YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

13 Şubat, 2024

İKİ KAYIT BİR HATIRA

 

Mazhar Sakman, Çuhacıoğlu Peşrevi-Sandıklı dinlemek için tıklayınız...

Mazhar Sakman, Bülbül-Çubuk benim tel benim dinlemek için tıklayınız...


Mazhar Sakman ve Abidin Özlüoğlu birlikte...


İKİ KAYIT BİR HATIRA
 
Geçtiğimiz günlerde iki tane ses kaydı yolladı İsmilli dostlardan İbrahim Küçükdoğru… Anlattığına göre kayıtlar 1976 yılında İsmil’de düzenlenen bir Konya oturağında yapılmış. İbrahim Bey’in babası tarafından yapılan bu kayıtların bana ulaşan ilkinde Çuhacıoğlu Peşrevi ile Sandıklı türküleri yer alırken, ikinci kayıtta sözleri Âşık Şem’i’ye ait olan “Bülbül” koşması ile “Çubuk benim tel benim” isimli türkü yer alıyor. Belirtilen tarihte Mazhar Sakman 66 yaşındadır. Kaydı dinlerken bunu göz önünde bulundurursak, Koca Usta’nın performansı hakkında da fikir sahibi olmuş oluruz.
 
Çuhacıoğlu Peşrevi klasik anlamda bir peşrev olmamasına rağmen bu isimle anılmış ve Konya oturaklarına bir girizgâh ve vokal enstrümantal başlangıç müziği olarak, Konya oturaklarının günümüzdeki uzantısı olan barana gecelerinde de yaşatılmaktadır. Bu gelenek asırlardır hiç değişmemiştir. Peşrevin notasını yazan Sakman, 11 Mart 1963 tarihinde Konya’da, Şehir Postası gazetesinde yayımlamıştır.




 
Kayıtta, Bülbül türküsünün sözleri çok net anlaşılmasa da biliyoruz ki Mazhar Sakman bu türküyü Şem’i'nin sözleriyle okumaktadır. Bülbül’ü, Konyalıların pek de alışık olmadığı sözlerle okurken merhum babam Mazhar Sakman ona cümbüşle merhum Abidin Özlüoğlu eşlik ediyor.  Menteşeli türküsünü yaktığı söylenen Alim Hoca’nın torunu olan Abidin amca bizim Sarıyakup’taki bağ evimizde de komşuydu. Çiçekçi Camisi’nden Mengeneye doğru döndüğünüz zaman İlyas’ın Kavakları'na varmadan yani Mengene Caddesi’ne çıkmadan sol taraftaki kerpiç, bahçeli bir evde otururdu. Aynı zamanda askerlikte de bandoda birlikte çalan bu iki arkadaş sonraki yıllarda da uzun zaman birlikte çalmışlardır. Avcının Mevlüt ile birlikte bir ekip oluşturmuşlar ve Konya oturaklarının vazgeçilmez sesleri olmuşlardır.
 
Abidin amca iki dizinin üstünde oturur ve saatlerce yerinden kıpırdamaz bir derviş teslimiyetiyle, Konya türkülerinin coşkun nağmelerine ayak uydurup oturduğu yerde Konya tabiriyle uğunurdu.
 
Bülbül türküsünün sözlerini babam ısrarla Âşık Şem’i’nin sözleriyle okurdu ve aslının böyle olduğunda ısrar ederdi. Konya’nın en önemli âşıklarından olan Âşık Şem’i’nin ölmeden önce son olarak bu koşmayı söylediğini anlatırdı babam Mazhar Sakman. Günümüzde okunan Bülbül’ün babamın okuduğu Bülbül ile uzaktan yakından alakasının olmadığını da söylemeliyim. Sözleri arasında her ne kadar Şem’i’ye ait olan birkaç mısraı barındırsa da kelimelerin galat hâli hemen göze çarpmaktadır. Bu koşma, Mazhar Sakman’ın okuduğu haliyle şöyle:
 
BÜLBÜLDEN BİR NİDA GELDİ GÜLLERE (BÜLBÜL)
 
(Hey hey) Bülbülden bir nida geldi güllere (hey hey)
                 Sefasın sürmeden geçti gidiyor (a bülbül bülbül bülbül hey)
                 Üftâdeler yalın ayak yollara (hey hey)
                Ağlayı ağlayı düştü gidiyor (a bülbül bülbül bülbül hey)
 
(Hey hey) Bahar eyyamında bülbül sesinden (hey hey)
     Çıkarmış perçemin fino fesinden (a bülbül bülbül bülbül hey)
                 Eyvah gönül kuşu can kafesinden (hey hey)
                 Pervaz edip uçtu uçtu gidiyor (a bülbül bülbül bülbül hey)
 
(Hey hey) Yiğitlik bâbında beysin paşasın (hey hey)
                 Mevlâm ömür virsin binler yaşasın (a bülbül bülbül bülbül hey)
                Gelin ey bi-vefâ helâllaşasın (hey hey)
                Şem’i ecel câmın içti gidiyor (a bülbül bülbül bülbül hey)
 
1783-1839 yılları arasında şehrimizde yaşayan ünlü Âşık Şem’i, yaşadığı yıllarda büyük üne kavuşmuş; muamma düzme ve çözmede büyük hünere sahip bir âşığımızdır. Döneminde bütün âşıkları mat etmiş ve padişah III. Selim’in huzurunda saz çalıp, şiir okuma mutluluğuna da erişmiş ve ihsan olarak kendisine Konya Subaşılığı verilmiştir. Bu yönüyle de şehrin ilk belediye başkanlarındandır. Mezarı Mevlâna Müzesi’nin yan tarafındadır.
 
“Erenler dünyaya gelmezden önce/ Bir ezan okundu sadası nerde” diye başlayan muammasını hiçbir âşığın çözemediği Şem’i’nin talebesi olan Silleli Sururi de divan şairleri arasındaki yerini almıştır.
 
Türkünün notası Mazhar Sakman tarafından yazılarak Konya’da, 30 Mart 1963 tarihinde Şehir Postası gazetesinde yayımlanmıştır.




 
Bana aktarılan bilgiler, İsmil’deki oturakta; o gün, Feyzi Halıcı, üst düzey askerler, mülki erkândan ve eşraftan kimseler olduğu şeklindedir ve ayrıca oturakta dört tane de hanım olduğundan söz edilmiştir. O yıllarda ismi çok duyulan “Maymatçı Gılis” lakaplı Süleyman Erol da kaşıkla eşlik etmektedir.
 
Bende babamın 100’e yakın türkünün ses kaydı var, teknik sorunları çözebilirsen tüm bu türkülerin kayıtlarını ve türküler hakkında naçizane bilgilerimi zaman zaman yayımlamayı düşünüyorum. Bu sayede türkülerimizin sesi geleceğe uzanan bir yolda, ecdadın bize bıraktığı en büyük mirası olarak yaşamaya devam etmesine küçük bir katkımın olacağını umuyorum.  
 
TAHİR SAKMAN
 





10 Şubat, 2024

İKİ DURNAM GELMİŞ AKLI GARELİ (DURNALAR)

 


İKİ DURNAM GELMİŞ AKLI GARELİ (DURNALAR)
 
Konya oturak repertuvarı aynı zamanda Konya türkü repertuvarıdır. Bir başka ifadeyle oturaklarda yaşamayan türkü şehirde de yaşamamıştır. Konya oturaklarında çok önemli bir yere sahip olan Durnalar (Turnalar) türkümüz de bunlardan bir tanesidir.
 
Halk kültürümüzde turnaların (flamingo) önemli bir yeri vardır ve bundan da Konya elbette etkilenmiştir. Baharda ülkemize göç eden bu uzun bacaklı iri kuşlara görünüşte aleni bir kutsiyet izafe edilmemesine rağmen yine de “mübarek bir hayvan” olarak görülür.  Genellikle sazlık alanlarda yaşayan turnalar göç etmesinden olsa gerek, yardan / sıladan haber getiren ve hasreti sembolize etmesinin yanı sıra; özgürlük, güzellik, bolluk, bereket simgesi olarak da kabul edilir. Eşlerine olan sadakati ve vefaları nedeniyle de sadece ülkemizde değil birçok ülkenin halk kültüründe de yer etmiştir.
 
Türkü; Konya oturaklarının vazgeçilmezleri arasındadır ve en çok okunan türkülerimizden bir tanesidir. Yanık ezgisi insanların yüreğine işlerken belki de dinleyenler; turnaların türkünün nağmelerinden çıkıp yardan kokular saçmasını beklemiş olmalıdır. Belki bir yavuklu belki bir asker yolu belki de gurbete giden bir yakınından haber gözlemiş olmalıdır.
 
Merhum babam Mazhar Sakman bu türküyü çok yanık okurdu… Youtube’de gözüme çarptı Murat Yaylacı isimli bir arkadaşımız paylaşmış. Video’nun sonunda kaydı aldığı İbrahim Küçükdoğru’ya da teşekkür ediyor.
 
İbrahim Bey İsmilli… Elinde birkaç kayıt olduğundan bana da bahsetmiş ve bir kısmını benimle paylaşmıştı. Babası, oturaklara meraklı bir adammış ve babamla da iyi dost olduklarını da anlattı. Kayıtlar 1976 yılında İsmil’de düzenlenen bir oturakta yapılmış. Cümbüş çalan merhum Abidin Özlüoğlu olmalıdır. Babam bu tarihte 66 yaşındadır ve yaşına göre de oldukça iyi okumaktadır. Bende turnaların kaydı var ama bu kayıt yoktu. Murat Yaylacı ile İbrahim Küçükdoğru’ya teşekkür ediyorum.
 
Video kapağında yer alan fotoğraf ise oaha önceki yıllarda çekilmiştir ve fotoğrafın aslı bendedir. Fotoğraf; Sarıyakup Caddesi’nde, nice oturağa şahitlik etmiş olan bağ evimizde çekilmiştir.




 
Türkünün notasını da yazan babam, 13 Mart 1963 yılında Konya’da, Şehir Postası gazetesinde yayımlamıştır.   
 
TAHİR SAKMAN
 
  


07 Şubat, 2024

SESİMİ DUYAN VAR MI?


 

SESİMİ DUYAN VAR MI?
 
Sadakayi ulufiyye farkıyye yatmış: 889.61 TL...
 
Şimdi bu parayla Almanya'ya tatile gitsem beni kıskanırlar mı?
 
Yok, kıskandırmayayım adamları, bize yakışmaz otur oturduğun yerde Tahir!
 
Bedava otobüse bin... Kültür Park'ta güneş bedava, bank bedava... sonra ucuz ekmek kuyruğuna gir, iki ekmek al, bedava otobüse bin, doğru eve...
 
Şairin dediği gibi;
 
/Bedava yaşıyoruz bedava
Hava bedava bulut bedava/
 
Devam ediyor merhum Orhan Veli: /Acı su bedava/
 
Bu arada acı su bedava değil artık; 12. ayda ödediğim su faturası ki bu da çok yüksekti, 8 ton sarfiyata 165 TL… bu ay gelen su faturası ise sarfiyat aynı olmasına rağmen 190 TL… yani iki ayda 25 TL zam… artık sudan ucuz da diyemiyoruz…
 
Neyse, benim elimde 889,61 TL var nasılsa… “Bunu bulamayan da var(!)” deyip bulamayan insanları görmezden gelme bencilliğine mi kapılayım yoksa şükürsüzlerden(!) olup sesimi mi yükselteyim?
 
Sesimi duyan var mı?
 
TAHİR SAKMAN





04.17 SESİMİZİ DUYAN VAR MI?


 

04.17 SESİMİZİ DUYAN VAR MI?
 
İstesek de istemesek de çoğu kez siyasetin göbeğine dalıyoruz… Çünkü, hayatımıza istesek de istemesek de bir şekilde etki edip şekillendiriyorlar ve siyaseti şekillendirenin de oylarımızla bizlerin olduğunu hatırımızdan çıkarmadan eklemeliyim.
 
Sonra “şikâyet mi ediyoruz dediniz?” Haşa, ne haddimize…
 
Dün ilk defa ucuz ekmek kuyruğuna girdim… aslında nasıl bir haleti ruhiye olduğunu anlamak istedim. İnsanlar 7 lira olan ekmeği 5 liraya almak için kuyruğa giriyorlardı. 2 lira az gibi görünse de çok ekmek tüketen bir şehrin çocuğu olarak aylık bazda gelirlerimizi de hesaba katarsak ciddi bir rakam ortaya çıkıyor veya bu hesabı yapmak zorunda kalıyoruz çoğu zaman.
 
Kuyrukta kendi kendime mırıldandım: “Oy verme kuyruğu…” veya “Oy, verme kuyruğu!..” artık nasıl isterseniz öyle algılayabilirsiniz: “Şu hayat pahalılığında ucuz ekmek veriyorlar, Allah razı olsun! Veya “hayatı böyle pahalandırıp bizi ucuz ekmek kuyruklarına sokmaya mecbur ediyorlar…” Hepsi bakış açısı, hepsi siyasi görüşünüze veya hayatı nasıl kabullendiğinizle alakalı… Tabii ortada bir de gerçek var!
 
Nasılsa sesinizi duyan yok… duyan da zaten duymak istediği gibi duyduğu için hiç sorun yok… Sorun; belki de bizdedir…
 
Dün deprem felaketinin 1. yıl dönümüydü… insanlar ayakta; “sesimizi duyan var mı?”
 
Sadece onlar mı ayakta olan ve feryat eden; emekliler başta olmak üzere asgari ücretle yaşamaya çalışanlar, işsizler, dul ve yetimler ve daha birçok kesim; üretenler bir ayrı tüketenler bir ayrı... üretimden vazgeçenler, üretemeyenler, tüketemeyenler...
 
Sesimizi duyan var mı?
 
04.17… deprem bölgesindeki insan hikâyeleri yürek yakıyor. Üzerinden bir yıl geçmesine rağmen çözülemeyen onlarca sorun. Çadırlarda ve konteynırlarda verilen yaşam mücadeleleri…
 
Sesimizi duyan…
 
Canhıraş feryatların geceyi böldüğü… acının fotoğrafları…
 
Sesimizi…
 
Bir de bize hiç yakışmayan rant iddiaları…
 
Ses…
 
Galiba “avazeyi bu âleme Davut gibi salsak da korkarım baki kalan bu kubbede bir acı seda olacak…”
 
04.17… Sesimizi duyan var mı?
 
TAHİR SAKMAN
 
 

05 Şubat, 2024

BİR HAYAT YETMEZ (Dİ)


 

BİR HAYAT YETMEZ (Dİ)
 
Anarşist ruhum kimseye baş eğdirmediğinden dolayı (çok şükür) hep yalnızdım, kimseye diyet borcum da olmadı. Eğilmedim... Başım Takkeli gibi hep dik durdu, alnım Loras gibi açık... Gözlerim Meram Çayı gibi aksa da yüreğim Konya Ovası'nı örten sarı başaklar gibi umut doluydu; Kızlar Kayası şahidimdir... (Bu paragrafı bugün bir dosta yazdım.)
 
Ne zamandır yazmıyorum… ülkemde olan işlere bakıp bakıp ağlasam mı gülsem mi bilemiyorum ama bildiğim; içimin hüzünle dolduğudur…
 
Vatandaşı hiçe sayan siyasi söylemler, hayat pahalılığı, ezilenler… sanırım en çok da ezilenler mutlu; sıkılmış üzüm gibi mutlular (mı?) … Hayata şarap olmadan mı göçüp gideceğiz diyemiyorum çünkü o kadar sıkıldıktan sonra… eminim; üzüm olsaydım iyi şarap olurdum, başımın döndüğü belki bundandır…
 
Dünya dönüyor; Tahir dönmüş çok mu? Ah vertigo diyorum, döndür bakalım nereye kadar…
 
Klasik Batı Müziği dinliyorum bu aralar, en çok da Vivaldi… eski dostlar gibiyiz sanki su damlaları arasında gidip geliyorum… bir yanım Meram Çayı… ah o çaya gözlerimi akıtmıştım, şimdi maviye boyanmış beton bir havuz… boyalı ölülerin dünyasına açılan kapıları çakar gibi ruhuma sokuluyor yumruklar…




 
Derviş Ozan’ı hatırlıyorum sıkça bu aralar… Oysa maziye çoktan gömmüştüm ben onu:
 
 

BİR HAYAT YETMEZ
 
Bir giz var içimde nicedir saklı
Kıpır kıpır bir şey çözemediğim
Düş onunla güzel gerçek yasaklı
Gün ışıdığında sezemediğim
 
Yaşanmaya hasret nice duygular
Bir hayat yetmez ki kaçtı uykular
Ağıtlar düzerek ağlaşır sular
Bir avuç yeşile bezemediğim
 
Arzularım güne tutsak mı şimdi
Peki ordaki ben söyleyin kimdi
Belki de bir masal belki resimdi
Elimde fırçayla gezemediğim
 
Tatmadım doymadım neydi ki o an
Yaşamadım desem acımaz zaman
İçimde heyecan hey Derviş Ozan
Bir türlü başını ezemediğim




 

 

Bir hayat yetmezdi elbet… ama şimdilik bununla idare edeceğiz; sevgiyle ve içimizdeki volkanlarla…
 
TAHİR SAKMAN
 

 

29 Ocak, 2024

BAĞRIMIZDA SİLLESİN “SİLLE”


 

BAĞRIMIZDA SİLLESİN “SİLLE”

 

SİLLE
 
bilir misin takkeci pınarı’nın
yorgun akşamlarda
suya düşürdüğü matemi
ve o suların
çiğ düşmüş çimendeki feryadını
 
sille kızının ilmek ilmek ördüğünü
kerkitten kaç bin yılı gördüğünü
bilir misin
 
kaya kiliselerden dökülen
gül beyaz kokuların
camilerde yeşil nurlara
dönmesinin sırrını
 
testicinin ocağında pişen
kimin toprağı
bu ateş söndürmez beni
sille’nin bağlarını yaktığınız gibi
yüreğime döktüğünüz betonları
 
bilir misin
bin yılda kaç türkü söyledik
 
TAHİR SAKMAN

 


 

2000’li yıllarda yazdığım gazetelerde Sille ile ilgili o kadar çok şey yazmıştım ki Konyalıların pek çoğu beni Silleli zannetmişlerdi. Sille için söylediğim şiirler de çok beğeni toplamıştı.




 
O yıllarda merhum Doç. Dr. Hasan Özönder miydi yoksa Prof. Dr. Mustafa Özcan Hocam mıydı şimdi tam anımsayamadım ama bir proje geliştirmeye çalışıyorduk: Sille’den göç edenlerden hayatta olanları veya onların çocuklarını getirecektik, buradan da günümüz Sille’sinden vatandaşlarımızı Yunanistan’a götürecektik ama o dönemlerde gerginleşen ilişkiler yüzünden rafa kaldırmıştık.




 
Sille’den göç edenlerden çok yaşlı bir kadınla Türbe Caddesi’nde iş yerim olduğu zamanlar tanışmıştım. Anadolu kadınlarından hiç farkı yoktu; entarisi, başında işlemeli yaşmağı ile ayırt etmeniz mümkün değildi. Ölmeden çocuklarını, torunlarını yanına alıp doğduğu Sille’yi görmek için gelmişti.
 
Sille o yıllarda çok haraptı mesela Çarşı Hamamı yıkıldı yıkılacaktı; bu tehlikeyi görüp yazmıştım… Aya Eleni Kilisesi ciddi restorasyon istiyordu keza camiler de öyle… Sille’nin girişinde belediyenin yaptırdığı ve tarihi dokuya hiç uymayan Sille’nin bağrında bir yumruk gibi duran bir binanın kaldırılması için de yazmıştım. Sille’nin tarihine, kültürüne sahip çıkmanın gerekliliğine işaret etmiştim.




 
Sille’yi öylesine benimsemiştim ki Nüve Kültür Merkezi tarafından yayımlanan Kırmızı Yazılar isimli kitabımın kapağında, sevgili dostum İrfan Çakır’ın Aya Eleni Kilisesi'nde bendenizi çektiği muhteşem bir fotoğrafı kullanmıştık.




 
Ama böyle olmasını da istememiştim doğrusu. Bazen Sille’ye bakıp bir suçluluk duygusu hissetmiyorum diyemiyorum. Hiç yazmasa mıydık, dikkatleri üzerine çekmese miydik, kamuoyu oluşturmasa mıydık, nerede hata yapmıştık?




 
Sille’nin tarihi dokusuna sahip çıkarken böyle olsun istememiştik. Sille bugün bir şantiye görünümünde… Her tarafta bir inşaat yükseliyor. Ne kadar doğrudur? Bugün Silleliler, Silleyi terk ediyor haberiniz var mı?   




 
Sillenin o cehri tarlalarının yerinde yeller bile esmiyor, betonlar yükselmiş. Adım başında bir kafe… Hafta sonları giremiyorsunuz bile… Bu kalabalık keşke diyorum kahvaltı yerine Sille’nin tarihini, kültürünü, folklorunu merak edip gelmiş olsalardı…




 
Bir yazıma “Bağrımızda sillesin Sille” başlığını atmıştım… aradan geçen bunca yıldan sonra belki içerik olarak değişti ama başlık yine aynı kaldı:
 
Sille; bağrımızda sille olmaya devam ediyor…
 
TAHİR SAKMAN
 

28 Ocak, 2024

YASAKLI AYNALAR



YASAKLI AYNALAR
 
Eskilerin bir sözü vardır: “Bir şeyin şüyuu vukuundan beterdir” diye…
 
Yani diyor ki bir şeyin yapılmasından/ olmasından duyulması, konuşulması daha beterdir… Yani duyulmadığı/ görülmediği sürece sorun yok gibi de algılayabilirsiniz ki biz çoğu zaman böyle anlıyoruz…
 
Son yıllarda TV'ler kültürümüzü oldukça artırırken(!) topluma kendi gerçeğini çarpıcı bir biçimde gösteren diziler de hayatımıza girdi. Toplumsal eleştiri dozunu bir hayli yükselten bu dizilerde, aynada kendimizi görmenin şaşkınlığını yaşadık…
 
Dizilerin dışında da en çok aile yapımızı bozduğu gerekçesiyle eleştirdiğimiz programlara baktığımız zaman da şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz… Bozulan aile yapımızı ve ahlaki çöküntünün sınırlarını zorlayan bir halde olduğumuzu gösteriyor aslında bu programlar. İnsanımızın cehaletini ve düştüğü hazin durumun nedenlerini ve çözümlerini araştırmak yerine, herkes, “kapatın bu programları, yasaklayın” korosuna katılıp, ahlak bekçiliğine soyunuyor.
 
Programın ne suçu var ki, onlar olanı gösteriyor; tıpkı, Kızıl Goncalar ve İnci Taneleri isimli dizilerdeki gibi… Her ne kadar bunlar hayali olsa da gündelik yaşantımızın içinde sıkça tanıklık ettiğimiz olaylar.
 
Bu ülkede zaten hiç pavyon yok, konsomatrisler çalışmıyor ve bu mekânları ayakta tutan müşteriler de uzaydan geliyor olmalı…
 
Gerçeklerle yüzleşmeyi öğrenmeliyiz, asıl korktuğumuz da bu zaten. Görmezden geldiklerimizi yüzümüze bir şamar gibi çarpıyor bu tür programlar. TV’leri kapatınca, dizileri yasaklayınca sorunlar çözülecek mi? Yoksa şüyuu, vukuundan beter sözü aktif hale mi gelecek? Başımızı kuma da gömelim mi?
 
İnci Taneleri… Yılmaz Erdoğan; oyuncu, senarist, yönetmen ve şair kimliğini kullanarak dizinin ilk bölümünde toplumsal eleştirinin dozunu olabildiğince yukarılara taşırken (başkasına değil) kendimize ayna tutuyor. En basit bir sahnede bile insan ilişkileri hakkında bize ders veriyor.


"Müsaitsen sarılabilir miyim?" Hiç müsait olmuyoruz dostça, kardeşçe sarılmaya... Oysa en çok da buna ihtiyacımız var. Ne zaman sevgiye, insanlığa, barışa, sosyal adalete müsait olacağız?
 
Toplumumuzun yönü, yön değildir, görmüyor musunuz? Aynaları da yasaklayalım mı?
 
Belki de meşhur sözümüzü tersten okumanın zamanı gelmiş olmalıdır:
 
“Bir şeyin vukuu, şüyuundan beterdir…”  
 
Duyulmasını değil de olmasını beter olarak gördüğümüz gün, çok şey kendiliğinden düzelmiş olacak…
 
TAHİR SAKMAN
 

27 Ocak, 2024

YAĞARIM BELKİ


 

YAĞARIM BELKİ
 
Niye yağayım ki? Nereye?
 
Şimdi yağarsam; Takkeli gözlerini indiriyor gibi olacak! Loras da bugünlerde biliyorum çok efkârlı; yağsam başı dumanlı diyeceksiniz!
 
Sizin gözleriniz hiç Meram Çayı gibi aktı mı? Son gazel düştüğünde Meram’a; bülbül sehere dek ağlar, niye, hiç düşününüz mü?
 
Sonra nereye yağacağım ki?
 
Kestiğiniz, yok ettiğiniz bağlara bahçelere mi? Beton beton üstüne kurduğunuz şehirlere mi? Bir kerpiç damınız olsa neyse; en azından ona yağardım ve baharda yeşerirdi…
 
Sizin hayalleriniz bile yok! Siz kuru gürültülü bir yaşantının çocukları olmayı seçtiniz, ben size niye yağayım? Renklerinizi nerede unuttunuz?


Yeşerteceğim düşleriniz yok, bağlarınız, bahçeleriniz, ağaçlarınız yok! Yağmam size…
 
Oysa o kadar çok istiyorum ki yağmayı ve gök ağlıyor demenizi… ben ağlarım ve hep ağlamak istiyorum, bunlar sevincin gözyaşları; sevdaya duracak harmanların, başını suya sokup ıslatacak bir çift güvercinin sevincidir bu…
 
Hak ettiğinizi sanmıyorum. Yağmam size!
 
Bacalarınız kirletti beni, hem kirletmediğiniz ne kaldı?
 
Düşünceleriniz diyorum oradan mı başlasanız temizlenmeye… doğayı sevmeyi, yaşarken yaşamın tüm renklerini tatmayı… yani diyorum fırsatınız varken doğayı yaşayın ya hu!
 
Yağmayacağım size… ama toprağın sesini duyuyorum ve toprağın beslediği canları…
 
Haydi, biraz çeki düzen verin kendinize; ağaç dikin yine eskisi gibi, eskisi gibi varsın toprak damlarınız aksın berekete… çocuklarınızın hiç bilmediği “yağmur yağıyor/ seller akıyor/ Arap kızı…” haydi, yine camdan baksın artık…
 
“Yağ yağa yağmur/ Teknesi hamur/ Sokakları çamur/ Ver Allah’ım ver/ Sicim gibi yağmur…”




  
Size söz; işte o zaman yağacağım… ya da sizler modern orta çağın karanlıklarında yaşarken ben ak yüzümle yükseklerde bulut bulut gezeceğim!
 
TAHİR SAKMAN
 

 

25 Ocak, 2024

BİR YOL BİLİYORUM (AHMET ZİYA ÖZKUL)


 

BİR YOL BİLİYORUM (AHMET ZİYA ÖZKUL)
 
Herkesin bir ölümü var, ya şairlerin ölümü?
 
Belki şiirin / yaşamın ölümüdür, şair ölümü… bilmiyorum; en azından şimdilik! Hiç ölmedim… bir gün ölürsem söylerim…
 
Ama ölen şair arkadaşlarım oldu; hepsi de can dostlarımdı, çok şey paylaşırdık; hayatta en çok kıymet verdiğimiz şiirlerimizi paylaşırdık.  Daha ne olsun?
 
Hacı Fettah Mezarlığı’nın karşısında ailesinden kalan bir evi vardı, annesini kaybettikten sonra yalnız… şiirleriyle, kedisi ve bir de kanaryasıyla yaşardı. Ruhi sıkıntıları vardı ve bu yüzden eşinden de ayrılmıştı. Kızı vardı, onu çok severdi, hafta sonları onunla vakit geçirirdi.
 
Ahmet Ziya Özkul’dan bahsediyorum… 1949 Doğanbey doğumluydu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türkoloji bölümünden mezun olduktan sonra Konya İmam Hatip Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydi.
 
Üç şiir kitabı yayımlandı dostumun; On Sekiz Yaş Şiirleri (1982), Hocaya Çak Bir Selam (1984) ve Bir Yol Biliyorum (1985) … Şiirlerinden bir tanesi öğrencisi olan şehrimizin yetiştirdiği müzisyenlerden Gündoğar tarafından bestelenmişti.
 
Sıkıntılarının çoğaldığı… aslında bizi delirten sizlersiniz; sizin bu bozuk düzen işleriniz, iki yüzlü, bir öyle bir böyle, akçe üzerine kurulu dünyanızdır bizi delirten… Sizin gözünüz dönmüş; dünyayı kan ve ateşe boğarken, sizin tek düşündüğünüz akçeleriniz… Barışmış, sevgiymiş, edebiyatmış… mış, mış, mış… öyle ayrı dünyalarda yaşıyoruz ki…
 
Amerika’nın Irak’a saldırdığı günlerdi… Türbe Caddesi’ndeki saatçi dükkânıma bir hışımla girmiş saydırmaya başlamıştı. En başta da bana; küfürlerin bini bir paraydı. Sesimi çıkarmadan yarım saate yakın dinledim, susunca “yanında ilacın var mı” diye sordum. Cebinden bir iğne çıkardı, hemen İstanbul Caddesi’ndeki eczanelerden birine birlikte gidip yaptırdım. Sonra özür diledi… Ne önemi vardı ki, haklıydı…
 
Bir kediye ceza kestiğini (bazı odalara girmesini yasaklamıştı) anlattı, kuşuna yan baktığı için, bir başka gün TV’nin Galatasaray maçını şifreli verdiği için tam bir hafta açmamıştı… Telefon da cezalıydı; sadece akşamları 19,30-20,30 arası bir saat içinde arayan olursa açardı. Okulda yönetmeliklere aykırı olmasına rağmen sakalını kesmemiş, uzatmıştı. Öğrencilerini uyarırdı; çantaların üzerinde yabancı yazı olmayacaktı hele hele Amerikan bayrağına asla tahammülü yoktu. Çantasını değiştirmesi için öğrencilerine para verirdi.
 
En çok gücüne giden şey; öğrencilerinin gözü önünde, dersteyken hastaneye götürülmesi olmuştu… “İlaç içmediğim zamanlar daha iyiyim” derdi hep.
 
“Bir yol biliyorum” dedi ve bir gün evin kapısını çekti gitti… uzun süre haber alamadık, yıllar sonra vefat ettiğini duyduğumda çok üzülmüştüm… meğerse o yol; gökyüzüne çıkıyormuş…
 
“Bir Bol Biliyorum” isimli şiir kitabına, ona ithaf ettiğim Şairlerin Ölümü isimli şiirimi koymuştu, şiirin ilk dörtlüğü şöyle:

 

Güneşi çevirip de tepetakla
Geliyormuş şair kimin umuru?
Ruhuna koyduğu binbir yasakla
Ölüyormuş şair kimin umuru?

 

Aynı kitaba ismini veren şiirin bir bölümü ise şöyle:

 

BİR YOL BİLİYORUM

 
Bir yol biliyorum Allah’a yakın
Bir yol biliyorum Allah’tan uzak
 
Bir yol biliyorum ince upuzun
Bir yol biliyorum berrak mı berrak
 
Bir yol ki çizilmiş alın yazısı
Bir yol biliyorum tuzak mı tuzak
 
Adını sorarsan mezar taşıdır
Bir yol biliyorum bu en son durak
 
Ahmet Ziya Özkul




 

Ve şairler ölür, gökkuşaklarına gömülür…  bizler başka yol bilmeyiz zaten; tıpkı Ahmet Ziya Özkul gibi…
 
TAHİR SAKMAN
 

 

 

24 Ocak, 2024

ŞEFİKCAN HÜZÜN

 


ŞEFİKCAN HÜZÜN
 
Hüzün düşüyor Şefikcan’a…
 
Hafiften bir rüzgâr, yağmur kokularıyla süpürüyor; toprağı, suyla buluşturmamak için yemin etmiş gibi görünen asfalt caddedeki ağaçlardan sararmış hüzünleri süpürüyor, belki son defa…
 
Belki son defa rüzgâr bakışlarıyla salınarak geçiyor ince bir yağmur; var mısınız yok musunuz dercesine belli belirsiz…
 
Kim belli, kim belirsiz ki bu hayatta? Koşturmacalar… ah bu telaşeler öldürür bizi; ne zaman aklıma bir yaşam düşse, bir yaşamak düşse özgürlük dolu; masmavi bir gökyüzü, yemyeşil bir Takkeli düşse… bir yaprak düşüyor içimden:
 
Şefikcan’a düşüyor olmadık düşler…
 
/Loras’tan bir bulut ağdı
Sulu sepken karlar yağdı
Yolcularım hanlarda kaldı
Kaldım evlerde yalınız/
 
Bir türkünün, bir şiirin, bir mısraı bile olamamışsak… o zaman bu yaşam niye?




Şefikcan’a her şey düşüyor; yalnız yaşamların lümpen ayak sesleri çoğaltıyor acıları… Tatköy’ün, Sulutas’ın gölgesi vuruyor ta Altınapa’dan…  
 
Sonrası bir Sille türküsüdür:
 
/Şu Sille’den dün gece geçtim
Görmedim annem/
 
Ah anacığım ah, gerçekten görmedim ne gündüz ne gece…
 
Şefikcan’a görülmedik yalnızlıklar, görülmedik ve bir daha da asla görülmeyecek olan ağır mı ağır serseri bir hüzün düşüyor…
 
Her şey, her şeye düşüyor; bir tek sen düşmüyorsun düşümden…




 
Şefikcan üşüyor… üşüdükçü düşüyor; düştükçe daha da çok düşüyor hüzün…
 
Yeşil bir yaprağın açılmamış baharlarında unutulmuş gibisin; yağmurun ıslatamadığı…
 
TAHİR SAKMAN


23 Ocak, 2024

KIZLAR KAYASI



KIZLAR KAYASI
 
meram aşk ülkesi
çam kokularının böğründe
yaşanmış sevdaların
umarsız hasretlerin çığlıkları
çarpar da dağlara
geri dönemez
kayalar erir
çığlıkların çizdiği
yüreklerin nakışıdır
kayaların suskunluğu
âşıkların bakışıdır
 
ne meram’dır ne çam
sevgilerin yanışıdır
 
sevda yolu uzundur hey
sürer binlerce yıl
ne yol kalır ne kervan
yüreklerde bir sızı
döner durur
 
/zaman içinde bir zaman
zaman
          içimde kervan/
 

Bu uzun şiirimin devamı; “Söylesem Güç Yetmez Sussam İşkence” isimli, 2001 yılında yayımlanan ve kapağını sevgili dostum Zeki Beştepe’nin yaptığı kitabımda… Şimdi okumazsınız belki ama eminim ben öldükten sonra Kızlar Kayası’nda şiiri okuyup yaşamanız ihtimal dahilinde… Geleceğin Konyalısına emanetimdir…




 
Uzun uzun zamanlar öncesi söylemiştim bu mısraları, çok daha uzun uzun zamanlar öncesinden günümüze kalan yanık bir sevda öyküsünden esinlenerek…
 
Mitolojik öyküleri, halk hikâyelerini çok severim özellikle yaşamın kokusunu yüreklerimizde hissettirenleri. Kimilerini şiirleştirmiş kitaplarımda yayımlamıştım.





Kızlar Kayası efsanesini bilmeyen yoktur; hani yüreği sevdalı bir Konya kızı, istemediği bir evlilik için giderken, düğün alayının / kervanının taş kesilmesi… Halkımızın ince zekâsı mı desem yoksa yakıştırması mı; Aşağı Dere Mahallesi’ndeki doğal bir yontu, erozyona maruz kalan kayalardaki figürlere bakıp bakıp bir sevdayı ölümsüz kılmış… orantısız sevgi ve aşka duyulan bir saygının abidesi gibi duruyor orada…
 
2013 ve 2014 yıllarında Anadolu Manşet gazetesinde yazdığım dört makalede, (SAKMAN, [M.] Tahir (2013), “Kızlar Kayası (1)”, Anadolu Manşet, s. 2, (7 Ekim), SAKMAN, [M.] Tahir (2013), “Kızlar Kayası (2)”, Anadolu Manşet, s. 2, (8 Ekim), SAKMAN, [M.] Tahir (2014), “Konyalı Olmayı Hak Etmek (I)”, Anadolu Manşet, s. 2, (22 Ocak), SAKMAN, [M.] Tahir (2014), “Konyalı Olmayı Hak Etmek (II)”, Anadolu Manşet, s. 2, (23 Ocak).) Kızlar Kayası’nın turizme açılması için çevre düzenlemesi yapılmasından bahsetmiştim. Ayrıca Vilayet öncülüğünde yapılan turizme yönelik bir toplantıda da önerilerimi sıralarken Kızlar Kayası’ndan söz etmiştim…
 
Geçtiğimiz günlerde, yazdıklarımızın ve önerilerimizin değerlendirildiğini görmenin sevincini yaşadım; yolumu düşürdüğüm Kızlar Kayası’nda...




Meram Belediyesi güzel bir iş yapmış ve Kızlar Kayası’nın etrafını temizleyip gezilebilir bir alana dönüştürmüş. Ayrıca gece ışıklandırmaları da yapmışlar. Şehrimize bir turizm rotası daha kazandırılmış. Aracınız için park alanı da olması gitmenizi kolaylaştırıyor.



Kızlar Kayası’nda, Konyalı âşıkların ağıtlarını duymak istiyorsanız gitmelisiniz. Bir başka coğrafyanın bir başka efsanesi gibi dursa da onlar bu toprakların sevdası… yüreklerin harında nice âşıklar ses vermişler…
 
Duymak size kalıyor…
 
TAHİR SAKMAN
 

 

 

 

 

 

 

21 Ocak, 2024

SONSUZLUK ÜLKESİNE ÇOĞALMAK

Bu fotoğrafı, 2013 yılında birlikte katıldığımız, Vilayetin düzenlediği Cumhuriyet Balosu'nda ısrarlarım sonucu çekmiştim.

 

SONSUZLUK ÜLKESİNE ÇOĞALMAK
 
/Ne zaman unutsam adını
Ölüm gelir vurur tokadını/
 
Demiştim bir dostun ardından… bugünlerde öyle tokatlar yiyoruz ki…
 
Tabii vefa duygunuz körelmemişse, içinizde hâlâ kıpır kıpır bir şeyler; dostluk adına, yaşanmışlıkların hatırına bir şeyler kıpırdıyorsa…
 
Bu kadar sarsılacağımı bilmiyordum doğrusu; elim yazmaya gitmedi kaç gündür, kaç gündür içimde çöreklenmiş eski bir hüznün parçası kaya gibi…
 
Tüm dostlar birer birer sonsuzluk ülkesine çoğalıyorlar!  
 
En son Anadolu Manşet gazetesinin kurucusu ve sahibi Sabri abimizi yitirdik… oysa ne kadar bizdendi ne kadar sade ve her türlü gösterişten uzak bir yaşantısı vardı… tipik bir Anadolu insanıydı. Çok insana güvenmişti… oysa güvendiği dağlara çoktan karlar yağmıştı…
 
Gazetesinde çalıştığım dönemlerde bazı mevzular olmuş işi bırakmış, gitmiştim, o kadar da işe ihtiyacım olmasına rağmen. Sürekli beni aramış en sonunda tekrar geri dönmüştüm. Tekrar çalışmaya başlamadan önce bazı personele yanımda şunları söylemiş, beni onore etmişti:
 
“Benim Tahir Sakman’a ihtiyacım var, onunla çalışmak istemeyen varsa gidebilir…”
 
Daha bir şevkle devam etmiştim. Tabii çok çalışmanın her zaman çok riskinin olduğunu yeni yeni öğrenecektim. Sabahın sekizinde gelirseniz kimilerinin saat 10’da 11’de hatta 12’de gelmelerine çomak sokmuş olursunuz…
 
Çok çalışırsanız bazılarının çalışmadığı ortaya çıkar ve bu da statükonun hiç işine gelmez!
 
Hele bir gün, bana “Tahir Sakman, ne çabalıyorsun, gazeteyi sen mi kurtaracaksın, gazete zaten batmış…” diyebilen insanların nasıl bir nankörlük içinde olduklarını anlamalarını o kadar çok isterdim ki…
 
Sabri abi de farkındaydı ama kibar insandı…
 
Ah Sabri abi ah; bende yerin çok büyükmüş, o yüreğiyle gülen yüzün, babacan bakışların, mütevazı tavırların… elindeki gazeteyi asla şahsi bir güç olarak görmeyen sadece halkının yanında olan bir anlayışla uzun yıllar devam ettirdiğin için sana bu şehrin, Konya basınının bir şükran borcu olmalı…
 
Yolun, ışıklar içinde olsun…
 
TAHİR SAKMAN