YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

31 Ocak, 2022

ÇOCUKLAR

 








onlara uymayın çocuklar
gökyüzüne uyun özgür olun 
yağmur olun mesela
yağdınız mı herkese yağın

onlara uymayın çocuklar
anlamazlar denizleri mesela
yaşları hiç müsait olmadı
gezmediler zirvesini bir dağın

onlara uymayın çocuklar
kuşların kanadında koşun 
yaşatın ve özleminde olun
atatürk dolu o muhteşem çağın

uymayın/uyumayın çocuklar
kinden kavgadan uzak durun
bilime barışa sevgiye uyun
insanlık olsun tek bağın

bakmayın kusurlarına bağışlayın
toprak gibi cömert olun
ışığınız yarınlarda parlasın
ülkemden yıldızlara değin

rüzgâr gibi sevgiyle
yaşamın yanağını okşayın
her an yeni yepyeni
aydınlıklara doğun

/uymayın onlara uymayın
çocukluk sizde kalsın/

TAHİR SAKMAN

28 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅹ (DEV AYNASI SÜLALESİ)

 


 

Muhacir Pazarı’nda, Selimiye Mahallesi Çaldıran Sokak’ta oturduğumuz yıllar, aile olduğumuz en iyi yıllar gibi geliyor şimdi bana. Henüz kopukluklar başlamamıştı, tüm aile bir araya toplanabiliyorduk, savrulduğumuz yıllar çok sonraları gelecekti…

Özellikle yaz tatillerinde ev dolar taşardı. Abilerimin yanı sıra halam da gelirdi ki halamı da çok severdim. Gülizar halam çok alımlı bir kadındı, Tatar ırkının tüm güzelliklerini üzerinde taşırdı. Zarifti, çok kibardı… 

Muhacir Pazarı’ndaki tüm Tatar dostları, o gelince ki aralarında akrabaları da vardı çok kutlu olurlar sürekli ziyaretine gelirlerdi. Hali vakti yerinde olmayanlara da halam çok yardım ederdi. 

Rahmetli dedem Hakkı Efendi, o dönemlerde, normal kabul edilen dönemlerde ikinci evliliğini Şamine (Şamile’nin galat şekli) ninemizle yapmış. Halam ondan doğma, babamla anneleri ayrı, baba bir kardeşler. Evde kimse yokken babam halama “apla” derdi eğer yabancı varsa bu sefer işler tersine döner, halam babama “abi” demeye başlardı.

Dedem, bulgur pilavını çok severmiş ve Şamine ninemize tembih edermiş; pilavın suyunu dökünce “casss” sesi komşudan duyulmalıymış!

Şemdi bu “casss” çok önemli, bulguru iyi kavurmazsanız o sesi asla duyamazsınız. Dedem, Şamine Hanım’ı boşamaya kalkmış; casss sesi yüzünden, enteresan… Şimdi bizim evde ne zaman pilav pişse, anımsar anlatmaya kalkarım hatta evde çocuklar varsa benden önce onlar anlatırlar, tüm aile ezberledik! Tabii bu durumdan eşimin çok memnun olduğunu da söyleyemem!

Şamine ninemizin son yıllarına şahit oldum, elinden sigara hiç düşmezdi, bir de öksürüğü kesilmezdi… 


Anne tarafından ailesinin Kafkaslardan göç edip geldiklerini anlatırdı halam. Konya’da bir dönem yaygın olarak kullanılan at arabalarını da anne tarafındaki büyük dedelerinin Konya’ya getirdiğini anlatırdı.  Bu arabaların bir adı da şehirde zaten Tatar arabasıydı. Uzun süre şehirde ulaşım ve yük aracı olarak kullanılmıştı. Faytonlar daha lükstü ama at arabaları veya Tatar arabaları halk tipiydi, ucuzdu. Yeni yapıldığı zaman tekerleklerin “çengir çengir” sesini dinlemek için peşine takılırdık tüm çocuklar…

Babam bir türkü okurdu, o günlerin hatırasına yakılan bir türküdür belki de… Türküdeki Şirvan, bugün Azerbaycan sınırları içerisinde kalan bir şehirdir.

Kebabı ince doğra
        Geçerken bize uğra
        Benden başka yâr seversen
        Bilinmez derde uğra
               (Aman aman) meneler
               Şirvanlı meneler
               Küp dibine oturmuş
               İnce elekten un eler

Halam, o yıllarda spor toto oynardı hiç aksatmazdı ve yaş hanesi yıllar yılı 45’i hiç geçmedi… Konya’ya geldiği zaman olay olurdu. Dekolte elbiseleri, rahat tavırları, makyajı, güzelliği ve zarafeti ile konuşulurdu. Gazeteci Ese tembih edilir, bizim eve halam gidene kadar günde iki gazete (Hürriyet, Milliyet) getirirdi, her sabah… Halam notlarını eski Türkçe ile alırdı ve yazısı çok güzeldi.

Dekolte kıyafetler yüzünden babam ta gençliğinde halama çok kızdığını söylerdi hatta bir gün çeşmeye çorapsız gitti diye çok sinirlendiğini de anlatırdı.

Halam ilk evliliğini İzmir eşrafından aslen Girit’ten İzmir’e göçen bir aileden, banka müfettişi olan Vedat Bey’le yapar…

Girit’in Yunanistan’a bırakılmasından sonra oradaki Türk ailelerin çoğu İzmir’e göç etmiş. Vedat Bey’in annesi tek kelime Türkçe bilmiyormuş, Rumca konuşuyormuş ama öz be öz Türk bir ailedir. Kültürlerin, ırkların, dillerin bu kadar iç içe olduğu başka bir coğrafya var mıdır bilmiyorum… Karşılıklı çekilen acıların dili de ortaktır….

Karaman’dan Yunanistan’a göç eden Ortodoks Hıristiyan Türklerin, Sille’den Selanik’e mübadelede giden ve tek kelime Rumca bilmeyen Rumların dramlarını da unutmamak gerek… O insanların hâlâ bu topraklardaki kültürlerini unutmadıklarını, bir Türk gibi kına geceleri yaptıklarını, Konyalı türküsü okuduklarını Youtebe’ye yükledikleri videolardan görünce şaşırıyoruz. Hasretin dili yoktur…

Vedat Bey, çok düzenli, şık, kibar bir beyefendidir. İş icabı her gittiği yeri fotoğraflamış, üşenmemiş bir de arkalarına daktilo ile tarihlerini, açıklamalarını yazmıştır kırmızı şeritle. Bu arşivin büyük bölümü bende, saklıyorum. Hatırasına hürmeten ismi daha sonra Abim Vedat Sakman'a verilmiş.

Ben Vedat Bey’i hatırlamam, ama halamın ikinci eşi Albay Raşit Bey’i çok iyi hatırlarım. Raşit eniştemiz önceleri süvariymiş ve Sarıkamış’ta ciğerlerini üşütünce iç hizmete vermişler, Karşıyaka askerlik şube başkanıydı. Çok disiplinli, düzenli bir adamdı ama iş halama gelince sökmezdi tabii… Halam belki de bu ülkenin ilk feministlerindendir…

Bize geldikleri zamanlar misafir odası onlara açılır böylece ben de girme şansına sahip olurdum o gizemli odaya…. Yerde 12 metrekare yekpare, cehri boyalı Sille halısı ayrıca duvarlarda da duvar halıları vardı.

Raşit eniştemizin at yarışlarına olan tutkusu yüzünden maaşı ilk günlerde bitince, halam, garnizon komutanına çıkmış ve böylece maaşını halam alırdı. Eniştem “Gül” derdi halama “Gül, bir rakı parası verir misin” derdi… Babamla gazinoya giderler hasta olur gelirdi meğerse çok güzel kazaska oynarmış ve sonra hastalanır üç gün evde yatardı. Kronik rahatsızlığı peşini bırakmamıştı.

Halam beni çok severdi. Ona evin tahtaboşunda konserler verirdim elimde ütü kordonuyla. “Dev aynası” sülalesi derdi, bizim aile lakabımız buymuş; dev aynası sülalesi… Halam iki türlü anlatırdı bunu; boylarımız çok uzunmuş ve kendimizi Kaf Dağı’nda görürmüşüz… Gururluymuşuz… Halam haklı olabilirdi ama bizler asla kibirli olmadık; elbette genlerimizden gelen bir sanatçı duruşumuz var ama bunu asla kibir meselesi yapmadık… Sadece onurla dik durduk!

Enteresan bir kadındı halam, eşinin yedek sigarasını çantasında taşır daha bitmeden açıp verirdi. İlerlemiş yaşına rağmen mutlaka makyaj yapar kremlere bürürdü kendini. Oysa halamın ruhu zaten o kadar naif o kadar yumuşaktı ki dünyanın tüm kremlerini sürseniz o kadar yumuşak olamazdı. Kıyafetini inciler, elmas yüzüklerle. küpelerle tamamlardı.

Halam çöpçatanlık yapmayı da çok severdi, birçok insanın evlenmesine vesile olmuştur. Kız kardeşimi isteyecekleri zaman babamdan çekinirler önce halama giderler, keza bendenizin de evliliğine halam büyük ölçüde etken olmuştur. Yuva kurmak onun işiydi ama… kendi yuvasında aradığı mutluluğu bulabildi mi acaba? Sürekli gülen yüzünün arkasında ne dramlar yaşamıştı… Konya’da küçük bir dairede yaşarken bile asla yüzünü ekşitmedi, hayatın getirdiğini sevgiyle kabul etti…

Önce Şamine ninemizi kaybettik sonra Raşit eniştemizi… halam tek başına İzmir’de yapamadı, Karşıyaka’daki evi kapatıp Konya’ya yerleşti. Uzun yıllar yaşadı, babamdan sonra yüz yaşını aşkındı kaybettiğimizde. Hepsi ışıklar içinde olsunlar…

Karşıyaka’daki evine gittiğimizde sanki bir zaman tünelinden geçer gibi olmuştuk… Çift renkli İtalyan erkek ayakkabıları kalıplarıyla, halamın tüylü şapkaları kutuların içinde tertemiz duruyordu. Elbiselerinin hepsi jelatinlerin içinde ütülü sanki halam yeniden gelip giyecekmiş gibi onu bekliyordu.

Halamın bana sözü vardı; avize alacaktı ama ömrü yetmedi. İzmir’deki evinden, sözü yerine gelsin diye dökme pirinç ve mermerden yapılma avizelerini getirdim. Şimdi onlar ışık verdikçe, halamın ruhu daha bir aydınlanıyor, eminim…

Yaşam ışıklarını bir şekilde geleceğe gömüyor ve sürekli tazeleniyor bizse anıları tazelerken Karacaoğlan’ın deyimiyle hiç de yaşamamışa dönenlere sevgilerimizi hatırlıyoruz…

Yaşam, yaşadığınız zaman güzeldir; ne mutlu o insanlara ki yaşadılar, zor zamanlarda yaşamı, mutluluğun resmini çizerek yaşadılar.

Ve onlardan geriye kalan birkaç soluk resmin arkasındaki yazılardan ibaret şimdi… Işık sadece bugünü aydınlatmıyor; dünün ışıkları yarınlara yol veriyor… Bizler, bugünü yaşarken, yarınlarda yaşayacak olanlara da ışığımızın ulaşacağını bilmenin mutluluğuyla müsterihiz…

Ve her şey ışığa dönüşecek bir gün…

 

TAHİR SAKMAN











 

 

27 Ocak, 2022

KUŞ ZAMANI

 


 

Onun için zorunlu bir hapislikti belki ama iyiliği için gerekliydi… sabaha gün düşünce firakın acısı çöktü içine… gökyüzü onu bekliyordu, bir de özgürlükler… yaşamın ne anlamı olabilirdi ki uçamadıktan sonra umuda?

Karnını doyurdu. Pencereyi açtım, kenarına kondu, önce sağa sonra sola baktı… en son arkasına baktı; sanki elveda der gibi, sanki teşekkür ederim der gibi… pırrr… uçtu.. Artık gökyüzü onundu… 

Ah kuş… beni de götürebilseydin gittiğin yere…

Şimdi her şey kuş zamanı…

 KUŞ ZAMANIDIR HER ŞEY


şimdi kuş zamanı
vurur gün yüzüne ayrıkların
sonra eski bir hasretin dumanı
yalnızlıkların
 
şimdi kuş gibi uçmak zamanı
mutluluk hayalinde
bir ses aramak
uzak diyarların
 
şimdi kuş uykularında zamanın
bu dökülen hangi mevsim
salkım saçak bir hikâye
buz tutmuş yüreklerin
 
şimdi kuşlar gibi ürkek
ve tek başına hayatın
olmadığın yerde aramaktır
çoktan kırık kalplerin
 
şimdi kuşların gökyüzü vaktidir
uçmak gerek umuda
sevginin olduğu yerde
seni bekler cennetin
 
bir kuş bir can
bir can bir sevgi
bir sevgi bir yaşam
özetidir her şeyin
 
TAHİR SAKMAN



25 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅸ (BEŞİĞİN ARDI GURBET)

 


 

Hayat mücadelesi dediğimiz; aslında kendi hayatlarımızı sürdürmek için kendimizi yeni cenderelerin içine sokmamız değilse nedir?

Milletler, aileler, kişiler bir şekilde oradan oraya savrulurken içimizde bir yerlerde bir ışık sürekli yanıyor -ki ötesi yanmak zorunda- değilse insan dediğimiz varlık yaşantısını nasıl sürdürebilir ki?

Hepimiz bir yerlere gönüllü sürgünler gibi savruluyoruz…

Abim Vedat Sakman’ın hiç ummadığımız bir zamanda evlilik haberi geldi, sürpriz bir evlilikti… Oysa henüz öğrenciydi; İzmir Ticaret Lisesi son sınıfında öğrenciydi…

Bir yaz tatilinde, elinde mukavva vardı üzerine çeşitli harfler yazılmıştı ve rakamlar… meğerse abim on parmak daktilo çalışmasını onunla yapıyormuş. O dönemlerde öyle daktilo çok yaygın değildi, bu nedenle ticaret lisesi öğrencileri on parmak daktilo için bu şekilde klavye yaparak çalışıyorlarmış.

Babam önce on parmakla daktilo yazılacağına inanmamış… (Oysa babam gibi bir adamın bunu bilmesi gerekirdi, çok enteresan!) Babam, “inanmadım gittim adliyeye” derdi, başkatip tanıdığına sormuş meğer ve öyle ikna olmuş, değilse abimin onunla dalga geçtiğini sanmış…

Şimdi her evde artık bilgisayar var, daktilo bile tarih oldu. (Bununla birlikte de F klavyeler unutulmaya yüz tuttu. Türkçe için en uygun ve kolay kullanımlı olmasına rağmen bilgisayar dünyasının dayatmasıyla Q klavyeler yaygınlaştı. “Kendi dilimize sahip çıkalım” denildikçe inatla… yasa bile çıkarıldı F klavyelerin kullanımıyla ilgili ama… Bana kalsa, çözüm aslında çok basit; hemen yarın yasaklarım Q klavyeyi ve ülkeye girişine/satışına izin vermem.)

Abim ani bir kararla, yıldırım aşk… evlenince sorumluluklarının artması üzerine genç yaşta, profesyonel müzik hayatına atılır. O artık müzisyendir. Okul artık ikinci plandadır. Seher yengem öğretmendi, bir konser esnasında tanışırlar ve sonrası mutlulukla geçen yıllar… mutluluk sonsuza kadar sürmezdi…

Önce bateri çalar… bir gün TRT’de çalarlar. Bordroyu imzalarken bir yazı dikkatini çeker; üç müzisyen, bir davulcu… Bu yazı üzerine bateristi müzisyenden saymadıklarını düşünerek önce gitar sonra solist olarak çalışmaya başlar ki o dönemlerde Hafif Batı Müziğinin ortalığı kasıp kavurduğu yıllar, abim kadife gibi bir sesler sahnelerdeki müstesna yerini almaya başlar.

Artık Konya’ya gelmesi zorlaşmıştır, bizim de onu görmemiz. Zaman zaman ben giderdim İzmir’e ve çalıştığı gazinolara birlikte giderdik. İzmir Kordon’daki gazinolarda çalışıyordu ve henüz o yıllarda besteleri yoktu…

Sonra Grup Doğuş yılları… İzmir’de doğan ve müzikleriyle kendilerini kabul ettiren bu grup -ki o yıllarda müzik grupları ön plandaydı- ses getirmeye başlamışlardı ve İstanbul onları çağırıyordu…

Abim, yıllar yılı tek başına mücadele etti, sanatından ve inandığı evrensel değerlerden asla ödün vermedi; müziğin aydınlık kulvarında, portelere yazdığı notalara yaşantısını aktarırken, bir müzisyenin nasıl olması gerektiğinin de canlı bir örneğiydi.

Babam bile o yıllarında abimin çok yanında olamadı… Bir kopukluk oluştu sanki, nedenini bugün bile çözemiyorum… O, kimseden de bir beklenti içine girmedi. Belki de bunu “yalnızlığım” isimli şarkısıyla afişe etmişti…

Eurovizyona katıldı, kasetler, albümler… abimin bütün şarkıları aslında tek bir şey anlatır, yaşamın vazgeçilmezliği ve renklerin kardeşliği… onun sesi, ilerleyen yaşına rağmen her zaman yaşamın bir türküsü gibi yankılanmaya devam ediyor.

Bazen seherde bir yaprağın üzerindeki çiy tanesidir, bazen hüznün doruklarında ama “illa” sevgiyle, “illa” insanla, doğayla, tüm canlılarla yürümenin hazzıdır.

Ailemizin sesini, babaannemden gelen sanat geleneğimizi geleceğe taşıyan abim, ailemizin ve şehrimizin her zaman gurur kaynağı olmuştur.

Her ne kadar bu şehir tıpkı diğer Konyalı sanatçılara davrandığı gibi… aslında şehir değildi tabii ki, şehrin hiç suçu yoktu, üzerimize giydirmeye çalıştıkları ve bunda da kısmen başarılı oldukları; bize birkaç beden dar gelen, hiç uymayan, yakışmayan ve asla giymeyeceğimiz bir elbiseyi zorla giydirmeye çalışmalarıydı bizleri üzen…

Pek çok Konyalı, hemşehrisi olduğunu bilmeden dinledi uzun yıllar… Sonra Konya’da peş peşe konserler verdi ve şimdi Konyalı onun müziğini dinlerken, müziğinin köklerinde yatan Akbaş Mahallesi’ni, Altın Çeşme İlkokulu’nu, Karma Ortaokulu’nu, Kayalı Park’ı, Eski Garaj’ı anımsıyor.

2019 yılında Deniz Durukan yazdı: “Usulca Vedat Sakman Müzisyen” ismiyle hep kitap’tan yayımlanan eserde, abimin zorlu yaşantısı bu sefer notaların dışında harflere dönüştü…

Kitap aslında Vedat Sakman’ı değil, Konya’yı, Türkiye’yi anlatıyordu. Kişisel bir tarihten, bir insanın yaşantısından yola çıkarak ülkenin pek çok gerçeğine dikkat çekiliyordu.

Çocuk Vedat Sakman’ın, babaannem Vesile Sakman’ın Akbaş Mahallesi’ndeki yaşantısına ilişkin fotoğraflar zaten durumu özetlemektedir. O yılların yoksul Konya’sında yaşam oldukça zorludur.  Abim için ise daha da zor…

Konya’ya ne zaman gelse, ilk gittiğimiz yerdir Akbaş Mahallesi… gözleri; oyunlar oynadığı, düşüp çamuruna belendiği sokakları arar… heyhat, o adresler artık burada değil; nereye taşındığını da kimse bilmiyor abicim…

Belleklerimizin bizi götürdüğü yerde, hüzünden sararmış fotoğraflardan taşan bir esrik şarkı gibi dökülüverir belki bir gün, kim bilir?

Her şey, babaannemin, babamın gurbet gezmesinden dolayı söylediği sözler gibiydi; “beşiğin ardı gurbet…”

Ve abim unutmadı; yıllar sonra “Ateş Oldum” isimli bestesinde “beşik ardı gurbet oldu” derken aslında o da biliyordu, ki gurbeti en iyi o yaşamıştı; hem de bütün çıplaklığıyla…

Beşiğin ardı hâlâ gurbet abicim, kendi yurdunda bile…

TAHİR SAKMAN




 


 








 















24 Ocak, 2022

ÇİÇEK AÇTI UĞURLAR



“uğurlar olsun”
ışıklara ısmarladık umudu
yarından bir önce
kanatlarımda türküler
okunacak özgürce
“uğurlar olsun”
vazgeçmedik bilesin
izindeyiz atam diye
çiçek açtık binlerce
yürüyoruz sevgiye
“uğurlar olsun”
milyonlar sen şimdi
TAHİR SAKMAN

23 Ocak, 2022

DÜŞ

 


 

-her şey beyaz olsaydı-
 
bir şehir düşlüyorum
bir ülke bir dünya
bir de çocuktan insanlar
pamuk şekerinden evler
 
içleri ekmek dolu
bir de sıcak giysiler
herkes alabilsin diye
kilitsiz tüm kapılar
 
bulut gibi özgür kar gibi temiz
yaşam gibi saf
çiçekler açıyor barıştan
düşünceler sevgiden
 
/kuşlar geçiyor içimden/
 
bir can bir cana kıymıyor
yakmıyor burada ateş
bir evren düşlüyorum
tüm renkler kardeş
 
TAHİR SAKMAN
 

20 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅷ (APRAŞ GİDİ)

 



Muhacir Pazarı’ndaki anılarımın hepsi mutlulukla dolu değildi tabii… hayatın iniş çıkışlarında yaşanılan olumsuzluklar da çocuk dünyamdaki anıların arasındaki yerini alırken, çoğu kez onları hatırlamamayı yeğlesem de bu onların yaşanmadığı anlamına gelmiyor…

Ailevi huzursuzluklar da eksik olmuyordu. Annemin kıskançlığı ve babamın da gazinolarda, gece hayatının içinde olmasıydı bu durumu doğuran…

Babamın çok yakın bir arkadaşı vardı; Haydar amca…

Uzun bir pardösü ve palto karışımının üzerine giydiği fötr şapka veya Konyalı lisanıyla “tengerlek” şapkayı, elinden hiç düşürmediği kehribar ağızlık tamamlardı. Yeleğinden sarkan köstekleri de söylememe gerek var mı?

Ayağındaki mest lastiği yaz kış giyerdi, “abdest alması kolay olur” derdi ve her halükârda taktığı kravatı ile çocukluğumun en renkli kişileri arasındaki yeri her zaman baştaydı. Çok severdim…

Gece gündüz neredeyse beraberlerdi, içtikleri ayrı gitmezdi. Haydar amca, zamanında İnlice Köyü’nün muhtarıymış ve çok zengin bir adammış ama ne olduysa ne para kalmış ne tarla… bölgenin ağası durumundayken Konya’da bir kira evinde hayatını idame ettirmeye çalışıyordu.

Babam iki tane eski tütün alır birini Haydar amcaya verirdi. Öğlenleri tabii ki etli ekmek… Camiye de beraber giderlerdi… Şimdi bize garip geliyor ya, önce namaz kılarlar sonra akşam gazinoda gelsin susuz rakılar…

Haydar amca, gümüş savatlı Van işi, Ermeni ustalardan kalan bir tabakaya tütünü özenle doldurduktan sonra ağzını kapatır, yan taraflarına iki tane şaplak atardı. Sonra açar özenle sigara sarardı. Öyle sigara saran kaldı mı bilmiyorum. Ağızlığa gelecek kısmı ince, uç tarafına doğru ise gittikçe kalınlaşarak konik bir şekil verirdi.

Babamla, Haydar amcanın sigara sararken nasıl özendiklerini görenler sanki bir sanat eseri yaratıyormuş hissine kapılabilirdi… “Keyif” dedikleri bu olmalıydı. Sonrası duman, duman… geçmiş günlerin ihtişamından kalma sisine karışırdı; kehribar ağızlıktan sızan dumanlar…

Bazen de eline bir ağaç parçası alır, günlerce onunla uğraşırdı; ısıttığı bir tel ile onu oyar ağızlık yapardı. Hatta kör bir bıçakla ağızlığın üzerine desenler yapardı. Marifet ve hayal gücünün karışımı ortaya bir sanat eseri çıkmazdı ama mutlu olurdu. Öyle ki mutluluğuna bakıp benim bile o yaşta yapasım gelirdi…

Haydar amca, eskilerden anlatmayı da çok severdi, babam da dinler ara sıra takılırdı. Benim en sevdiğim, yaşanmış hikâyelerden bir tanesi de bir eşkıyanın sonuyla ilgiliydi.

Babamın, o küçücük, merdiven altı dükkânının bir köşesindeki sandalyenin, altına aldığı bir ayağının üzerine oturup anlatmaya başlardı. Bense ağzım açık dinlerdim…

Yıllar sonra bu eşkıyanın hikâyesini şiirleştirmek de bana düşmüştü.

“Poyrazoğlu” ismini verdiğim bu uzun şiiri “Hasret Sevgiden Öte” isimli şiir kitabımda yayınladım.

/dağların başında erirken karlar
yüreklere doğru aktı sevdalar
yaprak yaprak çiçek çiçek
geliyordu acı bahar/

Bu dizelerle başlayan şiirde; İnlice, Yanekin, Çalmanda gibi bölgedeki tüm köyleri kasıp kavuran bir eşkıyanın hikâyesini anlatmıştım. Hani duyardık ya Çukurova’da veya Güneydoğu’daki eşkıyaların hikâyelerini… “Konya’da niye yok” diye hayıflanırdım. Sonunda bizim de bir eşkıya hikâyemiz olmuştu…

 

/bastığı yerde yedi yıl ot bitmez
içtiği pınar kurur
esti mi eser
kesti mi keser
poyrazoğlu bu vurur
bu gün gilisıra’da yarın kızılören’de
doğanbey’de/

“Kara Haydar” isimli bu eşkıya, karlı bir kış gününde İnlice’yi basar ve köy halkından hane başı biner mecidiye ister… Oysa halkta, o kadar para ne gezer?

Ahır sekisinde eşkıyaları önce boğma rakıyla sarhoş ederler sonra şafakta sızdıkları bir anda çevre köylerin tüm mavzerlerini üzerlerine boşaltırlar… Sessizce gömerler, olay unutulur gider…


/dededen toruna bir masal
poyraz estiği geceler
köylü tedirgin eller tetikte
ala gözden bir damla yaş kayar
bir bebe ağlar babasız beşikte/

Haydar amcanın muzır işleri de çoktur; babamın da payı az değildir hani bu işlerde… eskiden koca koca adamların sokakta aşık oynadığını duymuşunuzdur ya, onun gibi bir şey işte… şakaları da ağırdır….

Haydar amcanın eski Türkçe yazısı da çok iyidir, medrese tahsili görmüştür. Adamını bulursa muska yazdığını da görmüştüm ama kendisi de gülerdi bu işlere… Birinin gözünden şikâyeti varmış, adama, cuma günleri köpeklerin dışkısının beyaz olduğunu ve bunu cam parçalarıyla incecik dövüp gözüne sürmesini salık verirler… Sonuç felakettir, adam az daha gözünü kaybediyormuş…

Dedeler Hanı’nda esnafın birisinin aykırı bir sıkıntısı varmış… Bir başka esnafa âşık olmuş… Adamı, kış kıyamet günü Korkuteli’nde nefesi kuvvetli (sözde) bir hoca var diye eline uyduruk bir adres verir Haydar amca… 

Adam hususi taksi tutmuş, bir dünya para gitmiş ama ne öyle bir adres var ne öyle bir hoca…

Haydar amca, anneme babamın gazinodaki hayatından bahsetmiş galiba biraz… kesin abartmıştır! Annem bunu duyar da durur mu? Tevkifiye Caddesi bizim dükkânın önüne toplanmış…

“Gidi” derdi, “öyle uzatmayacaksın söylerken şeddeli değil sadece kısaca gidi…” Babam da inadına i’leri uzatarak söyler, gülerlerdi… Şehrin bu meşhur sözünü de artık söyleyen kimse kalmadı. Bir de “apraş gidi” derlerdi, o ne demekse? “Apraş gidi?” Abraş’ın galatı mı veya apaş’ın?

İşletecek adamı bulmasınlar bir kere… çocuklar gibi şakalar yapar, eğlenirlerdi, mutluydular…

Babam manda almıştı… enteresan bir hayvan bu mandalar; o iri cüssesine rağmen oldukça hisli hayvanlardır; en küçük bir şeyden alınır, küser, günlerce su içmez, yem yemezdi. Bir gün ev gürültüyle sarsılır, deprem sandık önce. Bizim manda devrilmiş yatıyor, meğerse satan adam, hasta olduğunu bile bile satmış babama... Çok üzülmüştük ama… Yem fabrikasına satılmıştı sonra…

Bir de ineklerin alnında, üzerine eski Türkçe bir şeyler yazdıkları yumurtayı kırarlardı, “nazarı kırarmış…”

O günlerden bir de aklımda kalan alamadığım velespit var. Eskicinin arabasının üzerinde tam benim binebileceğim büyüklükteydi. Annemi çağırdım, eskici çok para istemiş, tabii almadı annem, çok üzülmüştüm. O bisiklet hâlâ gözümün önünde durur…

Tabii bisikletin Konyalılar için ayrı bir anlamı vardı. Her evin vazgeçilmeziydi; şehrin düz bir ova üzerine kurulması ve tek yokuşun Larende yokuşu olması bu sonucu doğurmuştu. Binek hayvanları bireysel binit aracı olmaktan çıkarken bisiklet imdada yetişmişti, konforlu bir ulaşım aracıydı artık.

Ama bizler sessiz çocuklardık öyle şimdiki çocuklar gibi ortalığı velveleye vermezdik veya veremezdik, terlik olayı malum, ayrıca beş kardeş mevzuu…

Okula başladığım seneydi… Mümtaz Koru İlkokulu’na gidiyordum, öyle servisle falan değil yürüyerek üstelik tek başıma… Köşedeki bakkalda bir dolma kalem görmüştüm, 3,5 lira…

Ben çocuktum o kadar param yoktu ki? Bakkala söyledim her gün babamın bana verdiği simit paralarını bakkala verdim… bir hafta aç gezdim tabii. Neden söylemedim ki oysa babama söylesem kesin alırdı, defter, kalem, kitap gibi şeyleri hemen alırdı.

Ayakkabı alırken nazlanırdı belki ama iş kitaba gelince hiç esirgemezdi. Kunduracılar içinde ne kadar dükkân varsa gezerdik neredeyse, hepsini de tanırdı. Sıkı pazarlıklar olur hatta yeminler edilir, sonuçta babam kızar almadan dükkâna geri dönerdik fakat babam, dükkânda bana parayı verip gidip almamı söylerdi. Söz konusu kitap olursa dükkânımızın hizasında Hükümet binası tarafındaki Kitapçı Şahap’a giderdik ve hiç pazarlık etmeden alırdık da bu sefer ben şaşardım…

Çok sonraları, bu dolmakalem ve bisiklet olayını birleştirerek Yeni Gazete’nin Cönk ekinde 3 Kasım 1999 tarihinde “Velespite Binen Dolmakalem” başlığıyla yayımladığım bir makaleye konu edinmiştim.

İlk öğretmenim Hacer (Aytekin) Hanım’a âşık olmuştum sonra sınıftaki bir kıza… yan komşumuz Roman kızına zaten çoktan âşıktım… Laf aramızda çok güzel bir kızdı ve biz çok iyi arkadaştık, el ele tutuşur, oynardık… Aşk ne mi? Ben ne bilirim daha çocuğum, sormayın bana öyle şeyler…

Okulumuzun öğrencileri Nesrin ve Ayşegül kardeşleri elim bir kaza sonucu yitirmiştik. O gün okulda yas vardı, sonraki günlerde anılarını yaşatmak için ailesi okul bahçesine bir çeşme yaptırmıştı…

Aradan geçen bunca yıla rağmen hâlâ hatırlamak da büyük nimet aslında.  Hatırladıkça ne kadar yaşadığınızın da farkına varıyorsunuz.

Farkına varmak da yeniden yaşamak gibi bir şey oluyor; o günlerin ışığını hâlâ görebilmenin mutluluğunu yeniden yaşıyorum, bazıları acı da olsa…

Zaman hızla geçip gidiyor ve bizler de geçilip, gidiliyoruz, gitmek zorunda olduğumuzun da farkında olarak…

Tıpkı, Poyrazoğlu gibi; bir yalana doğru, dosdoğru:

/çınarların dalında
bir uğultudur kalan
bak hemşerim
poyrazoğlu dediğin
artık bir yalan/

TAHİR SAKMAN

1964-1965 Eğitim Öğretim yılı, Mümtaz Koru İlkokulu 1. sınıf öğrencileri Öğretmen Hacer Aytekin ile... Alt sıradan solda sağa 4. öğrenci Tahir Sakman


Bizden çok sonraki bir dönemde Hacer Öğretmenim.

İlkokulum... Foto: ARIK, Sinan, (19 Ocak 2022), Mümtaz Koru İlkokulu Altmışlı Yıllar Sonu, Facebook.  https://www.facebook.com/groups/1556301481336489/posts/2766817963618162/

  



 

 

18 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅶ (DEMİRHANEYİ ZENGİNLETMEK)

 



O yıllara dair hatırlamadığım ama sanki hatırlıyormuş gibi hafızama takılan olaylar da var. Belki de anlatılanları sanki yaşamışım gibi hissetmemden kaynaklanıyor olabilir mi?

Büyük abim Raci Hakkı Sakman’ın, İzmir’de tanıştığı ve orada nişanlandığı Melahat yengemle Konya’da, sanırım Torrance’de evlendiğini ve şehrin ilk gece düğünlerinden olduğundan bahsederlerdi. Tarih, 10 Şubat 1962… Orkestra varmış… ama dans edecek pek fazla insan olmayınca abim bütün gece yorulmuş olmalı, pistin boş kalmaması adına…

Bir taksi hatırlıyorum hayal meyal ki o zamanlar Konya’da taksi müthiş bir olay… Morris miydi markası? Ona binip gitmiştik…

Raci abimi, Gülizar halam, babamdan gizli olarak, o yıllarda Konya’da olan askeri rüştiyenin (ortaokul) sınavlarına sokmuş. Babam sanat sahibi olmasını istemiş ve bir lokantaya çırak olarak vermiş… Raci abim çok zeki ve çalışkan bir insandı, sınavları kazanmış ama iş kayıt yaptırmaya gelince kıyamet kopmuş tabii…

Babam sanat öğrenmesi konusunda ısrar edince, halam yine gizlice abimi götürüp kaydını yaptırmış ve bu suretle babamın diyecek bir şeyi kalmamış.

Abim rüştiyeyi bitirdikten sonra Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ne devam etmiş. Liseyi birincilikle bitirdiğini söylerdi babam. Fakat gözünde çıkan renk körlüğü nedeniyle kurmay olamayacağı gerçeğiyle yüzleşince ve geri hizmete verileceğini öğrenince istifa etmiş…

Konya Belediyesi İmar Müdürlüğünde işe başlamış. Sonra belediye abim gibi birkaç kişiyi, Ankara’ya, üniversitede inşaat mühendisliği okumaları için yollamış.
Babam, abimin Ankara’da olduğunu düşünürken, İzmir’den gelen bir mektupla şaşırmış. Meğerse abim, bu hayatın onu cezbetmediğine inanmış olmalı ki yine babamdan habersiz Milli Eğitim’e öğretmen olmak için müracaat etmiş. Ankara’da, üniversitede inşaat mühendisliği okurken İzmir Bayraklı’ya (o dönemde köy) tayini çıkmış.

Tatillerde Konya’ya gelirlerdi. Tabii sadece o da değildi gelenler; bizim Muhacir Pazarı’ndaki ev, tatil zamanları tam bir karnaval havasına bürünür, ben de bayram ederdim. İki abim de gelirdi sonra Gülizar halam da gelirdi, eniştemiz Albay Raşit Bey’le…

Keşke hayat, hep yaz tatili olarak, öylece, orada donup kalsaydı…

Raci abimle Vedat abim, evin altındaki ahırda bulunan inekle danayı alıp Zindankale’de babamın satın aldığı bahçeye otlatmak için götürürlerdi. Dananın biri resmen deliydi ve Vedat abim elinden kaçırınca olanlar olmuş, saatlerce peşinden koşturmuştu…

Şimdiki Defterdarlık binasının tam karşısında olan bahçemiz cennetten bir köşe gibiydi. Sayısız meyve ağacını, babam bizzat kendi eliyle dikip, yetiştirmişti. Şimdiki Vatan Caddesi tarafından geçen şehir ırmağıyla yetinmemiş, bir de kuyu kazdırmıştı. Motoru çalıştırır, arkları düzenler ve gidermiş dükkâna… belli bir saatten sonra gelip suyun yönünü değiştirirmiş…

O zamanlar burada henüz ev yaptırmamıştı babam, bende abilerimle gelirdim, buralar Meram gibiydi.

Şimdi betona teslim oldu her şey… keşke öyle kalabilseydi veyahut biz hiç büyümeseydik, bu “imar” denilen, “kat” denilen kelimeler, lügatimize hiç girmeseydi… “Rant” neydi ki o yıllarda adı sanı bile yoktu, kim soktu bu kelimeleri hayatımıza?

Abim, babam gibi biraz sert adamdı, çok disiplinliydi. Yaz tatillerinde geldiği zaman bana kitaplar getirir, okumamı isterdi. Bir gün okumayı ihmal etmiş üstüne umursamaz tavırlar takınınca… tokadın sesi hâlâ kulaklarımda… tokadı yiyince yıldızları yakından görmüştüm, bu ilk ve son tokat olmuştu.

Ah Abicim, hayatta olsaydın yine her yaz gelip, yine tokat atsaydın da ben yine yıldızları saysaydım…

Ben daha dünyada yokken hatta Vedat abim de yokken… Babamın askeri bandoda Astsubay Başçavuşluğa kadar yükseldiği yıllarda, babamla birlikte çok gezmişler tabii… Babamın istifası sonrasında Samsun Ladik Akpınar Köy Enstitüsü’nde bando kurduğu ve öğretmenlik yaptığı yıllarda Âşık Veysel’in o dönemde babamla arkadaş olmasını hatırlar ve Âşık Veysel’in kendisini çok sevdiğinden bahsederdi. (Onunla olan anılarını da belki bir gün yazarım.) 

Abim, uzun yıllar o köyde öğretmenlik yaptı.  Çok disiplinliydi. Daha sonra İzmir Bornova Yetiştirme Yurdu’na müdür olarak atandı. Burada da uzun yıllar görev yaptıktan sonra özel sektöre transfer oldu ve Alsancak’ta bulunan Özel Ümit Anaokulu ve İlkokulu’na müdür oldu.

Bir yaz tatili dönüşünde Konya Gar’ında, İzmir posta trenini beklerlerken…

Rahmetli babaannem, babamın ordudaki görevi nedeniyle gezdiği yıllarda Konya’ya trenle geldiği bir gün “Demirhaneyi siz zenginlettiniz” demiş… “Demirhane” sözüne hâlâ gülerim. Çok doğru bir kelime; demirhane…

TDK’nin yapamadığını bazen Anadolu’nun saf insanı yapar; yerel kültürüyle kelimeleri yoğurur ve öyle şeyler söyler ki… mesela battı çıktı… şimdi alt geçit diyorlar ya… her ne kadar battı çıktının biraz muzır bir tarafı olsa da çok doğru bir kelime; batıyorsunuz sonra çıkıyorsunuz, yalan mı?

O yıllarda özellikle ailelerin tercihi hep trenden yanaydı. Güvenli olmasının yanı sıra ekonomikti de… tek sorun 24 saatte Basmane Gar’ına varmasıydı ki o dönemin şartlarına göre normal hatta hızlı bile sayılabilirdi. Bir seferinde ben de gitmiştim; Basmane’de indiğimde, yüzüm kara trenin isiyle kaplanmıştı…  Çok şükür yüzümüze başka bir kara bulaşmadı…    

Bir de acı acı öten bir düdüğü vardı ki… insanın içine işlerdi ve benim işlemişki yıllar sonra Derviş Ozan olduğum yıllarda “Tren” ismini verdiğim şiiri söylemiştim:

Acı acı öten tren düdüğü
Bir anda geçmişe götürdü beni
Alıp da sılamdan gurbet iline
Atıp bir kenarda yitirdi beni
 
Dokuzun belini yavaş tırmandı
Duman duman başı göğe dayandı
Kimi garip daldı kimi uyandı
İsli beşiklerde yatırdı beni
 
Kimi işe gider kimi doktora
Üçüncü mevkide herkes fukara
El kara yüz kara gurbet kapkara
Onulmaz dertlere batırdı beni
 
Raylar ki bir zaman umut yoluydu
Bazen neşe bazen keder doluydu
Katar katar derdi canında duydu
Aşk dolu kadehtim bitirdi beni
 
Derviş Ozan der ki duyguluydun sen
Titrek mendillere korkuluydun sen
Hem şarkılı sazlı türkülüydün sen
Muavin (!) kendime getirdi beni
 
Abim, aklında olan ama söyleyip, söylememekte tereddüt ettiği bir düşünceyi açar; babama, Ege Üniversitesi akşam bölümünde (paralı) hukuk okumak istediğini ve maddi destek de bulunup, bulunamayacağını sorar…

Babam lafı hiç ikilemez, hukukçu olmasını istemez… abim, bu sefer eczacılık fakültesini önerir ve babam sevinçle bunu kabul eder. Abim, dört yıl boyunca gündüzleri Alsancak’ta okulda görev yaparken, geceleri de fakülteye devam eder ve eczacı olur.

O dönemler, babamın maddi durumunun bozulmaya başladığı yıllar olmasına rağmen beni de Özel Hastaş Koleji’ne yazdırırlar ki iki okulun yıllık ücretini ödemek bir hayli zor olsa gerek…

Abim 35 yaşından sonra eczacı olur, İzmir Gültepe’de eczane açar… çevresinde çok sevilir, çok tutulur ve İzmir’de mal, mülk sahibi olur. Raci abimi, 2000 yılının 30 Kasım’ında kaybettik. Melahat yengem, uzun yılar abimin hasretiyle ve anılarıyla yaşadı. 20 Ekim 2020 yılında o da abimin yanına çok sevdiği Raci’sinin yanına uçtu… eminim ikisi de şimdi aşklarının yeni bir dönemini birlikte yaşıyorlardır. İkisi de ışıklar içinde olsun…

Hayat, yaşayanlar için hep umut vadederken, yitirdiklerimizi anmak ve hatıralarını yaşatmak da bize düşüyor.

Çoğu zaman anlam arayışlarına girdiğimiz hayatı aslında güzelleştirenin anılarımız olduğunu ve hayatın anı biriktirmekten ibaret olduğunu da görebiliyor insan…

Ne kadar güzel anılarınız varsa, o kadar güzel bir hayatınız olmuş demektir bir anlamda ama en önemlisi yaşadığınız bu hayatın, “ne kadarını kendiniz için yaşadığınız” gerçeğine verebileceğiniz yanıtın, olup, olmamasında gizlidir yaşantınız…

Unutmayınız; hayat her zaman aynı sorularla gelmiyor, sizin nasıl yaşadığınızdır asıl soru ve sorunun kendisi ve bu sorunun yanıtı da sizden başkası olmayacaktır…

Hatıraların ışığında yaşıyor insan; hatıralarınızı yitirdiğiniz gün, yitip giden, kendinizsiniz…

TAHİR SAKMAN


















17 Ocak, 2022

İNADINA ŞİİR

 



Şiir olduğumuz günlerden bir hatıra: Bu yazıyı Yeni Gazete’de, 2 Mart 2000 yılında yayınlamışım… Hani biz koca koca adamların birbirimize şiir söylediğimiz günlerden…

İNADINA ŞİİR

“Hani Sedirler’e giderken, Köprübaşı’nı geçince, sağa İşgalaman’a dönünce...”  
 
Zaman zaman kendime çok kızarım...” Ulan, sana ne şiirden, sanattan... Sana mı kalmış oğlum? Paranın peşinde koşmak varken, köşeyi dönmek varken...Şiir söylermiş...
 
Şiir demek çile demek...” Yirmi beş yıldır şiir söyleriz de bu şehirde değerimiz nedir? Altı ay önce, otuz adet kitap verdiğiniz kitapçıdan, altı ayda üç tane satıldığını öğrenirseniz... Ötesi, kitapçı size hayatın yüksek gerçekleri hakkında bir konferans verirse...
 
”Yoksa simit mi satsaydım...” Yirmi beş yıldır dişinizle, tırnağınızla kazarak bir yerlere gelmek, bir mesaj vermek istiyorsunuz... Biz bu kentin sanatına, kültürüne hizmet etmek için didinirken... Arkamızda yirmi beş yıldır kimseyi göremedik... Bir Allah’ın kulu elimizden tutmadı... Ama direndik. İnadına şiir söyledik...
 
Biz bu kentin itilmişleri miyiz?.. Biz bu kentin kakılmışları mıyız?..
 
Ama her şeye rağmen mücadeleye devam... Şiir hayatımız... Kadim dostlarım Nevzat Küçükerdoğan (aslında Büyükerdoğan) ve Yalçın Dikilitaş’a telefon ediyorum. Artık söz şiirin;  
 
Sıcak bir tebessüm sizden umduğum
Çatık kaşlarınız paralar beni
Elin attığı taş yarmaz başımı
Dost vurursa bir gül yaralar beni
 
Dönüp bakmam bile elin sözüne
Varmak istiyorum insan özüne
Yürekten bakınca yârin gözüne
Sitemkâr bakışı karalar beni
 
Eyvallahım yoktur asla cihana
Şeffafım saydamım gelmem dumana
Direnirim teslim olmam ummana
Sorgusuz götürür dereler beni
 
İsterim ki dobra dobra oluna
Dik başım hedeftir fesat okuna
Derviş Ozan der ki gerçek yoluna
Bir avuç toz gibi sereler beni

Şair dost Nevzat Küçükerdoğan, “Tahir, beynime yağmur gibi indin” dedikten sonra beni teselli ediyor. Şair Yalçın Dikilitaş’ı arıyorum, sesini duyunca rahatlıyorum. İnsanın dertleşebileceği dostları olması ne güzel...
 
On-on beş dakika geçmemişti ki telefonum çalıyor. Telefonda bir dostun sesi, Nevzat Küçükerdoğan’ın sesi dereler gibi çağlıyor;
 

Koyup bir potaya erisin diye
Ateşlerde kızdırdılar Tahir’i
Sakin sakin bir köşede dururken
Deli edip kızdırdılar Tahir’i
 
Düşmanı güldürdü dostu ağlattı
Gönülleri birbirine bağlattı
Cahiller boynuna bir kement attı
Diyar diyar gezdirdiler Tahir’i
 
Döndürdüler onu sabır taşına
Güller attı taşlar değdi başına
Gönül kitabımın satır başına
Dostum diye yazdırdılar Tahir’i
 
Artık söz mülkünün kapıları açılmıştı;

Ne varsa gönlünde sevgiden yana
Kalmasın içinde söyle Nevzat’ım
Hayat dediğimiz acıyla dolu
Ömrümüz geçiyor böyle Nevzat’ım
 
Acılara rağmen güzeldir hayat
Yıllardır içimde gizlenir feryat
Yaşamın çirkine inat mı inat
Doluyorsun güzel huyla Nevzat’ım
 
Gönlünden koparıp bir çiçek yolla
Acılara yol ver bir mendil salla
Varsın o yıkansın parayla pulla
Bizi de yıkarlar suyla Nevzat’ım
 
Derviş Ozan der ki severim seni
Dostluktur sevgidir eskimez yeni
Bir gerçek var ki korkutur beni
Varınca huzura neyle Nevzat’ım
 
Ben böyle söylerim de Nevzat Ağabey durur mu:
 
Anlatma kendini sen bana Tahir
Seni senden iyi ben tanır oldum
Yıllar yılı gam kasavet çekerken
Dinledikçe seni ben şatır oldum
 
Dağlara söylerken derdi tasamı
Gam ile yoğurdum anayasamı
Toplamışken sandalyemi masamı
Halimi sizlere anlatır oldum
 
Vefasızlar düşlerimi çaldılar
Mecnun edip çölden çöle saldılar
Üç kuruşa hatırımı sordular
Gönül meclisinizde sorulur oldum
 
Yorgun düştüm dosta gidip geldikçe
Hep ben verdim hiç almadım verdikçe
Tahir şiirini ben dinledikçe
Kendi şairliğimden utanır oldum
 
Diyerek büyük bir tevazu gösteren dosta teşekkürlerimi sunuyorum... İnsanın dostları olması ne güzel. Eğer bu dünyada sizi anlayabilecek bir dostunuz yoksa hanlarınızın, hamamlarınızın bir gün başınıza geçtiğini göreceksiniz demektir...
 
“Tez elden dost bulmalısınız” diyeceğim ama...
 
Dost o kadar kolay bulunmuyor... Önce çilesini çekmelisiniz... Dost aramanın ne kadar çok çilesini çekerseniz, bulacağınız dostta, o kadar dost olacaktır...
 
DOSTA
 
Dumanlı dağ gibi yüksekte başım
Aktıkça çoğalır eksilmez yaşım
Sıkıntılar basmış dostum Nevzat’ı
Gözyaşıyla büyür gül arkadaşım

TAHİR SAKMAN