördüğünü
bilir misin
 
kaya kiliselerden dökülen
gül beyaz kokuların
camilerde yeşil nurlara
dönmesinin sırrını
 
testicinin ocağında pişen
kimin toprağı
bu ateş söndürmez beni
sille’nin bağlarını yaktığınız gibi
yüreğime döktüğünüz betonları
 
bilir misin
bin yılda kaç türkü söyledik
 
TAHİR SAKMAN

 


 

2000’li yıllarda yazdığım gazetelerde Sille ile ilgili o kadar çok şey yazmıştım ki Konyalıların pek çoğu beni Silleli zannetmişlerdi. Sille için söylediğim şiirler de çok beğeni toplamıştı.




 
O yıllarda merhum Doç. Dr. Hasan Özönder miydi yoksa Prof. Dr. Mustafa Özcan Hocam mıydı şimdi tam anımsayamadım ama bir proje geliştirmeye çalışıyorduk: Sille’den göç edenlerden hayatta olanları veya onların çocuklarını getirecektik, buradan da günümüz Sille’sinden vatandaşlarımızı Yunanistan’a götürecektik ama o dönemlerde gerginleşen ilişkiler yüzünden rafa kaldırmıştık.




 
Sille’den göç edenlerden çok yaşlı bir kadınla Türbe Caddesi’nde iş yerim olduğu zamanlar tanışmıştım. Anadolu kadınlarından hiç farkı yoktu; entarisi, başında işlemeli yaşmağı ile ayırt etmeniz mümkün değildi. Ölmeden çocuklarını, torunlarını yanına alıp doğduğu Sille’yi görmek için gelmişti.
 
Sille o yıllarda çok haraptı mesela Çarşı Hamamı yıkıldı yıkılacaktı; bu tehlikeyi görüp yazmıştım… Aya Eleni Kilisesi ciddi restorasyon istiyordu keza camiler de öyle… Sille’nin girişinde belediyenin yaptırdığı ve tarihi dokuya hiç uymayan Sille’nin bağrında bir yumruk gibi duran bir binanın kaldırılması için de yazmıştım. Sille’nin tarihine, kültürüne sahip çıkmanın gerekliliğine işaret etmiştim.




 
Sille’yi öylesine benimsemiştim ki Nüve Kültür Merkezi tarafından yayımlanan Kırmızı Yazılar isimli kitabımın kapağında, sevgili dostum İrfan Çakır’ın Aya Eleni Kilisesi'nde bendenizi çektiği muhteşem bir fotoğrafı kullanmıştık.




 
Ama böyle olmasını da istememiştim doğrusu. Bazen Sille’ye bakıp bir suçluluk duygusu hissetmiyorum diyemiyorum. Hiç yazmasa mıydık, dikkatleri üzerine çekmese miydik, kamuoyu oluşturmasa mıydık, nerede hata yapmıştık?




 
Sille’nin tarihi dokusuna sahip çıkarken böyle olsun istememiştik. Sille bugün bir şantiye görünümünde… Her tarafta bir inşaat yükseliyor. Ne kadar doğrudur? Bugün Silleliler, Silleyi terk ediyor haberiniz var mı?   




 
Sillenin o cehri tarlalarının yerinde yeller bile esmiyor, betonlar yükselmiş. Adım başında bir kafe… Hafta sonları giremiyorsunuz bile… Bu kalabalık keşke diyorum kahvaltı yerine Sille’nin tarihini, kültürünü, folklorunu merak edip gelmiş olsalardı…




 
Bir yazıma “Bağrımızda sillesin Sille” başlığını atmıştım… aradan geçen bunca yıldan sonra belki içerik olarak değişti ama başlık yine aynı kaldı:
 
Sille; bağrımızda sille olmaya devam ediyor…
 
TAHİR SAKMAN
 

28 Ocak, 2024

YASAKLI AYNALAR



YASAKLI AYNALAR
 
Eskilerin bir sözü vardır: “Bir şeyin şüyuu vukuundan beterdir” diye…
 
Yani diyor ki bir şeyin yapılmasından/ olmasından duyulması, konuşulması daha beterdir… Yani duyulmadığı/ görülmediği sürece sorun yok gibi de algılayabilirsiniz ki biz çoğu zaman böyle anlıyoruz…
 
Son yıllarda TV'ler kültürümüzü oldukça artırırken(!) topluma kendi gerçeğini çarpıcı bir biçimde gösteren diziler de hayatımıza girdi. Toplumsal eleştiri dozunu bir hayli yükselten bu dizilerde, aynada kendimizi görmenin şaşkınlığını yaşadık…
 
Dizilerin dışında da en çok aile yapımızı bozduğu gerekçesiyle eleştirdiğimiz programlara baktığımız zaman da şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz… Bozulan aile yapımızı ve ahlaki çöküntünün sınırlarını zorlayan bir halde olduğumuzu gösteriyor aslında bu programlar. İnsanımızın cehaletini ve düştüğü hazin durumun nedenlerini ve çözümlerini araştırmak yerine, herkes, “kapatın bu programları, yasaklayın” korosuna katılıp, ahlak bekçiliğine soyunuyor.
 
Programın ne suçu var ki, onlar olanı gösteriyor; tıpkı, Kızıl Goncalar ve İnci Taneleri isimli dizilerdeki gibi… Her ne kadar bunlar hayali olsa da gündelik yaşantımızın içinde sıkça tanıklık ettiğimiz olaylar.
 
Bu ülkede zaten hiç pavyon yok, konsomatrisler çalışmıyor ve bu mekânları ayakta tutan müşteriler de uzaydan geliyor olmalı…
 
Gerçeklerle yüzleşmeyi öğrenmeliyiz, asıl korktuğumuz da bu zaten. Görmezden geldiklerimizi yüzümüze bir şamar gibi çarpıyor bu tür programlar. TV’leri kapatınca, dizileri yasaklayınca sorunlar çözülecek mi? Yoksa şüyuu, vukuundan beter sözü aktif hale mi gelecek? Başımızı kuma da gömelim mi?
 
İnci Taneleri… Yılmaz Erdoğan; oyuncu, senarist, yönetmen ve şair kimliğini kullanarak dizinin ilk bölümünde toplumsal eleştirinin dozunu olabildiğince yukarılara taşırken (başkasına değil) kendimize ayna tutuyor. En basit bir sahnede bile insan ilişkileri hakkında bize ders veriyor.


"Müsaitsen sarılabilir miyim?" Hiç müsait olmuyoruz dostça, kardeşçe sarılmaya... Oysa en çok da buna ihtiyacımız var. Ne zaman sevgiye, insanlığa, barışa, sosyal adalete müsait olacağız?
 
Toplumumuzun yönü, yön değildir, görmüyor musunuz? Aynaları da yasaklayalım mı?
 
Belki de meşhur sözümüzü tersten okumanın zamanı gelmiş olmalıdır:
 
“Bir şeyin vukuu, şüyuundan beterdir…”  
 
Duyulmasını değil de olmasını beter olarak gördüğümüz gün, çok şey kendiliğinden düzelmiş olacak…
 
TAHİR SAKMAN
 

27 Ocak, 2024

YAĞARIM BELKİ


 

YAĞARIM BELKİ
 
Niye yağayım ki? Nereye?
 
Şimdi yağarsam; Takkeli gözlerini indiriyor gibi olacak! Loras da bugünlerde biliyorum çok efkârlı; yağsam başı dumanlı diyeceksiniz!
 
Sizin gözleriniz hiç Meram Çayı gibi aktı mı? Son gazel düştüğünde Meram’a; bülbül sehere dek ağlar, niye, hiç düşününüz mü?
 
Sonra nereye yağacağım ki?
 
Kestiğiniz, yok ettiğiniz bağlara bahçelere mi? Beton beton üstüne kurduğunuz şehirlere mi? Bir kerpiç damınız olsa neyse; en azından ona yağardım ve baharda yeşerirdi…
 
Sizin hayalleriniz bile yok! Siz kuru gürültülü bir yaşantının çocukları olmayı seçtiniz, ben size niye yağayım? Renklerinizi nerede unuttunuz?


Yeşerteceğim düşleriniz yok, bağlarınız, bahçeleriniz, ağaçlarınız yok! Yağmam size…
 
Oysa o kadar çok istiyorum ki yağmayı ve gök ağlıyor demenizi… ben ağlarım ve hep ağlamak istiyorum, bunlar sevincin gözyaşları; sevdaya duracak harmanların, başını suya sokup ıslatacak bir çift güvercinin sevincidir bu…
 
Hak ettiğinizi sanmıyorum. Yağmam size!
 
Bacalarınız kirletti beni, hem kirletmediğiniz ne kaldı?
 
Düşünceleriniz diyorum oradan mı başlasanız temizlenmeye… doğayı sevmeyi, yaşarken yaşamın tüm renklerini tatmayı… yani diyorum fırsatınız varken doğayı yaşayın ya hu!
 
Yağmayacağım size… ama toprağın sesini duyuyorum ve toprağın beslediği canları…
 
Haydi, biraz çeki düzen verin kendinize; ağaç dikin yine eskisi gibi, eskisi gibi varsın toprak damlarınız aksın berekete… çocuklarınızın hiç bilmediği “yağmur yağıyor/ seller akıyor/ Arap kızı…” haydi, yine camdan baksın artık…
 
“Yağ yağa yağmur/ Teknesi hamur/ Sokakları çamur/ Ver Allah’ım ver/ Sicim gibi yağmur…”




  
Size söz; işte o zaman yağacağım… ya da sizler modern orta çağın karanlıklarında yaşarken ben ak yüzümle yükseklerde bulut bulut gezeceğim!
 
TAHİR SAKMAN
 

 

25 Ocak, 2024

BİR YOL BİLİYORUM (AHMET ZİYA ÖZKUL)


 

BİR YOL BİLİYORUM (AHMET ZİYA ÖZKUL)
 
Herkesin bir ölümü var, ya şairlerin ölümü?
 
Belki şiirin / yaşamın ölümüdür, şair ölümü… bilmiyorum; en azından şimdilik! Hiç ölmedim… bir gün ölürsem söylerim…
 
Ama ölen şair arkadaşlarım oldu; hepsi de can dostlarımdı, çok şey paylaşırdık; hayatta en çok kıymet verdiğimiz şiirlerimizi paylaşırdık.  Daha ne olsun?
 
Hacı Fettah Mezarlığı’nın karşısında ailesinden kalan bir evi vardı, annesini kaybettikten sonra yalnız… şiirleriyle, kedisi ve bir de kanaryasıyla yaşardı. Ruhi sıkıntıları vardı ve bu yüzden eşinden de ayrılmıştı. Kızı vardı, onu çok severdi, hafta sonları onunla vakit geçirirdi.
 
Ahmet Ziya Özkul’dan bahsediyorum… 1949 Doğanbey doğumluydu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türkoloji bölümünden mezun olduktan sonra Konya İmam Hatip Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydi.
 
Üç şiir kitabı yayımlandı dostumun; On Sekiz Yaş Şiirleri (1982), Hocaya Çak Bir Selam (1984) ve Bir Yol Biliyorum (1985) … Şiirlerinden bir tanesi öğrencisi olan şehrimizin yetiştirdiği müzisyenlerden Gündoğar tarafından bestelenmişti.
 
Sıkıntılarının çoğaldığı… aslında bizi delirten sizlersiniz; sizin bu bozuk düzen işleriniz, iki yüzlü, bir öyle bir böyle, akçe üzerine kurulu dünyanızdır bizi delirten… Sizin gözünüz dönmüş; dünyayı kan ve ateşe boğarken, sizin tek düşündüğünüz akçeleriniz… Barışmış, sevgiymiş, edebiyatmış… mış, mış, mış… öyle ayrı dünyalarda yaşıyoruz ki…
 
Amerika’nın Irak’a saldırdığı günlerdi… Türbe Caddesi’ndeki saatçi dükkânıma bir hışımla girmiş saydırmaya başlamıştı. En başta da bana; küfürlerin bini bir paraydı. Sesimi çıkarmadan yarım saate yakın dinledim, susunca “yanında ilacın var mı” diye sordum. Cebinden bir iğne çıkardı, hemen İstanbul Caddesi’ndeki eczanelerden birine birlikte gidip yaptırdım. Sonra özür diledi… Ne önemi vardı ki, haklıydı…
 
Bir kediye ceza kestiğini (bazı odalara girmesini yasaklamıştı) anlattı, kuşuna yan baktığı için, bir başka gün TV’nin Galatasaray maçını şifreli verdiği için tam bir hafta açmamıştı… Telefon da cezalıydı; sadece akşamları 19,30-20,30 arası bir saat içinde arayan olursa açardı. Okulda yönetmeliklere aykırı olmasına rağmen sakalını kesmemiş, uzatmıştı. Öğrencilerini uyarırdı; çantaların üzerinde yabancı yazı olmayacaktı hele hele Amerikan bayrağına asla tahammülü yoktu. Çantasını değiştirmesi için öğrencilerine para verirdi.
 
En çok gücüne giden şey; öğrencilerinin gözü önünde, dersteyken hastaneye götürülmesi olmuştu… “İlaç içmediğim zamanlar daha iyiyim” derdi hep.
 
“Bir yol biliyorum” dedi ve bir gün evin kapısını çekti gitti… uzun süre haber alamadık, yıllar sonra vefat ettiğini duyduğumda çok üzülmüştüm… meğerse o yol; gökyüzüne çıkıyormuş…
 
“Bir Bol Biliyorum” isimli şiir kitabına, ona ithaf ettiğim Şairlerin Ölümü isimli şiirimi koymuştu, şiirin ilk dörtlüğü şöyle:

 

Güneşi çevirip de tepetakla
Geliyormuş şair kimin umuru?
Ruhuna koyduğu binbir yasakla
Ölüyormuş şair kimin umuru?

 

Aynı kitaba ismini veren şiirin bir bölümü ise şöyle:

 

BİR YOL BİLİYORUM

 
Bir yol biliyorum Allah’a yakın
Bir yol biliyorum Allah’tan uzak
 
Bir yol biliyorum ince upuzun
Bir yol biliyorum berrak mı berrak
 
Bir yol ki çizilmiş alın yazısı
Bir yol biliyorum tuzak mı tuzak
 
Adını sorarsan mezar taşıdır
Bir yol biliyorum bu en son durak
 
Ahmet Ziya Özkul




 

Ve şairler ölür, gökkuşaklarına gömülür…  bizler başka yol bilmeyiz zaten; tıpkı Ahmet Ziya Özkul gibi…
 
TAHİR SAKMAN
 

 

 

24 Ocak, 2024

ŞEFİKCAN HÜZÜN

 


ŞEFİKCAN HÜZÜN
 
Hüzün düşüyor Şefikcan’a…
 
Hafiften bir rüzgâr, yağmur kokularıyla süpürüyor; toprağı, suyla buluşturmamak için yemin etmiş gibi görünen asfalt caddedeki ağaçlardan sararmış hüzünleri süpürüyor, belki son defa…
 
Belki son defa rüzgâr bakışlarıyla salınarak geçiyor ince bir yağmur; var mısınız yok musunuz dercesine belli belirsiz…
 
Kim belli, kim belirsiz ki bu hayatta? Koşturmacalar… ah bu telaşeler öldürür bizi; ne zaman aklıma bir yaşam düşse, bir yaşamak düşse özgürlük dolu; masmavi bir gökyüzü, yemyeşil bir Takkeli düşse… bir yaprak düşüyor içimden:
 
Şefikcan’a düşüyor olmadık düşler…
 
/Loras’tan bir bulut ağdı
Sulu sepken karlar yağdı
Yolcularım hanlarda kaldı
Kaldım evlerde yalınız/
 
Bir türkünün, bir şiirin, bir mısraı bile olamamışsak… o zaman bu yaşam niye?




Şefikcan’a her şey düşüyor; yalnız yaşamların lümpen ayak sesleri çoğaltıyor acıları… Tatköy’ün, Sulutas’ın gölgesi vuruyor ta Altınapa’dan…  
 
Sonrası bir Sille türküsüdür:
 
/Şu Sille’den dün gece geçtim
Görmedim annem/
 
Ah anacığım ah, gerçekten görmedim ne gündüz ne gece…
 
Şefikcan’a görülmedik yalnızlıklar, görülmedik ve bir daha da asla görülmeyecek olan ağır mı ağır serseri bir hüzün düşüyor…
 
Her şey, her şeye düşüyor; bir tek sen düşmüyorsun düşümden…




 
Şefikcan üşüyor… üşüdükçü düşüyor; düştükçe daha da çok düşüyor hüzün…
 
Yeşil bir yaprağın açılmamış baharlarında unutulmuş gibisin; yağmurun ıslatamadığı…
 
TAHİR SAKMAN


23 Ocak, 2024

KIZLAR KAYASI



KIZLAR KAYASI
 
meram aşk ülkesi
çam kokularının böğründe
yaşanmış sevdaların
umarsız hasretlerin çığlıkları
çarpar da dağlara
geri dönemez
kayalar erir
çığlıkların çizdiği
yüreklerin nakışıdır
kayaların suskunluğu
âşıkların bakışıdır
 
ne meram’dır ne çam
sevgilerin yanışıdır
 
sevda yolu uzundur hey
sürer binlerce yıl
ne yol kalır ne kervan
yüreklerde bir sızı
döner durur
 
/zaman içinde bir zaman
zaman
          içimde kervan/
 

Bu uzun şiirimin devamı; “Söylesem Güç Yetmez Sussam İşkence” isimli, 2001 yılında yayımlanan ve kapağını sevgili dostum Zeki Beştepe’nin yaptığı kitabımda… Şimdi okumazsınız belki ama eminim ben öldükten sonra Kızlar Kayası’nda şiiri okuyup yaşamanız ihtimal dahilinde… Geleceğin Konyalısına emanetimdir…




 
Uzun uzun zamanlar öncesi söylemiştim bu mısraları, çok daha uzun uzun zamanlar öncesinden günümüze kalan yanık bir sevda öyküsünden esinlenerek…
 
Mitolojik öyküleri, halk hikâyelerini çok severim özellikle yaşamın kokusunu yüreklerimizde hissettirenleri. Kimilerini şiirleştirmiş kitaplarımda yayımlamıştım.





Kızlar Kayası efsanesini bilmeyen yoktur; hani yüreği sevdalı bir Konya kızı, istemediği bir evlilik için giderken, düğün alayının / kervanının taş kesilmesi… Halkımızın ince zekâsı mı desem yoksa yakıştırması mı; Aşağı Dere Mahallesi’ndeki doğal bir yontu, erozyona maruz kalan kayalardaki figürlere bakıp bakıp bir sevdayı ölümsüz kılmış… orantısız sevgi ve aşka duyulan bir saygının abidesi gibi duruyor orada…
 
2013 ve 2014 yıllarında Anadolu Manşet gazetesinde yazdığım dört makalede, (SAKMAN, [M.] Tahir (2013), “Kızlar Kayası (1)”, Anadolu Manşet, s. 2, (7 Ekim), SAKMAN, [M.] Tahir (2013), “Kızlar Kayası (2)”, Anadolu Manşet, s. 2, (8 Ekim), SAKMAN, [M.] Tahir (2014), “Konyalı Olmayı Hak Etmek (I)”, Anadolu Manşet, s. 2, (22 Ocak), SAKMAN, [M.] Tahir (2014), “Konyalı Olmayı Hak Etmek (II)”, Anadolu Manşet, s. 2, (23 Ocak).) Kızlar Kayası’nın turizme açılması için çevre düzenlemesi yapılmasından bahsetmiştim. Ayrıca Vilayet öncülüğünde yapılan turizme yönelik bir toplantıda da önerilerimi sıralarken Kızlar Kayası’ndan söz etmiştim…
 
Geçtiğimiz günlerde, yazdıklarımızın ve önerilerimizin değerlendirildiğini görmenin sevincini yaşadım; yolumu düşürdüğüm Kızlar Kayası’nda...




Meram Belediyesi güzel bir iş yapmış ve Kızlar Kayası’nın etrafını temizleyip gezilebilir bir alana dönüştürmüş. Ayrıca gece ışıklandırmaları da yapmışlar. Şehrimize bir turizm rotası daha kazandırılmış. Aracınız için park alanı da olması gitmenizi kolaylaştırıyor.



Kızlar Kayası’nda, Konyalı âşıkların ağıtlarını duymak istiyorsanız gitmelisiniz. Bir başka coğrafyanın bir başka efsanesi gibi dursa da onlar bu toprakların sevdası… yüreklerin harında nice âşıklar ses vermişler…
 
Duymak size kalıyor…
 
TAHİR SAKMAN
 

 

 

 

 

 

 

21 Ocak, 2024

SONSUZLUK ÜLKESİNE ÇOĞALMAK

Bu fotoğrafı, 2013 yılında birlikte katıldığımız, Vilayetin düzenlediği Cumhuriyet Balosu'nda ısrarlarım sonucu çekmiştim.

 

SONSUZLUK ÜLKESİNE ÇOĞALMAK
 
/Ne zaman unutsam adını
Ölüm gelir vurur tokadını/
 
Demiştim bir dostun ardından… bugünlerde öyle tokatlar yiyoruz ki…
 
Tabii vefa duygunuz körelmemişse, içinizde hâlâ kıpır kıpır bir şeyler; dostluk adına, yaşanmışlıkların hatırına bir şeyler kıpırdıyorsa…
 
Bu kadar sarsılacağımı bilmiyordum doğrusu; elim yazmaya gitmedi kaç gündür, kaç gündür içimde çöreklenmiş eski bir hüznün parçası kaya gibi…
 
Tüm dostlar birer birer sonsuzluk ülkesine çoğalıyorlar!  
 
En son Anadolu Manşet gazetesinin kurucusu ve sahibi Sabri abimizi yitirdik… oysa ne kadar bizdendi ne kadar sade ve her türlü gösterişten uzak bir yaşantısı vardı… tipik bir Anadolu insanıydı. Çok insana güvenmişti… oysa güvendiği dağlara çoktan karlar yağmıştı…
 
Gazetesinde çalıştığım dönemlerde bazı mevzular olmuş işi bırakmış, gitmiştim, o kadar da işe ihtiyacım olmasına rağmen. Sürekli beni aramış en sonunda tekrar geri dönmüştüm. Tekrar çalışmaya başlamadan önce bazı personele yanımda şunları söylemiş, beni onore etmişti:
 
“Benim Tahir Sakman’a ihtiyacım var, onunla çalışmak istemeyen varsa gidebilir…”
 
Daha bir şevkle devam etmiştim. Tabii çok çalışmanın her zaman çok riskinin olduğunu yeni yeni öğrenecektim. Sabahın sekizinde gelirseniz kimilerinin saat 10’da 11’de hatta 12’de gelmelerine çomak sokmuş olursunuz…
 
Çok çalışırsanız bazılarının çalışmadığı ortaya çıkar ve bu da statükonun hiç işine gelmez!
 
Hele bir gün, bana “Tahir Sakman, ne çabalıyorsun, gazeteyi sen mi kurtaracaksın, gazete zaten batmış…” diyebilen insanların nasıl bir nankörlük içinde olduklarını anlamalarını o kadar çok isterdim ki…
 
Sabri abi de farkındaydı ama kibar insandı…
 
Ah Sabri abi ah; bende yerin çok büyükmüş, o yüreğiyle gülen yüzün, babacan bakışların, mütevazı tavırların… elindeki gazeteyi asla şahsi bir güç olarak görmeyen sadece halkının yanında olan bir anlayışla uzun yıllar devam ettirdiğin için sana bu şehrin, Konya basınının bir şükran borcu olmalı…
 
Yolun, ışıklar içinde olsun…
 
TAHİR SAKMAN

 

17 Ocak, 2024

ÇOK YAŞA SABRİ ABİ


 

ÇOK YAŞA SABRİ ABİ
 
Konya basınında önemli bir yere sahipti… Şehirde zaman zaman yayımlanan muhalif gazetelerin içinde en sürekli olanını yayımlarken nice zorluklara özellikle ekonomiden kaynaklı çok zorlu koşullara yıllarca dayanmıştı.
 
Tam bir gazeteciydi…
 
Gazetede yayımlanacak haberlerden tutunuz baskıya kadar… çok zaman mürekkebe bulanmış elbisesiyle görebilirdiniz onu; çünkü o, gerekirse tüm matbaayı tamir eder gazetenin zamanında çıkmasını sağlardı.
 
Mesleğinden başka hiçbir şeye yaslanmadı…
 
Mesleğine âşıktı ve meslek onuruna her zaman sahip çıkan, çıkanları da takdir eden gerçek bir gazeteciydi. Şehrimizde mesleğinin son örneklerinden bir tanesiydi…




 
Şehirde önemli bir iz bırakmış olan Anadolu Manşet gazetesinin kurucusu ve sahibi Sabri (Altun) abiyi yitirmenin derin üzüntüsü içerisindeyim.
 
Zaman zaman Anadolu Manşet gazetesinde köşe yazılarım, seyahat anılarım yayımlanmıştı. Sonraları bir dönem ciddi ekonomik sıkıntılarımın olduğu ve adeta şehrin bana sırtını döndüğü yıllarda (2013) gazetede bana iş teklifinde bulunmuştu. Gazetenin bütün sorumluluğunu üstlenmemi istemişti ama ben “Genel Yayın Koordinatörü” sıfatını üstlenmiş, Sabri abiyle birlikte çalışmanın mutluluğuna erişmiştim. En zor günlerimde bana arka çıkmıştı. Ben de çok çalışarak yanıt vermiştim. Basın toplantılarına gidiyor, özel haberler, söyleşiler yapıyor ayrıca gazeteyi kültürel bir zenginlikle çıkarmak için didiniyordum. Birlikte takip ettiğimiz basın toplantılarında, sorduğum her soru sonrasında gazetesi adına sevinç duyduğunu hissederdim. Şehirdeki önemli olaylara parmak basmamı sağlar, yaptığımız haberin takibini de yaptırırdı.




 
Selçuklu döneminden miras kalan ecdat yadigârı Piri Mehmet Paşa Camisi’nin önüne gerilen zevksiz, biçimsiz ve tarihi gölgeleyen kirli brandayı “Tarihe Branda” başlığıyla haber yapmıştım. Elinde gazeteyle gelip, ona gelen teşekkürleri anlatmıştı. Çok mutlu olmuştu. Şehirdeki birçok tarihi eserle ilgili haberler yapmış, gerekli restorasyonlarının yapılması için önemli yayınlar yapmıştık. Yerel seçimler öncesi attığım bir manşete kızmış gibi görünse de ne kadar mutlu olduğunu görmüş, gözlerinden okumuştum. Çok iyi anlaşıyorduk; çünkü benim için de kutsaldı gazetecilik…
 
Ama yetmemişti, kriz derinleşti… ve gazeteyi yüreği kan ağlayarak devretmek zorunda kaldı… o çocuğunu terk eden bir baba gibi yüreği yaralı bir hâlde… ben de çok üzülmüştüm… gazetenin yeni sahibi devam etmemizi istemişti… Kadro değişti, gazetenin künyesinden ismim çıkarıldı ve yeni gelen arkadaşlarla uyuşamadım ve ayrılmak zorunda kaldım. Gazetenin daha sonra tekrar satıldığını ve sonrasında da kapandığını üzülerek öğrendiğimde sanki yüreğime bir hançer sokulmuştu.
 
Anadolu Manşet, Konya’nın hafızasıydı… Matbaada gazetenin tüm nüshaları ciltler halinde vardı. Sabri abi gazeteyi sattıktan sonra onları da vermişti. Umarım onlar kaybolmamış, muhafaza altına alınmıştır.
 
Matbaa mürekkebinin kokusunu almamış, bir haberin adrenalini tatmamış insanların bu ruh hâlini bilmesi mümkün değildir.
 
O her zaman onurunu muhafaza ederek, genç gazetecilere de dik durmanın önemli bir örneği olmuştur.




 
Anadolu Manşet gazetesinin 19. kuruluş yıl dönümünü 21 Ocak 2014 tarihinde birlikte kutlamıştık ve o “İnce İnce” isimli köşesinde “Sırtımızı halka dayadık” diyerek, Anadolu Manşet’in 18 yılını özetliyordu… Uzun yıllar “ince ince” dokunarak/dokuyarak Konya halkını habersiz bırakmadı.
 
Sabri abi hayatıma çok şey kattın… en yalnız ve en çaresiz günlerimde yanımda sen durdun…
 
Gittiğin yol cennet olsun…
 
Anadolu Manşet asla kapanmadı; kalbimizde, mürekkep kokularıyla, prova baskıları dahil taptaze duruyor. Ve makinelerin başında da sen…




 
Çok yaşa Sabri abi, sen çok yaşa…
 
TAHİR SAKMAN

 

 

16 Ocak, 2024

GELECEĞE SÖZ SÖYLEMEK


 

GELECEĞE SÖZ SÖYLEMEK
 
Pek çoğumuz bilmez; hani altının kıymetini sarrafın bildiği gibi…
 
Bu şehrin semaları, çocuklarının seslerini saklamakta oldukça mahirdir. Nice sanatçılar, şairler gelip geçmiştir ve elbette; sanat zincirinin altın halkaları günümüzde de sürmektedir…
 
Geleceğe/hayata söz söyleme sanatıdır; şiir… cesaret ister emek ister dahası yürek ister… Yürekli dostlarımızdan bir tanesidir Hasan Ukdem… Şehrin son dönemlerinde yetişen önemli isimlerimizden bir tanesidir. Lirik şiirleriyle gönüllerimizi titreten bir sese sahiptir; onun şiirlerini okurken duygu seline kapılıp gidersiniz. Şiirleri geleceğe kalacak olan şairlerimizden bir tanesidir. Son dönemlerde şiir kitaplarının yanı sıra yaşadığı çevreyi anlatan “Zamanın Behrinde Araplar” isimli önemli bir kitaba da imza atmıştır. Sesinin ve soluğunun nice yılları devireceğinden hiç kuşkumuzun olmadığı isimlerimizden bir tanesidir.
 
Geçtiğimiz günlerde “Yavaş Tahir” başlıklı bir makale paylaşmıştım… Hasan Ukdem duygulanmış ve bendenize bir şiir lütfetmiş…
 
Şiir varsa; yaşam vardır… şiirin olduğu yerde duygu vardır; yürek vardır, en önemlisi insan vardır… Teşekkür ederim sevgili dostum; kalbimin en derinlerinde, bu şiirin, her zaman ses verecektir…
 
TAHİR SAKMAN

 

YAVAŞ YAVAŞ
 
       Şair Tahir Sakman'a
 
Bal anında işler cana
Kana zehir yavaş yavaş
Cahil koşar dört bir yana
Yürür mahir yavaş yavaş
 
İnsan her dem kendin güder
Eksilişler hep bir keder
Nevzat gider, Seyit gider
Eskir şehir yavaş yavaş
 
Böyle dünyaya ne denir
Acı meyve elbet yenir
Efsunlu yıllar tükenir
Kaçar sihir yavaş yavaş
 
Sığar mı gönül fanusa?
Deniz ne söyler yunusa?
Sevdalıdır okyanusa
Akar nehir yavaş yavaş
 
Böyle yürür can kervanı
Eğirir umut kirmanı
Değişmez yolun fermanı
Gelir Ahir yavaş yavaş
 
Hasani de bilmez fazla
Yaşar durur düşle hazla
Ne işimiz olur hızla
Sakman Tahir yavaş yavaş
 
HASAN UKDEM





CENNET


 

CENNET
 
yüreğinde bir niyet
haydi durma dua et
biliyorum gizlidir
gözlerinde o cennet


TAHİR SAKMAN

15 Ocak, 2024

TAHİR YAVAŞ


 

TAHİR YAVAŞ
 
Yazmanın mı yoksa susmanın mı dayanılmaz hafifliği? Ya hatıraların dayanılır ağırlığı?
 
Bir kitap yazmak için 100 kitap okumak… bir makale için 100, haydi sizin gül hatırınız için 10 makale okumanın dayanılmaz cazibesi mi? Ya gözleriniz ne der bu işe?
 
Zamansa zaman; buyurunuz efendim tüm zamanlar emrinize amade?
 
Benim gibi “yazarak konuşan” insanların en büyük takıntısı belki de uygun zamanlarda değil de sürekli uygunsuz zamanlarda veya müsait olmayan zamanlarda sürekli yazmaya çalışmanın hırsı ve ardından gelen rahatlama ve garip bir mutluluk…
 
Yazdıklarınızla o kadar çok kalabalıklaşıyorsunuz ki…
 
Hey Tahir; geldinse vur!
 
Her gün mutlaka yazmak… yazmak sürekli eylem gerektirir; merhum babam, hasta yatağında gecenin bir yarısı gümbür gümbür bir türküyle hane halkını uyandırırdı… “Bu sazı bir gün unutursan, o seni bir hafta unutur! Bir hafta unutursan bir ay, bir ay unutursan bir yıl unutur, parmakların azar” derdi… Aynı yazmak da öyle her ne olursa olsun günde bir saat… Kalem azar mı?
 
Şiir tam tersi; çok okuyup, çok az yazmak… bırak içindeki çağlayanları kendi hâline… sen önüne setler çeksen barajlar da kursan zamanı gelince patlayacaktır, unutma!
 
Bay Tahir; çok tembelleştin, kafanda dönüp duran yazıları yazmalısın.
 
Türbe Önü’ndeki saatçi dükkânımda ekmek parası için çabaladığım günler. Saatlerin tik takları arasında şiir söylediğim, kendimi avuttuğum günler. Bir gün dalmışım; Yeni Konya gazetesinin sahibi Mustafa Naci Gücüyener dükkânın kapısında beni uzun süre çalışırken izlemiş. Ben farkına varınca şöyle demişti: “Dut yemiş bülbül gibi derler… bülbül dutu yiyince doyar ve susar…” mücadelemin farkına varmış ve beni takdir ettiğini söylemişti. Hem esnaf hem şair. Hem esnaf hem yazar…
 
Yazsan ne yazar, yazmasan ne yazar?
 
Düşünüyorum da bazen “cahil cesur olur” sözünün tam karşılığıyım. Boyumdan büyük işlere imza atmışım. İyi ki de atmışım… hem de bir dönem kendimi çok gizlemiştim. Derviş Ozan mahlasının arkasına sığınmış kimse beni tanımasın istemiştim. O Derviş Ozan, çok enteresan bir adamdı; dünyaya kendince ayar verecekti… dünya ona ayar verdi; tıpkı saatlerin ona ayar verdiği gibi ama ne çare ki o, hep ileri gidecekti!
 
Zincirler bir koptu ki sormayın:
 
Seyit (Küçükbezirci) abi “Tahir yavaş” derdi… Nevzat (Küçükerdoğan) abi de “Tahir yavaş” derdi ama farklıydı… Seyit abi sosyal faaliyetlerimi, yazdıklarımı kast ederdi, Nevzat abi rakı içerken…
 
Her ikisi de şimdi görseydi acaba yine Tahir yavaş derler miydi?


Ya sizce “Tahir yavaş” mı?
 
TAHİR SAKMAN
 

11 Ocak, 2024

NAMAZINIZ MÜBAREK OLSUN


 

NAMAZINIZ MÜBAREK OLSUN
 
Şefikcan’daki ilk şivliliğim bu…
 
Doğrusu gelenekten uzak yoz bir kültürün kırıntılarıyla, apartman hayatının da ötesinde devasa yapıların, sitelerin içinde şivliliğin kaybolacağını sanıyordum, yanılmışım…
 
Kimilerinin “çocuk bayramı” diye lanse etmeye çalışmasına aldırmadan, şivliliği tam da gördüğümüz gibi geleneksel yöntemlerle yaşamaları bir yanıt gibiydi. Bir de konser düzenlemişler… bari çocuklar için yapsaydınız, şivlilik kutlamaları sırasında büyüklere konser… Paranız mı çok yoksa aklınız mı …  Milletin parasını çar çur etmeye, geleneğimizi sulandırmaya kalkmaya hiç hakkınız yok…
 
Şefikcan Parkı’nda boydan boya yanan fenerler… belki de beni üzen tek şeydi Çinlilerin dilek fenerlerinin gökyüzünü doldurması… Oysa bizim karpuz fenerlerimiz vardı, davul fenerlerimiz vardı, rengarenk… sonra salça kutularını, yağ kutularını bir sopanın ucuna çakıp içine kül doldurup sonra gaz lambasından gizlice aşırıp döküp yaktığımız meşalelerimiz vardı…




 
Her ne olursa olsun Şefikcan’daki şivlilik coşkusunu hayatımda hiç bu kadar yoğun yaşamamıştım; daha güneş doğmadan çocuklar akın akın, kürem kürem sitelerin önünde apartman görevlilerin dağıttığı şivliliklerle torbalarını çoktan doldurmaya başlamıştı. Yani çok kalabalık şivlilik toplayanları görmüştüm ama bu kadarını ilk defa görüyordum. Ve umudum geleneklerimiz adına yeniden yeşerdi, gözlerim doldu, kalbim sevinçle, çocuk yüreklerle birlikte attı.
 
Yalnız bir şey var çocuklar, tekerlemeyi unuttunuz mu?
 
“Şivli şivli şişirmiş
Erken olan pişirmiş
İki çörek bir börek
Bize namazlık gerek
Şivlilik, şivlilik”
 
Şimdi kırık leblebi, üzüm, ceviz dağıtan kalmadı. Çocukluğumun Konya’sında peynir şekerleri de dağıtılırdı. Gofret, çikolata nadir de olsa dağıtılırdı ve biz aramızda haberleşir o evin kapısına dayanırdık. Şimdiki şivlilikler bayağı bayağı bir lüks… çikolatalar, gofretler çeşit çeşit ve oldukça bol. Bunu çocukların torbalarının büyüklüğünden anlıyorum; hepsi tıka basa dolu…




 
Bundan siyasi kazanç elde etmeye çalışmanın mantığını da anlamış değilim; adam muhtar adayıymış ve parti amblemli minibüsle şivlilik dağıtıyor… elinizi bir çekmediniz gitti…
 
Bugün üç ayların başlangıcı ve akşam da Regaip Kandili… Her ne kadar kandiller bidat denilse de keşke her bidatımız böyle olsa… Bir şiirimde “Namaz günü gelince toplamıştım şivlilik” demiştim; şivliliğin bir başka adı da namaz günüdür şehrimizde… Şivliliğe yüklediğimiz anlamın büyüklüğünü de gösterir bu aslında.
 
Şivlilik merasimi bittikten sonra büyüklere ziyarete gidilip “namazın mübarek olsun” denilir ve elleri öpülürdü. Düşünüyorum; o yıllarda vasıta yok, yayan yapıldak yollara düşerdik. Annelerin, babaların mutlaka elleri öpülürdü… Akranlarımdan pek çoğunun ne anneleri kaldı ne babaları; evde oturup kapımızın çalmasını bekleyeceğiz ama o da sanırım nafile… bir telefon sesiyle yetinip mutlu olmayı öğrendik artık. O da çalarsa…
 
Ben dindar biri değilim (yani bu sizin genel anlayışınıza göre) ama şivliliği, kandilleri ve âdetlerimizi, gelenek ve göreneklerimizi “dindarım” diyen pek çok insandan daha çok önemsiyorum…
 
Şivlilik, Konya merkezli, halkın yüzyılların imbiğinden geçirip şekillendirdiği kültürümüzün önemli bir parçasıdır. Bunu Konya halkı, Konya çocukları yaşatmaktadır… tek dileğim yerel yönetimlerin işgüzarlık edip geleneğimizi yaşatalım derken farklı boyutlara çekmemeleridir. İnanın halkımız sizden daha iyi yaşatacaktır.
 
Şivlilik öğleye kadar sürer… sonra Konya kadınlarının pişi dağıtması başlar, en az yedi kapıya… efendim bekliyorum, şırlan yağında pişenler makbulümdür.
 
Namazınız mübarek olsun, şivlilik…
 
TAHİR SAKMAN