29 Ocak, 2024
BAĞRIMIZDA SİLLESİN “SİLLE”
SİLLE
28 Ocak, 2024
YASAKLI AYNALAR
YASAKLI AYNALAR
Eskilerin bir sözü vardır:
“Bir şeyin şüyuu vukuundan beterdir” diye…
Yani diyor ki bir şeyin
yapılmasından/ olmasından duyulması, konuşulması daha beterdir… Yani duyulmadığı/
görülmediği sürece sorun yok gibi de algılayabilirsiniz ki biz çoğu zaman böyle
anlıyoruz…
Son yıllarda TV'ler kültürümüzü oldukça artırırken(!) topluma kendi gerçeğini çarpıcı bir biçimde gösteren
diziler de hayatımıza girdi. Toplumsal eleştiri dozunu bir hayli yükselten bu dizilerde,
aynada kendimizi görmenin şaşkınlığını yaşadık…
Dizilerin dışında da en
çok aile yapımızı bozduğu gerekçesiyle eleştirdiğimiz programlara baktığımız
zaman da şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz… Bozulan aile yapımızı ve ahlaki çöküntünün
sınırlarını zorlayan bir halde olduğumuzu gösteriyor aslında bu programlar. İnsanımızın
cehaletini ve düştüğü hazin durumun nedenlerini ve çözümlerini araştırmak yerine,
herkes, “kapatın bu programları, yasaklayın” korosuna katılıp, ahlak
bekçiliğine soyunuyor.
Programın ne suçu var ki, onlar
olanı gösteriyor; tıpkı, Kızıl Goncalar ve İnci Taneleri isimli dizilerdeki
gibi… Her ne kadar bunlar hayali olsa da gündelik yaşantımızın içinde sıkça tanıklık
ettiğimiz olaylar.
Bu ülkede zaten hiç pavyon
yok, konsomatrisler çalışmıyor ve bu mekânları ayakta tutan müşteriler de uzaydan
geliyor olmalı…
Gerçeklerle yüzleşmeyi
öğrenmeliyiz, asıl korktuğumuz da bu zaten. Görmezden geldiklerimizi yüzümüze
bir şamar gibi çarpıyor bu tür programlar. TV’leri kapatınca, dizileri
yasaklayınca sorunlar çözülecek mi? Yoksa şüyuu, vukuundan beter sözü aktif
hale mi gelecek? Başımızı kuma da gömelim mi?
İnci Taneleri… Yılmaz
Erdoğan; oyuncu, senarist, yönetmen ve şair kimliğini kullanarak dizinin ilk
bölümünde toplumsal eleştirinin dozunu olabildiğince yukarılara taşırken (başkasına
değil) kendimize ayna tutuyor. En basit bir sahnede bile insan ilişkileri hakkında
bize ders veriyor.
"Müsaitsen sarılabilir miyim?" Hiç müsait olmuyoruz dostça, kardeşçe sarılmaya... Oysa en çok da buna ihtiyacımız var. Ne zaman sevgiye, insanlığa, barışa, sosyal adalete müsait olacağız?
Toplumumuzun yönü, yön değildir,
görmüyor musunuz? Aynaları da yasaklayalım mı?
Belki de meşhur sözümüzü tersten
okumanın zamanı gelmiş olmalıdır:
“Bir şeyin vukuu, şüyuundan
beterdir…”
Duyulmasını değil de olmasını
beter olarak gördüğümüz gün, çok şey kendiliğinden düzelmiş olacak…
TAHİR SAKMAN
27 Ocak, 2024
YAĞARIM BELKİ
YAĞARIM BELKİ
Niye yağayım ki? Nereye?
Şimdi yağarsam; Takkeli gözlerini
indiriyor gibi olacak! Loras da bugünlerde biliyorum çok efkârlı; yağsam başı dumanlı
diyeceksiniz!
Sizin gözleriniz hiç Meram
Çayı gibi aktı mı? Son gazel düştüğünde Meram’a; bülbül sehere dek ağlar, niye,
hiç düşününüz mü?
Sonra nereye yağacağım ki?
Kestiğiniz, yok ettiğiniz
bağlara bahçelere mi? Beton beton üstüne kurduğunuz şehirlere mi? Bir kerpiç
damınız olsa neyse; en azından ona yağardım ve baharda yeşerirdi…
Sizin hayalleriniz bile
yok! Siz kuru gürültülü bir yaşantının çocukları olmayı seçtiniz, ben size niye
yağayım? Renklerinizi nerede unuttunuz?
Yeşerteceğim düşleriniz
yok, bağlarınız, bahçeleriniz, ağaçlarınız yok! Yağmam size…
Oysa o kadar çok istiyorum
ki yağmayı ve gök ağlıyor demenizi… ben ağlarım ve hep ağlamak istiyorum,
bunlar sevincin gözyaşları; sevdaya duracak harmanların, başını suya sokup ıslatacak
bir çift güvercinin sevincidir bu…
Hak ettiğinizi sanmıyorum.
Yağmam size!
Bacalarınız kirletti beni, hem kirletmediğiniz ne kaldı?
Düşünceleriniz diyorum
oradan mı başlasanız temizlenmeye… doğayı sevmeyi, yaşarken yaşamın tüm
renklerini tatmayı… yani diyorum fırsatınız varken doğayı yaşayın ya hu!
Yağmayacağım size… ama
toprağın sesini duyuyorum ve toprağın beslediği canları…
Haydi, biraz çeki düzen
verin kendinize; ağaç dikin yine eskisi gibi, eskisi gibi varsın toprak
damlarınız aksın berekete… çocuklarınızın hiç bilmediği “yağmur yağıyor/ seller
akıyor/ Arap kızı…” haydi, yine camdan baksın artık…
“Yağ yağa yağmur/ Teknesi
hamur/ Sokakları çamur/ Ver Allah’ım ver/ Sicim gibi yağmur…”
Size söz; işte o zaman
yağacağım… ya da sizler modern orta çağın karanlıklarında yaşarken ben ak
yüzümle yükseklerde bulut bulut gezeceğim!
TAHİR SAKMAN
25 Ocak, 2024
BİR YOL BİLİYORUM (AHMET ZİYA ÖZKUL)
BİR YOL BİLİYORUM (AHMET
ZİYA ÖZKUL)
Herkesin bir ölümü var, ya
şairlerin ölümü?
Belki şiirin / yaşamın
ölümüdür, şair ölümü… bilmiyorum; en azından şimdilik! Hiç ölmedim… bir gün
ölürsem söylerim…
Ama ölen şair arkadaşlarım
oldu; hepsi de can dostlarımdı, çok şey paylaşırdık; hayatta en çok kıymet
verdiğimiz şiirlerimizi paylaşırdık. Daha
ne olsun?
Hacı Fettah Mezarlığı’nın
karşısında ailesinden kalan bir evi vardı, annesini kaybettikten sonra yalnız… şiirleriyle,
kedisi ve bir de kanaryasıyla yaşardı. Ruhi sıkıntıları vardı ve bu yüzden eşinden de ayrılmıştı. Kızı vardı, onu çok severdi, hafta sonları
onunla vakit geçirirdi.
Ahmet Ziya Özkul’dan
bahsediyorum… 1949 Doğanbey doğumluydu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi, Türkoloji bölümünden mezun olduktan sonra Konya İmam Hatip Lisesi’nde
edebiyat öğretmeniydi.
Üç şiir kitabı yayımlandı
dostumun; On Sekiz Yaş Şiirleri (1982), Hocaya Çak Bir Selam (1984) ve Bir Yol
Biliyorum (1985) … Şiirlerinden bir tanesi öğrencisi olan şehrimizin
yetiştirdiği müzisyenlerden Gündoğar tarafından bestelenmişti.
Sıkıntılarının çoğaldığı…
aslında bizi delirten sizlersiniz; sizin bu bozuk düzen işleriniz, iki yüzlü,
bir öyle bir böyle, akçe üzerine kurulu dünyanızdır bizi delirten… Sizin
gözünüz dönmüş; dünyayı kan ve ateşe boğarken, sizin tek düşündüğünüz
akçeleriniz… Barışmış, sevgiymiş, edebiyatmış… mış, mış, mış… öyle ayrı
dünyalarda yaşıyoruz ki…
Amerika’nın Irak’a
saldırdığı günlerdi… Türbe Caddesi’ndeki saatçi dükkânıma bir hışımla girmiş
saydırmaya başlamıştı. En başta da bana; küfürlerin bini bir paraydı. Sesimi
çıkarmadan yarım saate yakın dinledim, susunca “yanında ilacın var mı” diye
sordum. Cebinden bir iğne çıkardı, hemen İstanbul Caddesi’ndeki eczanelerden
birine birlikte gidip yaptırdım. Sonra özür diledi… Ne önemi vardı ki, haklıydı…
Bir kediye ceza kestiğini (bazı
odalara girmesini yasaklamıştı) anlattı, kuşuna yan baktığı için, bir başka gün
TV’nin Galatasaray maçını şifreli verdiği için tam bir hafta açmamıştı… Telefon
da cezalıydı; sadece akşamları 19,30-20,30 arası bir saat içinde arayan olursa
açardı. Okulda yönetmeliklere aykırı olmasına rağmen sakalını kesmemiş, uzatmıştı.
Öğrencilerini uyarırdı; çantaların üzerinde yabancı yazı olmayacaktı hele hele
Amerikan bayrağına asla tahammülü yoktu. Çantasını değiştirmesi için
öğrencilerine para verirdi.
En çok gücüne giden şey;
öğrencilerinin gözü önünde, dersteyken hastaneye götürülmesi olmuştu… “İlaç
içmediğim zamanlar daha iyiyim” derdi hep.
“Bir yol biliyorum” dedi
ve bir gün evin kapısını çekti gitti… uzun süre haber alamadık, yıllar sonra
vefat ettiğini duyduğumda çok üzülmüştüm… meğerse o yol; gökyüzüne çıkıyormuş…
“Bir Bol Biliyorum” isimli
şiir kitabına, ona ithaf ettiğim Şairlerin Ölümü isimli şiirimi koymuştu,
şiirin ilk dörtlüğü şöyle:
Güneşi çevirip de
tepetakla
Geliyormuş şair kimin
umuru?
Ruhuna koyduğu binbir
yasakla
Ölüyormuş şair kimin
umuru?
Aynı kitaba ismini veren şiirin bir bölümü ise şöyle:
BİR YOL BİLİYORUM
Bir yol biliyorum Allah’a
yakın
Bir yol biliyorum Allah’tan
uzak
Bir yol biliyorum ince
upuzun
Bir yol biliyorum berrak
mı berrak
Bir yol ki çizilmiş alın
yazısı
Bir yol biliyorum tuzak mı
tuzak
Adını sorarsan mezar taşıdır
Bir yol biliyorum bu en
son durak
Ahmet Ziya Özkul
Ve şairler ölür, gökkuşaklarına
gömülür… bizler başka yol bilmeyiz
zaten; tıpkı Ahmet Ziya Özkul gibi…
TAHİR SAKMAN
24 Ocak, 2024
ŞEFİKCAN HÜZÜN
ŞEFİKCAN HÜZÜN
Hüzün düşüyor Şefikcan’a…
Hafiften bir rüzgâr,
yağmur kokularıyla süpürüyor; toprağı, suyla buluşturmamak için yemin etmiş
gibi görünen asfalt caddedeki ağaçlardan sararmış hüzünleri süpürüyor, belki
son defa…
Belki son defa rüzgâr
bakışlarıyla salınarak geçiyor ince bir yağmur; var mısınız yok musunuz
dercesine belli belirsiz…
Kim belli, kim belirsiz ki
bu hayatta? Koşturmacalar… ah bu telaşeler öldürür bizi; ne zaman aklıma bir
yaşam düşse, bir yaşamak düşse özgürlük dolu; masmavi bir gökyüzü, yemyeşil bir
Takkeli düşse… bir yaprak düşüyor içimden:
Şefikcan’a düşüyor olmadık
düşler…
/Loras’tan bir bulut ağdı
Sulu sepken karlar yağdı
Yolcularım hanlarda kaldı
Kaldım evlerde yalınız/
Bir türkünün, bir şiirin,
bir mısraı bile olamamışsak… o zaman bu yaşam niye?
Şefikcan’a her şey
düşüyor; yalnız yaşamların lümpen ayak sesleri çoğaltıyor acıları… Tatköy’ün,
Sulutas’ın gölgesi vuruyor ta Altınapa’dan…
Sonrası bir Sille türküsüdür:
/Şu Sille’den dün gece
geçtim
Görmedim annem/
Ah anacığım ah, gerçekten görmedim
ne gündüz ne gece…
Şefikcan’a görülmedik
yalnızlıklar, görülmedik ve bir daha da asla görülmeyecek olan ağır mı ağır serseri
bir hüzün düşüyor…
Her şey, her şeye düşüyor;
bir tek sen düşmüyorsun düşümden…
Şefikcan üşüyor… üşüdükçü
düşüyor; düştükçe daha da çok düşüyor hüzün…
Yeşil bir yaprağın
açılmamış baharlarında unutulmuş gibisin; yağmurun ıslatamadığı…
TAHİR SAKMAN
23 Ocak, 2024
KIZLAR KAYASI
KIZLAR KAYASI
meram aşk ülkesi
çam kokularının böğründe
yaşanmış sevdaların
umarsız hasretlerin
çığlıkları
çarpar da dağlara
geri dönemez
kayalar erir
çığlıkların çizdiği
yüreklerin nakışıdır
kayaların suskunluğu
âşıkların bakışıdır
ne meram’dır ne çam
sevgilerin yanışıdır
sevda yolu uzundur hey
sürer binlerce yıl
ne yol kalır ne kervan
yüreklerde bir sızı
döner durur
/zaman içinde bir zaman
zaman
içimde kervan/
Bu uzun şiirimin devamı; “Söylesem Güç Yetmez Sussam İşkence” isimli, 2001 yılında yayımlanan ve kapağını sevgili dostum Zeki Beştepe’nin yaptığı kitabımda… Şimdi okumazsınız belki ama eminim ben öldükten sonra Kızlar Kayası’nda şiiri okuyup yaşamanız ihtimal dahilinde… Geleceğin Konyalısına emanetimdir…
Uzun uzun zamanlar öncesi
söylemiştim bu mısraları, çok daha uzun uzun zamanlar öncesinden günümüze kalan
yanık bir sevda öyküsünden esinlenerek…
Mitolojik öyküleri, halk
hikâyelerini çok severim özellikle yaşamın kokusunu yüreklerimizde
hissettirenleri. Kimilerini şiirleştirmiş kitaplarımda yayımlamıştım.
Kızlar Kayası efsanesini
bilmeyen yoktur; hani yüreği sevdalı bir Konya kızı, istemediği bir evlilik
için giderken, düğün alayının / kervanının taş kesilmesi… Halkımızın ince
zekâsı mı desem yoksa yakıştırması mı; Aşağı Dere Mahallesi’ndeki doğal bir
yontu, erozyona maruz kalan kayalardaki figürlere bakıp bakıp bir sevdayı
ölümsüz kılmış… orantısız sevgi ve aşka duyulan bir saygının abidesi gibi
duruyor orada…
2013 ve 2014 yıllarında
Anadolu Manşet gazetesinde yazdığım dört makalede, (SAKMAN, [M.] Tahir (2013),
“Kızlar Kayası (1)”, Anadolu Manşet, s. 2, (7 Ekim), SAKMAN, [M.] Tahir (2013),
“Kızlar Kayası (2)”, Anadolu Manşet, s. 2, (8 Ekim), SAKMAN, [M.] Tahir (2014),
“Konyalı Olmayı Hak Etmek (I)”, Anadolu Manşet, s. 2, (22 Ocak), SAKMAN, [M.]
Tahir (2014), “Konyalı Olmayı Hak Etmek (II)”, Anadolu Manşet, s. 2, (23 Ocak).)
Kızlar Kayası’nın turizme açılması için çevre düzenlemesi yapılmasından
bahsetmiştim. Ayrıca Vilayet öncülüğünde yapılan turizme yönelik bir toplantıda
da önerilerimi sıralarken Kızlar Kayası’ndan söz etmiştim…
Geçtiğimiz günlerde, yazdıklarımızın
ve önerilerimizin değerlendirildiğini görmenin sevincini yaşadım; yolumu düşürdüğüm
Kızlar Kayası’nda...
Meram Belediyesi güzel bir
iş yapmış ve Kızlar Kayası’nın etrafını temizleyip gezilebilir bir alana
dönüştürmüş. Ayrıca gece ışıklandırmaları da yapmışlar. Şehrimize bir turizm
rotası daha kazandırılmış. Aracınız için park alanı da olması gitmenizi
kolaylaştırıyor.
Kızlar Kayası’nda, Konyalı
âşıkların ağıtlarını duymak istiyorsanız gitmelisiniz. Bir başka coğrafyanın
bir başka efsanesi gibi dursa da onlar bu toprakların sevdası… yüreklerin
harında nice âşıklar ses vermişler…
Duymak size kalıyor…
TAHİR SAKMAN
21 Ocak, 2024
SONSUZLUK ÜLKESİNE ÇOĞALMAK
Bu fotoğrafı, 2013 yılında birlikte katıldığımız, Vilayetin düzenlediği Cumhuriyet Balosu'nda ısrarlarım sonucu çekmiştim. |
SONSUZLUK ÜLKESİNE
ÇOĞALMAK
/Ne zaman unutsam adını
Ölüm gelir vurur tokadını/
Demiştim bir dostun
ardından… bugünlerde öyle tokatlar yiyoruz ki…
Tabii vefa duygunuz körelmemişse,
içinizde hâlâ kıpır kıpır bir şeyler; dostluk adına, yaşanmışlıkların hatırına bir
şeyler kıpırdıyorsa…
Bu kadar sarsılacağımı
bilmiyordum doğrusu; elim yazmaya gitmedi kaç gündür, kaç gündür içimde
çöreklenmiş eski bir hüznün parçası kaya gibi…
Tüm dostlar birer birer
sonsuzluk ülkesine çoğalıyorlar!
En son Anadolu Manşet gazetesinin
kurucusu ve sahibi Sabri abimizi yitirdik… oysa ne kadar bizdendi ne kadar sade
ve her türlü gösterişten uzak bir yaşantısı vardı… tipik bir Anadolu insanıydı.
Çok insana güvenmişti… oysa güvendiği dağlara çoktan karlar yağmıştı…
Gazetesinde çalıştığım dönemlerde
bazı mevzular olmuş işi bırakmış, gitmiştim, o kadar da işe ihtiyacım olmasına
rağmen. Sürekli beni aramış en sonunda tekrar geri dönmüştüm. Tekrar çalışmaya
başlamadan önce bazı personele yanımda şunları söylemiş, beni onore etmişti:
“Benim Tahir Sakman’a
ihtiyacım var, onunla çalışmak istemeyen varsa gidebilir…”
Daha bir şevkle devam
etmiştim. Tabii çok çalışmanın her zaman çok riskinin olduğunu yeni yeni
öğrenecektim. Sabahın sekizinde gelirseniz kimilerinin saat 10’da 11’de hatta
12’de gelmelerine çomak sokmuş olursunuz…
Çok çalışırsanız
bazılarının çalışmadığı ortaya çıkar ve bu da statükonun hiç işine gelmez!
Hele bir gün, bana “Tahir
Sakman, ne çabalıyorsun, gazeteyi sen mi kurtaracaksın, gazete zaten batmış…”
diyebilen insanların nasıl bir nankörlük içinde olduklarını anlamalarını o
kadar çok isterdim ki…
Sabri abi de farkındaydı
ama kibar insandı…
Ah Sabri abi ah; bende
yerin çok büyükmüş, o yüreğiyle gülen yüzün, babacan bakışların, mütevazı
tavırların… elindeki gazeteyi asla şahsi bir güç olarak görmeyen sadece
halkının yanında olan bir anlayışla uzun yıllar devam ettirdiğin için sana bu
şehrin, Konya basınının bir şükran borcu olmalı…
Yolun, ışıklar içinde
olsun…
TAHİR SAKMAN
17 Ocak, 2024
ÇOK YAŞA SABRİ ABİ
ÇOK YAŞA SABRİ ABİ
Konya basınında önemli bir
yere sahipti… Şehirde zaman zaman yayımlanan muhalif gazetelerin içinde en
sürekli olanını yayımlarken nice zorluklara özellikle ekonomiden kaynaklı çok
zorlu koşullara yıllarca dayanmıştı.
Tam bir gazeteciydi…
Gazetede yayımlanacak
haberlerden tutunuz baskıya kadar… çok zaman mürekkebe bulanmış elbisesiyle görebilirdiniz
onu; çünkü o, gerekirse tüm matbaayı tamir eder gazetenin zamanında çıkmasını
sağlardı.
Mesleğinden başka hiçbir
şeye yaslanmadı…
Mesleğine âşıktı ve meslek
onuruna her zaman sahip çıkan, çıkanları da takdir eden gerçek bir gazeteciydi.
Şehrimizde mesleğinin son örneklerinden bir tanesiydi…
Şehirde önemli bir iz
bırakmış olan Anadolu Manşet gazetesinin kurucusu ve sahibi Sabri (Altun) abiyi
yitirmenin derin üzüntüsü içerisindeyim.
Zaman zaman Anadolu Manşet
gazetesinde köşe yazılarım, seyahat anılarım yayımlanmıştı. Sonraları bir dönem
ciddi ekonomik sıkıntılarımın olduğu ve adeta şehrin bana sırtını döndüğü
yıllarda (2013) gazetede bana iş teklifinde bulunmuştu. Gazetenin bütün
sorumluluğunu üstlenmemi istemişti ama ben “Genel Yayın Koordinatörü” sıfatını
üstlenmiş, Sabri abiyle birlikte çalışmanın mutluluğuna erişmiştim. En zor
günlerimde bana arka çıkmıştı. Ben de çok çalışarak yanıt vermiştim. Basın
toplantılarına gidiyor, özel haberler, söyleşiler yapıyor ayrıca gazeteyi
kültürel bir zenginlikle çıkarmak için didiniyordum. Birlikte takip ettiğimiz
basın toplantılarında, sorduğum her soru sonrasında gazetesi adına sevinç
duyduğunu hissederdim. Şehirdeki önemli olaylara parmak basmamı sağlar,
yaptığımız haberin takibini de yaptırırdı.
Selçuklu döneminden miras
kalan ecdat yadigârı Piri Mehmet Paşa Camisi’nin önüne gerilen zevksiz,
biçimsiz ve tarihi gölgeleyen kirli brandayı “Tarihe Branda” başlığıyla haber
yapmıştım. Elinde gazeteyle gelip, ona gelen teşekkürleri anlatmıştı. Çok mutlu
olmuştu. Şehirdeki birçok tarihi eserle ilgili haberler yapmış, gerekli restorasyonlarının
yapılması için önemli yayınlar yapmıştık. Yerel seçimler öncesi attığım bir
manşete kızmış gibi görünse de ne kadar mutlu olduğunu görmüş, gözlerinden
okumuştum. Çok iyi anlaşıyorduk; çünkü benim için de kutsaldı gazetecilik…
Ama yetmemişti, kriz
derinleşti… ve gazeteyi yüreği kan ağlayarak devretmek zorunda kaldı… o
çocuğunu terk eden bir baba gibi yüreği yaralı bir hâlde… ben de çok üzülmüştüm…
gazetenin yeni sahibi devam etmemizi istemişti… Kadro değişti, gazetenin
künyesinden ismim çıkarıldı ve yeni gelen arkadaşlarla uyuşamadım ve ayrılmak
zorunda kaldım. Gazetenin daha sonra tekrar satıldığını ve sonrasında da
kapandığını üzülerek öğrendiğimde sanki yüreğime bir hançer sokulmuştu.
Anadolu Manşet, Konya’nın
hafızasıydı… Matbaada gazetenin tüm nüshaları ciltler halinde vardı. Sabri abi
gazeteyi sattıktan sonra onları da vermişti. Umarım onlar kaybolmamış, muhafaza
altına alınmıştır.
Matbaa mürekkebinin
kokusunu almamış, bir haberin adrenalini tatmamış insanların bu ruh hâlini
bilmesi mümkün değildir.
O her zaman onurunu
muhafaza ederek, genç gazetecilere de dik durmanın önemli bir örneği olmuştur.
Anadolu Manşet gazetesinin
19. kuruluş yıl dönümünü 21 Ocak 2014 tarihinde birlikte kutlamıştık ve o “İnce
İnce” isimli köşesinde “Sırtımızı halka dayadık” diyerek, Anadolu Manşet’in 18
yılını özetliyordu… Uzun yıllar “ince ince” dokunarak/dokuyarak Konya halkını
habersiz bırakmadı.
Sabri abi hayatıma çok şey
kattın… en yalnız ve en çaresiz günlerimde yanımda sen durdun…
Gittiğin yol cennet olsun…
Anadolu Manşet asla
kapanmadı; kalbimizde, mürekkep kokularıyla, prova baskıları dahil taptaze
duruyor. Ve makinelerin başında da sen…
Çok yaşa Sabri abi, sen
çok yaşa…
TAHİR SAKMAN
16 Ocak, 2024
GELECEĞE SÖZ SÖYLEMEK
GELECEĞE
SÖZ SÖYLEMEK
Pek çoğumuz
bilmez; hani altının kıymetini sarrafın bildiği gibi…
Bu şehrin semaları, çocuklarının seslerini saklamakta oldukça
mahirdir. Nice sanatçılar, şairler gelip geçmiştir ve elbette; sanat zincirinin
altın halkaları günümüzde de sürmektedir…
Geleceğe/hayata söz söyleme sanatıdır; şiir… cesaret ister emek ister
dahası yürek ister… Yürekli dostlarımızdan bir tanesidir Hasan Ukdem… Şehrin
son dönemlerinde yetişen önemli isimlerimizden bir tanesidir. Lirik şiirleriyle
gönüllerimizi titreten bir sese sahiptir; onun şiirlerini okurken duygu seline
kapılıp gidersiniz. Şiirleri geleceğe kalacak olan şairlerimizden bir
tanesidir. Son dönemlerde şiir kitaplarının yanı sıra yaşadığı çevreyi anlatan “Zamanın
Behrinde Araplar” isimli önemli bir kitaba da imza atmıştır. Sesinin ve
soluğunun nice yılları devireceğinden hiç kuşkumuzun olmadığı isimlerimizden
bir tanesidir.
Geçtiğimiz günlerde “Yavaş Tahir” başlıklı bir makale paylaşmıştım…
Hasan Ukdem duygulanmış ve bendenize bir şiir lütfetmiş…
Şiir varsa; yaşam vardır… şiirin olduğu yerde duygu vardır; yürek vardır,
en önemlisi insan vardır… Teşekkür ederim sevgili dostum; kalbimin en derinlerinde,
bu şiirin, her zaman ses verecektir…
TAHİR SAKMAN
YAVAŞ YAVAŞ
Şair Tahir Sakman'a
Bal anında işler cana
Kana zehir yavaş yavaş
Cahil koşar dört bir yana
Yürür mahir yavaş yavaş
İnsan her dem kendin güder
Eksilişler hep bir keder
Nevzat gider, Seyit gider
Eskir şehir yavaş yavaş
Böyle dünyaya ne denir
Acı meyve elbet yenir
Efsunlu yıllar tükenir
Kaçar sihir yavaş yavaş
Sığar mı gönül fanusa?
Deniz ne söyler yunusa?
Sevdalıdır okyanusa
Akar nehir yavaş yavaş
Böyle yürür can kervanı
Eğirir umut kirmanı
Değişmez yolun fermanı
Gelir Ahir yavaş yavaş
Hasani de bilmez fazla
Yaşar durur düşle hazla
Ne işimiz olur hızla
Sakman Tahir yavaş yavaş
HASAN UKDEM
15 Ocak, 2024
TAHİR YAVAŞ
TAHİR YAVAŞ
Yazmanın mı yoksa susmanın
mı dayanılmaz hafifliği? Ya hatıraların dayanılır ağırlığı?
Bir kitap yazmak için 100
kitap okumak… bir makale için 100, haydi sizin gül hatırınız için 10 makale
okumanın dayanılmaz cazibesi mi? Ya gözleriniz ne der bu işe?
Zamansa zaman; buyurunuz
efendim tüm zamanlar emrinize amade?
Benim gibi “yazarak
konuşan” insanların en büyük takıntısı belki de uygun zamanlarda değil de
sürekli uygunsuz zamanlarda veya müsait olmayan zamanlarda sürekli yazmaya
çalışmanın hırsı ve ardından gelen rahatlama ve garip bir mutluluk…
Yazdıklarınızla o kadar
çok kalabalıklaşıyorsunuz ki…
Hey Tahir; geldinse vur!
Her gün mutlaka yazmak…
yazmak sürekli eylem gerektirir; merhum babam, hasta yatağında gecenin bir yarısı
gümbür gümbür bir türküyle hane halkını uyandırırdı… “Bu sazı bir gün unutursan,
o seni bir hafta unutur! Bir hafta unutursan bir ay, bir ay unutursan bir yıl
unutur, parmakların azar” derdi… Aynı yazmak da öyle her ne olursa olsun günde
bir saat… Kalem azar mı?
Şiir tam tersi; çok okuyup,
çok az yazmak… bırak içindeki çağlayanları kendi hâline… sen önüne setler
çeksen barajlar da kursan zamanı gelince patlayacaktır, unutma!
Bay Tahir; çok
tembelleştin, kafanda dönüp duran yazıları yazmalısın.
Türbe Önü’ndeki saatçi dükkânımda
ekmek parası için çabaladığım günler. Saatlerin tik takları arasında şiir
söylediğim, kendimi avuttuğum günler. Bir gün dalmışım; Yeni Konya gazetesinin
sahibi Mustafa Naci Gücüyener dükkânın kapısında beni uzun süre çalışırken izlemiş.
Ben farkına varınca şöyle demişti: “Dut yemiş bülbül gibi derler… bülbül dutu yiyince
doyar ve susar…” mücadelemin farkına varmış ve beni takdir ettiğini söylemişti.
Hem esnaf hem şair. Hem esnaf hem yazar…
Yazsan ne yazar, yazmasan
ne yazar?
Düşünüyorum da bazen “cahil
cesur olur” sözünün tam karşılığıyım. Boyumdan büyük işlere imza atmışım. İyi
ki de atmışım… hem de bir dönem kendimi çok gizlemiştim. Derviş Ozan mahlasının
arkasına sığınmış kimse beni tanımasın istemiştim. O Derviş Ozan, çok enteresan
bir adamdı; dünyaya kendince ayar verecekti… dünya ona ayar verdi; tıpkı
saatlerin ona ayar verdiği gibi ama ne çare ki o, hep ileri gidecekti!
Zincirler bir koptu ki
sormayın:
Seyit (Küçükbezirci) abi “Tahir yavaş”
derdi… Nevzat (Küçükerdoğan) abi de “Tahir yavaş” derdi ama farklıydı… Seyit abi sosyal
faaliyetlerimi, yazdıklarımı kast ederdi, Nevzat abi rakı içerken…
Her ikisi de şimdi görseydi
acaba yine Tahir yavaş derler miydi?
Ya sizce “Tahir yavaş” mı?
TAHİR SAKMAN
11 Ocak, 2024
NAMAZINIZ MÜBAREK OLSUN
NAMAZINIZ MÜBAREK OLSUN
Şefikcan’daki ilk
şivliliğim bu…
Doğrusu gelenekten uzak
yoz bir kültürün kırıntılarıyla, apartman hayatının da ötesinde devasa
yapıların, sitelerin içinde şivliliğin kaybolacağını sanıyordum, yanılmışım…
Kimilerinin “çocuk bayramı”
diye lanse etmeye çalışmasına aldırmadan, şivliliği tam da gördüğümüz gibi
geleneksel yöntemlerle yaşamaları bir yanıt gibiydi. Bir de konser
düzenlemişler… bari çocuklar için yapsaydınız, şivlilik kutlamaları sırasında
büyüklere konser… Paranız mı çok yoksa aklınız mı … Milletin parasını çar çur etmeye, geleneğimizi
sulandırmaya kalkmaya hiç hakkınız yok…
Şefikcan Parkı’nda boydan
boya yanan fenerler… belki de beni üzen tek şeydi Çinlilerin dilek fenerlerinin
gökyüzünü doldurması… Oysa bizim karpuz fenerlerimiz vardı, davul fenerlerimiz
vardı, rengarenk… sonra salça kutularını, yağ kutularını bir sopanın ucuna
çakıp içine kül doldurup sonra gaz lambasından gizlice aşırıp döküp yaktığımız
meşalelerimiz vardı…
Her ne olursa olsun
Şefikcan’daki şivlilik coşkusunu hayatımda hiç bu kadar yoğun yaşamamıştım;
daha güneş doğmadan çocuklar akın akın, kürem kürem sitelerin önünde apartman
görevlilerin dağıttığı şivliliklerle torbalarını çoktan doldurmaya başlamıştı.
Yani çok kalabalık şivlilik toplayanları görmüştüm ama bu kadarını ilk defa
görüyordum. Ve umudum geleneklerimiz adına yeniden yeşerdi, gözlerim doldu,
kalbim sevinçle, çocuk yüreklerle birlikte attı.
Yalnız bir şey var
çocuklar, tekerlemeyi unuttunuz mu?
“Şivli şivli şişirmiş
Erken olan pişirmiş
İki çörek bir börek
Bize namazlık gerek
Şivlilik, şivlilik”
Şimdi kırık leblebi, üzüm,
ceviz dağıtan kalmadı. Çocukluğumun Konya’sında peynir şekerleri de
dağıtılırdı. Gofret, çikolata nadir de olsa dağıtılırdı ve biz aramızda
haberleşir o evin kapısına dayanırdık. Şimdiki şivlilikler bayağı bayağı bir
lüks… çikolatalar, gofretler çeşit çeşit ve oldukça bol. Bunu çocukların
torbalarının büyüklüğünden anlıyorum; hepsi tıka basa dolu…
Bundan siyasi kazanç elde
etmeye çalışmanın mantığını da anlamış değilim; adam muhtar adayıymış ve parti
amblemli minibüsle şivlilik dağıtıyor… elinizi bir çekmediniz gitti…
Bugün üç ayların
başlangıcı ve akşam da Regaip Kandili… Her ne kadar kandiller bidat denilse de
keşke her bidatımız böyle olsa… Bir şiirimde “Namaz günü gelince toplamıştım
şivlilik” demiştim; şivliliğin bir başka adı da namaz günüdür şehrimizde…
Şivliliğe yüklediğimiz anlamın büyüklüğünü de gösterir bu aslında.
Şivlilik merasimi
bittikten sonra büyüklere ziyarete gidilip “namazın mübarek olsun” denilir ve
elleri öpülürdü. Düşünüyorum; o yıllarda vasıta yok, yayan yapıldak yollara düşerdik.
Annelerin, babaların mutlaka elleri öpülürdü… Akranlarımdan pek çoğunun ne
anneleri kaldı ne babaları; evde oturup kapımızın çalmasını bekleyeceğiz ama o
da sanırım nafile… bir telefon sesiyle yetinip mutlu olmayı öğrendik artık. O
da çalarsa…
Ben dindar biri değilim
(yani bu sizin genel anlayışınıza göre) ama şivliliği, kandilleri ve
âdetlerimizi, gelenek ve göreneklerimizi “dindarım” diyen pek çok insandan daha
çok önemsiyorum…
Şivlilik, Konya merkezli,
halkın yüzyılların imbiğinden geçirip şekillendirdiği kültürümüzün önemli bir
parçasıdır. Bunu Konya halkı, Konya çocukları yaşatmaktadır… tek dileğim yerel
yönetimlerin işgüzarlık edip geleneğimizi yaşatalım derken farklı boyutlara
çekmemeleridir. İnanın halkımız sizden daha iyi yaşatacaktır.
Şivlilik öğleye kadar
sürer… sonra Konya kadınlarının pişi dağıtması başlar, en az yedi kapıya… efendim
bekliyorum, şırlan yağında pişenler makbulümdür.
Namazınız mübarek olsun,
şivlilik…
TAHİR SAKMAN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)