YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

22 Mayıs, 2024

HER ŞEY YAŞANIRKEN GÜZEL

Soldan sağa; Cenap Kendi, Kazım Şalvarcı, Mazhar Sakman. Sarıyakup Caddesi'ndeki bağ evimizdeki bir oturakta... (Fotoğraf: Tahir Sakman Koleksiyonu.)


HER ŞEY YAŞANIRKEN GÜZEL
 
Dün mü çok renkliydi yoksa bugün mü renksiziz? Dünün koşturmacaları mı güzeldi yoksa bugünün rehaveti mi?
 
Şöyle bir hafızamı yokladığımda yani getir götür, kurye işleri yokken… Çok değil; 80’li, 90’lı hatta 2000’li yıllar… o kadar uzak değil aslında belki dün belki dünden kısa…
 
Alışverişlerimiz bile sayılı dükkânlardan yapılırdı; marketler henüz icat edilmemişti…
 
Ne zaman ramazan gelse elimizde kap kacak Aziziye Camii’nden Kadınlar Pazarı’na giderken, Kayıklı Kahve Meydanı’na bakan Çöğenlerin dükkânına gider sıraya girerdik, tahin almak için. Pastırmalar Üçyıldız’dan… Bugün bu dükkânlar, ikinci hatta üçüncü kuşak tarafından çalıştırılıyor; aynı disiplin aynı güven ve aynı kalite…
 
Kadınlar Pazarı’na bir koşu giderdim, elimde on lirayla… Babamın kadeh arkadaşına, babamın selamını söylerdim Kasap Kara Ahmet (yoksa Kara Mustafa mıydı?) amcaya… Yarım kilo biftek hazırlardı, yumuşak yerinden döver, üzerine de tuz kekik ekerdi. Eğer ikindin üzeriyse mutlaka mangal yanardı dükkânda ve bir kenarda ufak ufak çaktırmadan demlenirdi. Mangaldaki pişmiş etten de biraz vermeyi ihmal etmezdi hiç. Çok iri yarı bir adamdı ama yüreği… yufka yürekliydi. Yüzü bugünkü gibi aklımda, aklımda kalan nadir insanlardan bir tanesi. Çalışırken başındaki fötr şapkayı asla çıkarmazdı, kravatsa zaten banko… Kadınlar Pazarı’nda kravatlı kasap… Haydi, şimdi gidin de arayın belki bulursunuz… Şimdilerde geçtim esnafı; kravat takan, takım elbiseli, pırıl pırıl ayna gibi boyalı ayakkabı giyen, traşlı memur bile hatta çok üzgünüm öğretmen bile görmekte çok zorlanıyoruz.


Kazım amcanın İstanbul Caddesi’ndeki dükkânı, Şehir Bakkaliyesi (https://www.facebook.com/photo?fbid=7435781596538591&set=gm.8041403962537726&idorvanity=2851206081557566), (Fotoğraf: Yaşar Barışık Koleksiyonu)


 
İstanbul Caddesi’nde Şalvarcı Kazım amcanın “Şehir Bakkaliyesi” vardı. Ekmek kadayıfları mutlaka ondan alınırdı. Kazım amca aynı zamanda kanun çalardı. Uzun kış gecelerinde bizim Sarıyakup’taki bağ evimizi kanunundan çıkan zarif nağmelerle şenlendirirdi. Oldukça mütevazı ve sessiz bir adamdı. Kanunu gibi kendisi de çok kibar bir adamdı. Rahmetli olunca oğlu Vedat abi dükkânı uzun süre işletti sonra onun da erken bir ölüm yakasına yapışınca dükkân kapandı… Şehrin simge dükkânlarındandı… O da aklımda kravatlı olarak kalmış…
 
Aziziye Camii’nin karşısında Şehir Eczanesi… Hattat Hüseyin (Öksüz) abinin dükkânıydı. Babamla bir gün eczaneye gitmiştik. Eczanenin arkasına geçtik bana bir ney seçti ve nasıl üflemem gerektiğini gösterdi ve “ses çıkarınca bana gel” dedi. Ben bir ay uğraştıktan sonra o sesi çıkardım ama pes etmiştim; neyi götürüp Hüseyin abiye geri verdim… Hüseyin abiyle babam çok iyi dosttular, babama çok saygı duyar ve çok severdi. Aslında iki ayrı dünyanın insanıydılar ama onları ortak noktada birleştiren sanat ve müzik aşkı olmalıydı. Hüseyin abiye babam dörtlükler getirir o da üşenmez onları hatla yazardı ve acemilik örnekleriydi, arşivimde onları hâlâ saklarım.
 
Hüseyin abi, babamın ağdalı Osmanlıca konuşmalarını, beyitler okumasını ve tabii ki sazından çıkan nağmeleri ve nota bilgisine hayrandı. O zamanlar çok gençti, sonra eczaneyi bıraktı kendini hat sanatına adadı. Yıllar sonra büyük kızım onun hat öğrencisi olacaktı… Hüseyin abiyle olan hatıralarım arasında yer eden bir şey daha var ki aslında hatırladıkça hep üzülürüm; babam ona çok eski, tahta bir tambur hediye etmişti. Hüseyin abi çok sevinmişti. Bakım yapılması ve tellerinin değişmesi için bir ustaya vermişlerdi ama tamburu bir daha almak mümkün olamadı, kaybolmuş! O usta kimdi bilmiyorum ama bugün bile aklıma geldikçe çok üzülürüm, çok güzel bir tamburdu.
 
Hüseyin abi bugün artık dünyaca ünlü bir hattatımız, duruşunu hiç bozmadı; o hâlâ Aziziye Camisi’nin karşısındaki bir eczacı mütevazılığıyla şehir kültürüne hizmet etmeye devam ediyor şehrimizin, yüz akı insanlarından…
Tevkifiye Caddesi’ndeki çıraklık günlerimde öğle yemekleri katıkçıdandı… Paşa yemeği favorimdi; soğan kabuğuyla pişmiş yumurtayı biraz zeytinyağının üzerine doğrar, somunla yerdik. Bazen helva ekmek yanına zeytin… O nasıl lezzetti, şimdi hepsi hayal oldu o lezzetlerin.
 
İlyas Ağa’nın dükkânına gider, sıraya girerdik az kuru fasulye, az pilav veya az kavurma yemek için… az dediğime bakmayın şimdiki porsiyonlardan büyüktü. İlyas amca bir gün kızmış, o gülen yüzüyle serzenişte bulunuyordu, yüksek sesle: “Bu ne len! Az guru, az pilav, çok ekmek!” gülmekten yerlere yatmıştık, rahmet olsun… Şimdi aynı dükkân, kuru fasulye ve kavurma satmaya devam ediyor; İlyas Usta’nın oğlu ve kalfası işletiyor; Anadolu Lokantası…
 
Araboğlu Makası’nda o zamanlar kelle satan lokantalar vardı, sadece orası değildi elbette ama onlarınki meşhurdu. Öğlenleri velespitle gider, sıcak sıcak alır getirirdim ki bu aynı zamanda ziyafet demekti… Şimdi hiç canım çekmiyor!
 
O dönemin Konya lokantalarında tencere yemekleri revaçtaydı ve çok çeşitliydi, şimdi?
 
Sabahları yaptırdığımız yağ somunları… Edeci’nin Ahmet derlerdi… Mahkeme Hamamı’nın köşesindeydi ve günümüzde torunları tarafından işletiliyor. Onun yaptığı, o nar gibi pideleri unutmak ne mümkün? 
 
Bedesten’in Hükümet Meydanı’na bakan tarafında Kenanlar Pastanesi, umarım ismini doğru hatırlıyorumdur… Konya’nın bunaltıcı ağustos sıcaklarında onun dondurmasıyla serinlerdik, gerçek bir dondurmaydı, tadı hâlâ damağımda kaldığı için şimdi hiçbir dondurmayı beğenemiyorum. 
 
Bizler dünlerde yaşamaktan vazgeçemedik; sanırım şimdinin gençleri de gelecekte aynı duyguları yaşayacaklar ve gözleri dolarak yaşamın rüzgârlarına direnmenin yersiz olduğunu anlayacaklar.
 
Her şey, her şeyi yeniden hatırlatıyor sanki… Bir gün bizler, tıpkı bizden öncekiler gibi hiç yaşamamış gibi olacağız; sesimiz şehr-i Konya’nın bir taraflarında unutulmuş eski bir replik gibi kalacak ama onu da duysa belki anlayamayacak şehr-i Konyalı...
 
Her şey yaşanırken güzel; hatırlarken değil! Hatırladıkça acıyorsunuz, kanıyorsunuz…
 
TAHİR SAKMAN
 
 

09 Mayıs, 2024

HIZIR'DAN GEÇTİK HINZIR GELMESİN YETER!

 

Çaldıran Sokak, 2022... Foto: T. Sakman 

HIZIR'DAN GEÇTİK HINZIR GELMESİN YETER!
 
Çok renkli bir çocukluğumuz vardı… Çok renkli giysilerimiz yoktu belki ama düşlerimizle renklendirdiğimiz, gökkuşakları altında gezindiğimiz bir dünyamız vardı…
 
Oyuncak, giysi vs. almanın imkânsızlığından değildi çoğu zaman; aileler tutumluydu, çocuklara sınırsız imkânlar sunmazlardı şimdiki gibi… Genel kanı çocukların terbiyesinde olumsuz etki yaratma ihtimaliydi; çocuk şımarmamalı, duracağı yeri bilmeliydi. Şimdiki gibi her istediği yapılan çocuğun doyumsuz bir hâle gelmesi ve adeta histeri krizine girmesi gibi bir durum söz konusu bile değildi.
 
Oyuncaklarımızı bile biz kendimiz yapardık; gazoz kapaklarını çamurla doldurur… hani şimdi çocuklar “taso” diyorlar ya öyle oynardık. Kapak bedava, çamur bedava ama oyun pahalıydı; gazoz kapaklarımızı üttürmek istemezdik.
 
Şimdiki çocukların bence en büyük sorunu, “ütmeyi / ütülmeyi” bilmemek!
 
Billalarımızı (bilyelerimizi) ütülürsek, kayısı çekirdekleri sermayemiz olurdu, nasılsa bağlarımız kayısı ağacı doluydu; bizde yoksa komşuda…


Bazılarımız bilyalı (rulman) tahta arabalar yapardı veya yaptırırdı... Dönemin Mercedes'i kesinlikle onlardı... Ama itmeden gitmezdi ya birisi sizi itecekti ya da yokuş aşağı gidecektiniz ki, şehirde tek yokuş Larende Caddesi'ndeydi. Bir üçüncü yol da ellerinizle kendi kendinizi ittirmekti.
 
Kavak ağacından düdük yapardık… şimdi bile hayret ediyorum… Topaç diyorlar ya, o fırçaları nasıl çevirirdik… ben çok ütülürdüm fırçada…
 
Soba tellerinden araba yapardık… İnce minare, yedi kiremit, birdirbir… “ikidir iki” deyince tilkinin neyi olduğunu da siz anlayın artık! Uzuneşek, harmanbiş, çelik çomak… İlle de çelik çomak; kafamız, gözümüz yarılırdı bazen… O çeliği tutmasak sanki kıyamet kopacaktı, çeliği bir kaçırırsak dünyada yaşam bitecekti sanki… Ceketimizi ters giyerdik; çeliği tutarken ellerimiz acımasın diye… sonra dünyayı kurtaran bir kahraman edasıyla dolanırdık tabii ki çeliği yakaladıktan sonra.
 
Dokuztaş, beştaş… Beştaşı müthiş oynardım, cark curk? Bunu da bilmezseniz diyeceğim ama şimdi öyle bir kuruyorlar ki cark curku, vallahi bizim pabuçlarımız çoktan dama atıldı!
 
Top mahallelerimize girmeden favori oyunlarımızdı bunlar. Önce yakan top ama daha çok kızlar oynardı bu oyunu, biz futbol… Sokaklar bizim sahalarımızdı; ben Metin Oktay olurdum, abim Vedat Sakman kaleci Varol, ne şeref! Abim tatillerde Konya’ya geldiği zamanlar Çaldıran Sokak’ta beni de kaleci yapmak için çalıştırırdı. O zamanlar abim İzmir’de Göztepe’nin alt yapısında kaleciydi sonra talihsiz bir şekilde kolu kırılınca bırakmak zorunda kaldı...


Abim Vedat Sakman'ın ortaokul yıllarından bir hatıra... Foto: T. Sakman Koleksiyonu.

Mahalle maçları yapardık kıran kırana… gazoz alacak paramız olmasa da yine iddiaya girerdik kazanma umuduyla… Sarıyakup’ta, Topraklık Mahallesi’nin çocuklarıyla maç yapmıştık. İnanılmaz çekişmeli geçmişti. Bizden fiziksel olarak çok güçlü olmalarına rağmen teknik olarak çok geriydiler. Maç, 2-1 bitmiş, bendeniz de bir gol atmıştım ama şimdi hatırlayamıyorum yenmiş miydik?
 
Sokaklarda oynarken, topu rakibe vermemek için arabaların altında kalmayı bile göze almışlığımız vardır hatta bir keresinde bendeniz, o zamanlar Muhacir Pazarı’nda oturduğumuz yıllarda… Selimiye Mahallesi, Çaldıran Sokak… Çaldıran Sokak yerinde ama Selimiye Mahallesi gitmiş, Sahipata Mahallesi gelmiş... Çaldıran Sokak'ta topa öyle bir dalmışım ki üzerimden ekmek arabasının atları ve tekerleri geçince uyandım…
 
Ekmek dağıtan bir arabaydı, acaba diyorum, Ekmekçi Hayık mıydı üzerimden geçen?   
 
Tam bir hafta yatmış, yerimden kalkamamıştım. Merhum anam, babamın korkusuyla “yüklükten düştü” demiş… Yüklüğü bilirsiniz değil mi?


Dünün evlerinde baş tacı olan İstanbul süpürgesi...

Bize her zaman şenlikti… Ütü kordonu mikrofon, İstanbul süpürgesi sazımdı, hem çalar hem söylerdim. Şimdi kimseler öyle söyleyemiyor! En büyük destekçim de merhum halamdı, beni “tahta boşta” (tahta boşu da bilmiyorsanız ne diyeyim size?) ciddiyetle dinler, alkışlardı ve “ne olacak işte çalgıcı sülalesi, bu da çalgıcı olacak… “  derdi…


Elvis Presley'in dünyayı kasıp kavurduğu yıllarda Vedat Sakman... Foto: T. Sakman Koleksiyonu.

Çalgıcı olamadım ama abim oldu çok şükür, aile geleneğimizi müziğin farklı bir dalında olsa da sürdürüyor.
 
Devricedit Mahallesi… Onu da yok ettiniz… Ferhuniye oldu, tabii ki size yetmedi; Cem Sultan Caddesi’nden ayırıp Battalaziz Sokak dediniz. Her kimse bu Battalaziz, kimse tanımıyor, çok meşhur olmalı! Bahçemizin arkasından geçen şehir ırmağı üzerinden sırıkla atlardık, heyecan bedava, adrenalin tavan…
 
Saklambaç… “Önüm arkam, sağım solum, ebe, sobe… Vallahi bir gün hepinizi sobeleyeceğim, görürsünüz siz!
 
Mesela bir hıdrellez günü… Kapıya kim gelirse boş çevrilmezdi evde ne varsa… Ya gelen Hızır’sa derdi anam… Hızır hikâyeleri anlatılırdı, asla tükenmeyen un küplerinden, yağ, şeker taşan içi sırlı küplerden… (şimdi o küpleri görünce Roma zamanından kalan antikalar sanıyorsunuz, çok hazin!) Ne kadar kullanırsan kullan; eğer o gün eve Hızır gelmiş ve sizden bir şey almışsa, o her neyse asla bitmezdi… “Hızır elini basmış” derlerdi.
 
Merhum babam, “Hızır’ın en büyük alameti, bastığı yerlerin hemen yeşermesiymiş “derdi… Ben sokakta yürüyenlerin arkasından gider, tozlu sokakların yeşermesini ve bir mucizeye tanıklık etmeyi umardım. Tırnağı da olmazmış… çok uzun bir dönem insanların tırnağı var mı yok mu ona bakmıştım…
 
Bahçesi olanlar komşularla birlikte bahçede, bağda toplanır; koca koca kadınlar, yakan top oynarlardı, börekler açılırdı… sanki o gün ayrı bir özgürlük günüydü kadınlar için; baharın tüm neşesini üzerlerinde taşırlardı.
 
Meram bu işlerin toplanma yeriydi; nerede bir ağaç varsa, herkes orada hıdrellez kutlardı. İçki içenler de olurdu ama asla çevreye rahatsızlık vermezlerdi. Saz çalanlar, demlenenler Meram’ın kuytularında eksik olmazdı.
 
Eski bir Şaman kültürüne dayanan bu geleneğin İslamileştirilmesinden sonra kökeninin dini hassasiyetlere dayandırıldığı bir günde, alkol tüketilmesini hiç anlayamazdım zaten. Sanki fırsat gibiydi bu tür günler. Nasıl bir hoşgörü ortamı varsa o günlerde… Bugün bunu anlamakta çok zorlanıyoruz.
 
Babam ve arkadaşları mutlaka bir yerlerde oturak düzenlerlerdi, hıdrellez günü evde olduğunu hiç hatırlamam. Biz annemle, hiçbir şey yapamazsak bile Meram otobüsüne biner çift bilet atarak hiç inmeden gidip gelirdik…


O yıllarda mevsimler kaymamıştı henüz ama yine de bazen geçici bir yağmur bazen çok sıcak olurdu hatta nadir de olsa kar bile görmüşlüğümüz vardır. Her ne olursa olsun Konyalı asla vazgeçmezdi hıdrellez kutlamasından...
 
Hızır’la İlyas, senede bir kere, bugün buluşup bereket dağıtırlarmış… Artık buluşmuyorlar: O günlerde, Hızır gerçekten vardı; her şey bereketliydi, bolluk her yanımızı sarmıştı… Şimdilerde Hızır bizleri çoktan terk etmişe ve Hızır’dan çok hınzırlar kapımızı çalmışa benziyor.
 
Sabah ilk işim sokağa çıkıp bakacağım; tırnağı olmayan bir insan veya adımlarının arkasında yeşil çimen bırakan var mı diye…  Heyhat, her yer asfalt olmuş, Hızır gelse bile asfalta yeşilden bir iz bırakması ne mümkün?
 
Artık razıyız, geçtik Hızır’dan; yeter ki hınzırlar kapımıza uğramasın!
 
TAHİR SAKMAN
 

08 Mayıs, 2024

KÖR TALİH


 KÖR TALİH

/dünyanın en talihsiz ağacıyım ben
dallarımda yeşerdi sonsuza üç fidan/

TAHİR SAKMAN

07 Mayıs, 2024

ÜÇ GÜVERCİN UÇAR


 ÜÇ GÜVERCİN UÇAR


‘darağacında üç fidan’***
sonsuzluğa çiçek verdi üç can


‘darağacında üç fidan’
durdu dünya ağladı zaman


‘darağacında üç fidan’
her yer sömürü her yer talan


‘darağacında üç fidan’
özgürlük dedi üç adam


‘darağacında üç fidan’
umutlar şimdi bahardan


/üç güvercin uçar milletimin bahtına/


***N. BEHRAM

TAHİR SAKMAN

06 Mayıs, 2024

BAHARDILAR


 BAHARDILAR
 
Umudum sende çocuğum
Aydınlıktır yarınlar
Güneşin kucağında
Yok olur karanlıklar
 
Yeşerse de darağacı
Özgürlüktür tutkumuz
Sevgi barış türkümüz
Denizler dolu ufkumuz
 
Bahardı dikti başları
Yürüdüler sonsuza
Üç arkadaştılar
Yazıldılar yıldıza
 
Deniz Yusuf Hüseyin
Bir destandan kalanlar
Yarım kalmaz bu türkü
Nicesini çağırıyor analar
 
TAHİR SAKMAN
 
 

02 Mayıs, 2024

SES


 

SES
 
bir bayrak kalkar ufuklara
bir bayrak yarınlara
bir bayrak yeniden binlerce doğacak
 
ülkemden yayılsın isterim
kuş sesleri çocuk sesleri
dalga dalga gümbür gümbür türküler
 
yasaksız notalar söylesin
sesim var insanlar için
bu ülke bu dünya hepimizin
 
/bir bayrak kalkarsa ufuklara
gölgesi düşecektir mutlaka yarınlara/
 
TAHİR SAKMAN

25 Nisan, 2024

MEYHANE KÜLTÜRÜ İLE KONYA OTURAK KÜLTÜRÜ ARASINDAKİ FARKLILIKLAR ÜZERİNE BİR DENEME


 


MEYHANE KÜLTÜRÜ İLE KONYA OTURAK KÜLTÜRÜ ARASINDAKİ FARKLILIKLAR ÜZERİNE BİR DENEME
 
Sultan Alâaddin bir işret meclisinde, şiirini beğendiği Konyalı şair Nizami’ye “falanca köyü sana bağışladım” der. Şair elbette bu işe sevinir ve ertesi gün sultanın huzuruna çıkarak ihsanın kendisine verilmesini bekler. Sultan Alâaddin, şairle biraz dalga geçmek ister ve verdiği ihsan sözünü kast ederek, “Nizami, dün gece içkiyi fazla kaçırmış ve bir halt etmişiz” der. Nizami buna çok üzülse de cevap vermekte gecikmez: “Haşa Sultanım, asıl şimdi halt ettiniz…”
 
Osmanlı’nın talihsiz şehzadelerinden Cem Sultan’ın Konya Valiliği döneminde Meram bağlarındaki işret meclisleri meşhurdur. Keza Mevlâna’nın yaşadığı dönemlerde de Konya’da birçok meyhane olduğunu menkıbelerden öğreniyoruz. Alâaddin Tepesi’nin güneyinde yaşayan gayri Müslimlerin özellikle Rumların işlettiği meyhaneler bu bölgededir.


Kayıklı Kahve

 
Kayıklı Kahve Meydanı, ismini, bir kızlı kahvenin kayığa benzeyen mimarisinden almıştır. İsminden de anlaşılacağı üzere bu kahvelerde hanım sanatçılar boy göstermektedirler. İstanbul’dan gelen kanto sanatçıları, bu kızlı kahvelerde kanto söylemektedirler.  Kızlı kahvelerde adından da anlaşılacağı üzere çay, kahve servisi yapılmakta içki satılmamaktadır. Bugünkü müzikli kafelerin atası kızlı kahveler demek mümkündür. Halkın ince zekâsı müthiş bir yakıştırma ve rahat bir söyleyişle ismini bulmuştur: Kızlı Kahve…
 
İlk gençlik yıllarımda bedestenin Mevlâna Caddesi’ne çıkan dar sokaklarında küçük dükkânlarda tek tekçiler vardı… Esnaflar akşama doğru bu meyhanelere bir kaçamak yapıp ayaküstü iki tek atarlardı. Şehrin en meşhur meyhanesi Kimene Halil’in meyhaneleriydi. Birisi Meram’da birisi Mevlâna Caddesi’ndeydi. Camlarında “Derler, ne derler, ne derlerse desinler” yazılıydı. Yine aynı cadde üzerinde Bomonti Restoran vardı. Nebi Dayı’nın yeri ise meyhane kültürünün yaşandığı yerlerden biriydi ve şehirde oldukça popüler bir yerdi. Yine aynı bölgede yer alan müstesna yerlerden birisi de Sabriye Hanım’ın işletmeciliğini yaptığı Damla Restoran’dı…
 
O yıllardan aklımda yer eden meyhanelerden birisi de İstasyon’un karşısında küçük bir dükkândı. İlk meyhane derslerimi, o meyhanede almıştım. Henüz çok gençken meyhaneye selamsız girilmeyeceğini, nasıl kadeh kaldırılacağını, büyükler ilk kadehi kaldırmadan asla kadeh kaldırılmayacağını orada öğrenmiştim. O dönemin meyhane müşterileri boş konuşmazlar, gazeller okurlardı… Yaşımız itibariyle bize hep susmak düşerdi. O yılların rakısı da şimdiki gibi değildi daha ağırdı, müthiş bir anason kokusu, kapağı açar açmaz ortama yayılırdı. Şimdiki rakıların kokusu daha az ve içimi daha hafif.
 
İstanbul meyhane kültürünün şehrimizdeki yansımaları elbette bu kadar değildi; daha fazlası olduğunu o dönemin meyhane müdavimleri tarafından bilinmektedir.
 
Şehrin kadim kültür geleneklerinden olan oturaklar ise meyhane kültürünün aksine kendi töresini kuran ve yaşatan bir etkinliğimizdir. Oturaklarda meyhanelerin aksine her türlü içki içilmez sadece rakı içilirdi. Oturaklarda rakı içilmesinin de elbette bir nedeni vardı ki bu neden şehrin mayasında var olan dini hassasiyetlere olan bir saygının ifadesi gibidir. Merhum babam da rakıdan başka içki içmez ve şöyle derdi: “Kur’an’da şarap haram kılınmıştır, rakı yoktur, bu nedenle ola ki Allah bizi affeder…” Şarap içenlerin bulduğu formül ise, şarabın içine bir çimdik tuz atmaktan ibarettir. Şaraba tuz konulduğu zaman şarap sirkeye dönmekte ve böylece yasak olmaktan çıktığı söylenmektedir.
 
Meyhane kültüründeki sözlü muhabbet, oturaklarda yerini müzikli dinletiye bırakır. Meyhanelerin aksine oturaklarda konuşulmaz, müzik dinlenirdi. Meyhanelerdeki yerinden sık kalkmanın hoş görülmediği durum oturaklarda da aynen muhafaza edilmiştir. Meyhanelerde eğer sofrada rakı varsa başka içki içmenin rakıya hakaret olacağı görüşü, oturaklarda zaten rakıdan başka içki içilmemesi nedeniyle aynen korunmuş demek mümkündür.
 
Oturaklarda rakı genellikle ince belli çay bardaklarına konularak sek veya suyla karıştırılarak içilirdi. Meyhanelerdeki rakıya buz koyma, oturaklarda görülmemektedir ki buzun rakıyı bozduğu kadim içiciler tarafından söylenmektedir.
 
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki içki yasağı dönemlerinde oturaklara içki, kaçak rakı çekenler tarafından sağlanmaktadır. Uluırmak semtindeki bir rakı imalatçısının rakısı çok meşhurdur, bunu yanı sıra Akbaş ve Aksinne gibi hovarda yatağı olan mahallelerde de oldukça kolay bulunmaktaymış.
 
Meyhanelere belli bir yaşa gelmeden nasıl girilemezse, oturaklarda bu yaş sınırı daha da yukarılara çıkmaktadır. Mazhar Sakman gençken gittiği ve 12 telli çaldığı oturaklarda değil içki, sigara bile içmesine izin verilmediğinden ve sigara içmek için dışarı çıktığından söz ederdi.
 
Meyhane mutfağına baktığımız zaman balık, zeytinyağlılar ve yoğurtlu mezelerin ön plana çıktığını görürüz, oturak mutfağında ise yoğurt karşımıza hep çıksa da zeytinyağlı mezeler çok azdır, balık ise hiç yoktur. Esasen Konya oturaklarında şehir mutfağının ağır yemeklerini burada da karşımıza çıktığını görürüz. Kuzu tandır gibi ağır yemekler oturak mutfağının baş tacı yemekleri arasındadır.
 
Oturak mutfağı aynı zamanda düzenleyen hovardanın mali gücüyle de doğrudan orantılı olsa da çoğu zaman meze yerine rakı daima tercih sebebidir. Yine merhum babam bu konuda “bir liralık rakı içip sarhoş olacağım sonra yüz paralık kahve içip ayıkacağım mı?” derdi…
 
Belki de en büyük fark oturaklarda oyuncu kadınların sanatlarını icra etmeleridir.
 
Genel olarak baktığımız zaman İstanbul meyhanelerinde görülen adap ve erkân oturaklarda yerini daha bir ağırlığa bırakmış olarak karşımıza çıkar. Meyhanelerde ağlamak sızlamak, bağırıp çağırmak nasıl ayıpsa oturaklarda da öyledir, herkes kendi âlemindedir. Etrafı rahatsız edecek davranışlarda bulunulmaz. Meyhanelerde nasıl ki sarhoş olanlara içki verilmezse, oturaklarda da huzurun bozulacağı anlaşıldığı zaman “dağılalım da tekrar düzülelim” denilerek bir başka yerde buluşmak üzere dağılınır ve aralarında rahatsızlık veren kişi de bu suretle hatırı yıkılmadan ayıklanmış olurdu.
 
Cumhuriyetin ilk yıllarında yasaklanan oturaklar her ne kadar günümüzde özellikle ova köylerinde yapılmaya çalışılsa da gelenekten oldukça uzak ve düzensiz olduğu görülmektedir. Şehirdeki oturaklar ise barana ismini alarak ve içki servisi kalkarak sürdürülmeye çalışılmaktadır. Meyhaneler ise özellikle 80’li yıllardan itibaren muhafazakârlığın artmasıyla birlikte gittikçe azalmıştır. Günümüzde faaliyet gösteren sayılı yerler ise dünün meyhane kültüründen oldukça uzak yerlerdir.
 
TAHİR SAKMAN
 

24 Nisan, 2024

NOTLAR


 

NOTLAR
 
 
• Atatürk'süz bir Türkiye düşünemiyorum, o bizim çimentomuz, geleceğimizin teminatı… Hiç kimse yüreğimizdeki bu sevgiyi söküp alamaz. Bu ülke, onun ve silah arkadaşlarının sayesinde kuruldu ve onun ilkeleriyle sonsuza uzanacak.
 
• 104 yıl önce ileriyi gören bir komutan, bir deha, o Atatürk… Saçma sapan konuşanları ciddiye almıyoruz… Ülke kurtaran, özgür bir vatan kuran ve çağdaş bir ülke yaratan bir insanın aleyhinde konuşmak için bir neden göremiyorum…
 
• Yüce Meclisimizin açılışının bir başka deyişle; hâkimiyetin kayıtsız şartsız millete geçmesinin 105. yılını çocukluğumdaki gibi meydanlarda kutlamayı diliyorum. Evlerin, iş yerlerin bayraklarla donatıldığı 23 Nisanları özlemedik desem yalan olur; koskoca Şefikcan Caddesi’nde saysan 10 bayrak ya çıkar ya çıkmazdı ama bunun ihmalden kaynaklandığını düşünüyorum…
 
• Maçtan önce İstiklal Marşı’mızı büyük bir coşkuyla okuyan Amedspor taraftarı göğsümüzü kabartırken, birlik ve beraberliğimizin ne kadar önemli olduğunun da mesajını verdi…
 
• Konyaspor… aslında doğru teşhisi Kasımpaşa maçından sonra Kasımpaşa’nın teknik direktörü koymuştu: “Ben göreve geldiğimde Konya’nın altındaydık şimdi üstündeyiz… Konya eğer oyununu futbol oynamak üzerine kursaydı buralarda olmazdı…” Futbol takımları, futbol oynamak için kurulur. Kasımpaşa teknik direktörünün ne kadar doğru söylediğini son Alanya maçında gördük… Birinin çıkıp dobra dobra şunu sorması gerekiyor: “Futbol oynamayacaksanız veya bilmiyorsanız futbol takımında işiniz ne?”
 
• Bir bu eksikti, o da açılmış şükür, zikir kursu açılmış… Girişimciyi kutluyorum, para kazanmanın yolunu bulmuş! Sırada ne var dersiniz; namaz kursu, oruç kursu… Bir de “dini, insanların istismarından kurtarmanın yolları” diye bir kurs açılsa?


   Zafer’de soruyor bir TV kanalı; ıstakoz yediniz mi? İlahi, biz Konyalılar olarak ıstakozsuz günümüz geçmez; bir gün yemezsek bir gün mutlaka, Konya denizinde tutar taze taze yeriz hem de etli ekmeğin yanında garnitür niyetine…

 
TAHİR SAKMAN
 
 

22 Nisan, 2024

ŞEHRİN MANGAL SORUNSALI


 

ŞEHRİN MANGAL SORUNSALI
 
Şehrimizde yaşayan bir kısım halkımızın özellikle mangal yakma konusundaki sınır tanımama ısrarı nedeniyle birçok doğal alanı kaybediyoruz…
 
İnsan, yaşam alanlarını kendi eliyle yok eder mi, elcevap eder…
 
Yerköprü Şelalesi birkaç yıl önce felaket bir haldeydi, bu mangalcılar yüzünden… O dönemde şiirler yazmış, yazılar yayımlamıştım… Çok şükür belediye bu alanda mangalı yasakladı da dünyanın incilerinden bir tanesi olan şelale kurtuldu, kimden? Tabii ki mangalcılardan…
 
Şimdi Meram topun ağzında… zaten küçük bir alan kalmış yok etmediğimiz… şimdi son bir hamle ile onu da yok edeceğimiz günler yakındır… Meramdaki mesire yerleri bakımsızlıktan dökülüyor ve gözlerimizin önünde yok oluşa doğru hızla sürüklenirken bizler ne yapıyoruz? Tabii ki mangal yakıyoruz, kömürlerini, küllerini çimenlerin üzerine boca edip, plastik poşetlerimizi sağa sola savurup gidiyoruz…
 
Ne güzel değil mi? Tam da istediğimiz gibi…
 
Dereliler, Bulumyalılar, Çayırbağlılar ve daha nice yeşil alanlarıyla öne çıkan yerlerde yaşayanlar ne çekti sizden…




 
Şimdi de Altınapa Barajı’na el attınız, ne iyi ettiniz; şehrin üç beş aylık kalan suyunu da siz kirletin, yeter ki mangalınızda dumanlar tütsün!
 
Çitleri devirdiniz, tel örgüleri kestiniz, mangalı yaktınız… haydi diyelim oldu! Mangalın külünü niye suyun kenarına döküyorsunuz? Mangalın külünü suyun kenarına döktünüz, poşetlerinizi suya attınız, balığınızı tuttunuz… Oltanız kırılsın inşallah…
 
Elbette yetmez… Kola şişeleriniz, içki şişeleriniz… Ya hu içtiniz madem, madem ortaya attınız niye kırıp bin parçaya bölüp orada bırakıyorsunuz? Yangın çıkarsın diye mi? Hırsınız kime? Doğanın suçu sizin gibilere bağrında yer vermesi, beslemesi mi? Cam kırıklarıyla, külünüzle mi teşekkür ediyorsunuz doğaya? Mangalınız kırılsın inşallah!
 
Bağışlayın, sert mi oldu? Bence az bile… Yaşam hakkımıza el uzatanlara hafif gelir…




 
Meselâ Sille Seyir Tepesi… tertemiz, dumandan uzak, Gedavet rüzgârları altında şehrin nasıl bir betona büründüğünü… yok, o tarafa girmeyeceğim… Şehrin en güzel alanlarından bir tanesi, temiz bakımlı, mangalcılar yok… her yer pırıl pırıl… Doğanın nefesini ciğerlerinizde hissedebileceğiniz bir yer… Cehri tarlalarına villalar diktik, Sille’yi turizme açacağız derken tarihi dokuyu… Neyse, oraya da girmeyeceğim… Sille’de kurtarılmış bir mekândır, Sille Seyir Tepesi… Benim gibi düşünen Konyalılar, dumansız piknik yapmanın ne kadar çevre dostu olduğunu gösterip, yaşıyorlar orada…
 
En azından diyorum Meram’da mangalı yasaklayabilir belediye… Kala kala elimizde küçücük bir yer kaldı, onu bari kurtaralım dumancılardan… Meram’a gitmekten artık korkuyorum, Meram bizi terk etmeden, bütün şehir Meram’a sahip çıkmalı…
 
Konya’dan Meram’ı çıkarırsanız; düşünmesi bile acı…
 
TAHİR SAKMAN
 

21 Nisan, 2024

BİR AVUÇ SUYUMUZ KALDI KİRLETİN GİTSİN!


 

BİR AVUÇ SUYUMUZ KALDI KİRLETİN GİTSİN!
 
Bugün hava rüzgârlı da olsa çok güzeldi Konya’da… Pırıl pırıl bir gökyüzü, tüm davetkâr bakışlarıyla çağırır gibiydi…
 
Ve tabii ki biz de uyduk… Ne zamandır gitmediğim Altınapa Barajı’na doğru yollandım. Sadece ben değilmişim yollanan, Konya sanki akmış… Mangalını kapan, çayını demleyen, oltasını eline alan gelmiş; kimi çadır kurmuş kimi mangal yakmakla meşgul… Değirmenköy’e giden yol araç doluydu…
 
Her şey normal gibi gözükse de aslında hiç olmaması gereken bir şeyler vardı…
 
Barajın çevresi su koruma havzası ilan edilmişti… barajın çevresi çitlerle çevrilmişti, çünkü barajdan şehre su veriliyordu…
 
Çitin dışında mangal yapanlara sözümüz yok; çöplerini toplamadıkları, doğayı plastik poşetlerle kirletmeleri haricinde…
 
Çitler yer yer devrilmiş, tel örgüler kesilmiş ve baraj kenarında olta balıkçılığı yapan insanlar, hem de koca koca yasak levhalarına aldırmadan… beton çitleri aşıp mangal yapanlar, çadır kuranlar; bu suyun şehre içme suyu olarak verildiğini bilmiyor olsa gerek!
 
Bilselerdi; eminim beton çitleri devirip, tel örgüleri kesip zaten bir avuç kalan suyun içinde balık tutmaya kalkmazlardı… Sağlık mı dediniz, geçin geçin, bize bir şey olmaz…
 
Çok tuhaf olduk, kendi içme suyumuzu kendi ellerimizle kirletiyoruz…  
 
Denetim? Siz eğer halk olarak içme suyunuzu korumuyorsanız, denetim ne yapabilir ki?
 
Denetim içinizde olmadıktan sonra!
 
Bir avuç suyumuz kaldı, kirletin gitsin!
 
TAHİR SAKMAN
 

15 Nisan, 2024

FOLKLOR VE AYIP

Konya türkülerinin önemli kaynak kişilerinden merhum Mazhar Sakman... Fotoğraf: Süleyman Şenel.

 

FOLKLOR VE AYIP
 
Folklorda ayıp olmaz… Bizler bunun okulunu okumadık, herhangi bir eğitimini de almadık ama ilk öğrendiğimiz şeydi…
 
Yıllar yılı amatörce ama profesyonel heyecanlarla derlemeler yapmaya çalıştık, fotoğraflar çektik, kayıtlar yaptık ve yaptıklarımızı toplumla paylaşma gereği duyduk ve ne duyduysak onu yazdık… Tüm bunları yapmak için bırakın para kazanmayı; cebimizden harcadık, zamanımızdan harcadık, ömrümüzden harcadık… Ve asla gocunmadık…
 
Ne unvanımız oldu ne titrimiz… bunların peşinde de koşmadık zaten amacımız şehir kültürüne Türk folkloruna bir parça olsun hizmet etmekti…
 
Konya türkü kültürünün enteresan bir yapısı vardır ve bu kültürün kaynağı da Konya oturaklarıdır. Oturaklarda yaşayan türkülerimiz günümüze intikal ederken elbette değişimlerden geçmiştir. Oturakta, türkü metinlerinin ortama göre okunması solistin inisiyatifinde olmuştur; ortama göre bazen bazı güfteler okunmamıştır ama bu güftelerin yok sayıldığı anlamını çıkarmaz aksine kıvrak ince bir zekâyı gösterir. Özellikle düğün çetnevir gibi özel toplantılarda bu her zaman böyle olmuştur. Halka açık olan yerlerde elbette bazı sözlerin okunmaması doğaldır.
 
Ancak bu kayıtları deşifre edip yazıya geçirirken, derlemecinin duyduğu gibi yazma zorunluluğu vardır ve bu bir anlamda derlemenin ilk şartıdır. Eğer “bu ayıp, bu günah” gibi düşüncelerle kendinizi sınırlarsanız Molla Kasım’dan bir farkınız kalmayacağı gibi yaptığınız iş derleme olmaktan çıkar. O zaman oturursunuz, masa başında size uyan sözler yazar yayımlarsınız ki o zaman da derlemenin bir anlamı kalmaz. Bırakın derlemeciyi hiçbir kimsenin türkü metinlerini değiştirmeye yetkisi yoktur.
 
Konya oturakları, üzerinde en çok tartışılan ve çoğu zaman üzeri örtülmeye çalışılan bir geleneğimizdir. Ve bu şehrin muhafazakâr yapısı yanında ortaya çıkan bir başka Konya’nın önemli bir müzik etkinliğidir. Oturakları, oturaklarda okunan türkülerimizi yok sayarsanız bu şehri anlamanız oldukça zorlaşacaktır. Konya oturakları ve türkülerine bu yüzle bakanlar elbette bundan rahatsız olacaklardır ve bu her zaman da böyle olmuştur. Oysa tüm bunlar folklorumuzun eşi olmayan verileridir.
 
Derlemeler, herhangi bir anlayışa göre yapılmaz… Bunun aksi, halkın söylediğine sansür uygulamak olur. Bu türküler ki bizim ecdadımızın söylediği türkülerdir; şehrin havasıdır, suyudur, bu toprağın sesidir bu türküler… Aksini yapmaya kalkarsanız; bunun adı, türkülerimize ihanetle eş anlamlı olacaktır.
 
Merhum babam, annesinden ve ninesinden türkü geçtiğini iftiharla söylerdi. Belki sizin dedeniz söylememiş olabilir ama bizim gibi Konyalılar söylemiştir; dedem söylemiştir, babam söylemiştir ötesi babaannem söylemiştir, babamın ninesi söylemiştir. Abim Vedat Sakman da zaman zaman söylemektedir. Ve ben de gücüm yettiğince söyleyemesem de derlemeler yapmaya ve duyduğum gibi yayımlamaya devam edeceğim…
 
Folklorda ayıp olmaz, asıl ayıp; türkü metinleri üzerine sansür uygulamaya kalkmakla olacaktır…
 
TAHİR SAKMAN

 

13 Nisan, 2024

DUMANDAN VE KOKUDAN BİR MERAM YARATMAK


 

DUMANDAN VE KOKUDAN BİR MERAM YARATMAK
 
/Meram Çayı gibi aktı gözlerim/ demiştim bir şiirimde…
 
Meram Çayı akmayalı çok oldu, yerine bir havuz yapılmıştı, şimdi o havuz ağlıyor artık… Bayramın son gününde Meram’a gidesim tuttu, başka nereye gidebiliriz ki? Hafızalarımızda yer eden sadece bizim değil; Evliya Çelebi’nin öve öve bitiremediği Meram bağları… ara ki bulasın!
 
/Meram yolunda/Heybe dalında/ diyen Konya türküsündeki gibi herkes Meram’a koşmuş ama tek farkla; heybeler dalda değil; mangallar bagajda…
 
Tavus Baba Türbesi’nin etrafı lalelerle çevrilmiş ve ortaya çıkan müthiş görüntü sizi başka iklimlere davet ederken…
 
Aydın Çavuş ve Tavus Baba kafeteryasının çevre düzenlemesi ve yolları düzgün sonrası felaket ötesi bir şey… Asıl felaketin ne olduğunu, mangal dumanları ve tavuk ızgara kokuları üzerinize bir kâbus gibi çökünce anlıyorsunuz ve adeta boğuluyorsunuz ve kaçmak için yoğun trafikte bir boşluk arıyorsunuz.
 
Ya kuzum, illa mangal yakmak zorunda mısınız? Çam kokularını bile bastıracak kadar havayı kirleten bu aşkınız ne zaman bitecek?  Meram, mangalcılara teslim edildi de haberimiz mi yok? Altınızda arabanız var gidin uygun alanlarda yakın…
 
Maalesef yoğun duman ve kokudan duramadım. Meram Köprüsü’nün etrafında biraz nefes alayım desem de ne mümkün? Çaydan geriye kalan havuzun kirli suları sırıtırken, bu sefer söylediğim şiirdeki akan benim değil Meram Çayı’nın gözleriydi… Meram Hamamı, börekçiden kurtulmuş yenilenmeye tabi tutuluyor, bu çok sevindirici…
 
Lunapark gürültüsü… köfte dumanları ve süpürülmeyi unutulmuş çevre…
 
Bu görüntüleri, bu kirliliği Meram hak etmiyor… ama biz çoktan hak ediyoruz hatta daha fazlasını!
 
Ve kokudan ve dumandan bir Meram yarattık hep beraber, ne kadar övünsek azdır şimdi; haydi doldurun bagajlarınıza mangalları, doğru Meram’a…
 
TAHİR SAKMAN






12 Nisan, 2024

ŞEYTAN ŞEKERİ

 


ŞEYTAN ŞEKERİ
 
Çok uzak değildi aslında… biz unutmasaydık, yitirmeseydik bazı şeyleri!
 
Önce evlerimiz, bağlarımız, bahçelerimiz talan olurcasına yok edildi sonra onlarla birlikte hatta en başta hatıralarımız, kimliklerimiz…
 
Siz böylece olduğunuzu mu sanıyorsunuz yoksa? Oysa nelerden geçip gelmiştik buralara… çok uzak gibi gelen yakınlardan… kulaklarımız kör, gözlerimiz sağır olmasaydı görebilecek, duyabilecektik…
 
Şimdi bir peynir şekeriniz bile yok artık, neyin bayramı bu o zaman?
 
Çocuklara bakıyorum; ellerinde renkli kâğıtlar (çöp olacak) israf abideleri gibi parlıyor… şeytan şekerimiz vardı, horoz şekerimiz vardı…
 
Siz kilosunu bilmem kaç yüz liraya alırken ve misafire tutarken başınız göğe eriyor? Sahi böyle mi hissediyorsunuz? Oysa bizim peynir şekerlerimiz ne kadar da mütevazı ne kadar da bizdendi… şimdi onu bile bizden çaldınız ve hoyratça ve saygısızca sanki Mevlâna şekerciymiş gibi Mevlâna şekeri dediniz…
 
Para şimdi yeni dinimiz…
 
Ne kadar çok paranız varsa o kadar çok dindar, kâğıtlı şekeriniz ne kadar çok parlarsa o kadar çok bayram…
 
Merhum babam, “hadi len ordan” derdi… şimdi onu bile unuttuk; diyemiyoruz…
 
TAHİR SAKMAN




10 Nisan, 2024

BUGÜN BAYRAM (MI)

 


BUGÜN BAYRAM (MI)
 
Bugün bayram… gerçekten bayram mı?
 
Dünya kan ve ateşe boğulmuşken, hem de siyasal İslamcı olduklarını iddia edenlerin, çocuklara kurşun sıkan bir ülkeyle olan münasebetleri…
 
Ümmetçiyiz diyerek, çelik satmak, petrol satmak, ne için? O çeliğin, o petrolün nerelerde kullanılacağını düşünemediniz mi?
 
Bugün bayram… Gazze’de çocuklar öldürülürken / açlıktan ölürken iftar etmek, sahura kalkmak? Neyin bayramıdır bu?
 
İçiniz, dışınıza bir çıksaydı, bir görünebilseydi ki artık görünüyor… Siyasal İslam bitmiştir, Amerikan oyunları, emperyal oyunlar tükenmiştir… Tükenmiş midir? Uyanırsak tarihin tozlu raflarına gömülecek, az kaldı…
 
Haydi, şimdi gidin, çocuklar öldürülürken bayramlaşın!..
 
TAHİR SAKMAN
 

 

BUGÜN BAYRAM (MI)
 
/bugün bayram
filistin suriye arakan / kan
gözyaşı değil akan / kan
her yerde katliam
insan cani / dünya kan
sahipsiz yurtsuz doğu türkistan/
 
bugün bayram
erken kalkmayın çocuklar
dünya ateş dünya kan
hepsini vurdular
ne uçurtma kaldı
ne gökyüzünde balon
 
bugün bayram
sakın kalkmayın çocuklar
filistin’de yaşıtlarınız uyanmadıkça
israil misketleriyle oynuyorlar
haberleri yoktu savaş ne bomba ne
tek bildikleri hayal kurmaktı / özgür olmaktı
bir de ölmekti/
silahlar niye patlardı umutların üstüne
 
/bugün bayram
filistin suriye arakan / kan
gözyaşı değil akan / kan
coğrafyalar mazlum
her yerde katliam
insan cani / dünya kan
sahipsiz yurtsuz doğu türkistan/
 
 
bugün bayram
siz kalkarsanız belki kalkacak çocuklar
ey büyükler / medeniler / tanklılar / tüfekliler
yüreğinizdeki ağır azabın sesine tıkamazsanız
kulaklarınızı / gözlerinizi kapatmazsanız ölüme
çocuklar yine oynayabilir / kardeş kardeş
ırkı rengi dili dini çocuk gibi saf olmalı insanın
o zaman dünya gerçekten yaşanacak
ve çocuk mezarları balonlarla ayağa kalkacak
 
bugün bayram
haydi kalkın
kalkabilirseniz bu ağır yükün altından
 
/bugün bayram
filistin suriye arakan / kan
gözyaşı değil akan / kan
her yerde katliam
insan cani / dünya kan
sahipsiz yurtsuz doğu türkistan/
 
TAHİR SAKMAN
 

 


09 Nisan, 2024

MERAM AŞKINA



MERAM AŞKINA
 
Geçtiğimiz günlerde uzun zamandır gitmediğim Meram’a gittim… Keşke gitmeseydim…
 
Evliya Çelebi’den beri öve öve bitiremediğimiz, üzerine şiirler söylediğimiz, öyküler yazdığımız Meram’ın pür melal hali içimi acıttı. Elimizde zaten kala kala küçük bir alan kaldı, onu da gerek bizlerin hor kullanımı ve gerekse yaşadığımız yoğun kuraklık nedeniyle sarılara bürünmesi elbette üzücü ama…
 
Özellikle Gümüştepe’ye giden yolların bakımsız ve çukurlarla dolmasına da mı bir çare bulamıyoruz? Şu kadar yol yaptık, asfalt döktük diyenleri arıyor gözlerimiz ister istemez. Meram, Konya’nın son akciğeri... mangal yapılmasını bile önleyemezken yeşil dokuyu nasıl muhafaza edebileceğiz ki?
 
Sille Seyir Terası örnek bir alan oldu Konya için… Meram’dan vaz mı geçtik yoksa kimse gelmesin mi isteniyor? Bana uyar ama arada bir de olsa nefes almak istiyoruz! Şehrin kirli havasından kaçıp sığındığımız Meram’ın acilen bakıma ihtiyacı olduğu açıkça görülebiliyor. Meram’ın ünü şehrin önüne geçmişken daha titiz olmamız gerekmez mi?
 
Hüzün, kalbimi sarmıştı ki üzerime doğru koşan köpeklerin sesiyle kendime geldim… Bir sürü köpek koşarak geliyordu ve iki tanesi oldukça iriydi. Korkmamak tabii ki mümkün değildi; korkmak ne ki hem de çok korktum. Köpek saldırısından korunmanın tek yolunun hareketsiz kalmak veya çömelmek olduğunu bildiğimden hiç hareket etmedim. Köpekler birkaç metre önümde durup havladıktan sonra geri döndüler. Eğer kaçsaydım peşime takılıp ısırabilirlerdi. Bu arada bacaklarım titredi.
 
Hayvanların yaşam alanlarına el koyduk, dünya sadece bizimmiş gibi davrandığımız için köpeklere kızamıyorum ama Meram’daki köpek nüfusunun da oldukça arttığını görmeden gelemeyiz. Köpeklerin büyük çoğunluğu düğmeli ama içlerinde düğmesizlerin de olması, gelen yaz günü için endişelenmemize yol açıyor.
 
Meram için yıllardır yazdığımız yazıların ana konusu mangalcılardır… Meram’da mangal acilen yasaklanmalı ve Meram bakıma alınmalıdır. Artan hayvan popülasyonuna da bir çare bulmak gerekmektedir.
 
Bize de kalan şiir söylemektir artık:

 

MERAM AŞKINA
 
bir damla suyunda bin hayat vardır
şifadır içilir meram aşkına
yaşam gedavettir ölüme kefen
burada biçilir meram aşkına
 
yüce mevlâna’yı getirip yâda
bülbüller seherde gelir feryada
uzaklarda değil cennet burada
kevserler saçılır meram aşkına
 
hakikati söyler sözün doğrusu
tavus ana sırdır hakk’ın yolcusu
sırat değil dostum meram köprüsü
sevgiyle geçilir meram aşkına
 
ateşbaz veli cana bereket
sadreddin konevî toprağa rahmet
kızlar kayası’nda sen de niyet et
kapılar geçilir meram aşkına
 
bu yeşil toprak hakk’a derviştir
meram çayı sebil hayat vermiştir
hâl sahibi bilir meram ermiştir
perdeler açılır meram aşkına
 
TAHİR SAKMAN