YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

07 Eylül, 2024

EREMEDİM VEFASINA DÜNYANIN


 

EREMEDİM VEFASINA DÜNYANIN
 
Ah babacığım, ah!
 
7 Eylül 1994… Sensiz geçen 30 yıl; sanki sabah erkenden beni kaldırıp Sarıyakup’taki bağ evimizin önünden geçen şehir ırmağını tutup, bağı sulayalım diyecekmişsin gibi geliyor…


Sarıyakup Caddesi No: 66... Cümle kapısında Mazhar Sakman, MİFAD'dan derleme için gelen Folklor Uzmanı Yaşar Doruk ile birlikte... (Fotoğraf: T. Sakman Koleksiyonu) 

 
Bağ puştalarının arasında, suyun ne kadar yükseldiğini sürekli kontrol ederken en az bir Konya türküsünün coşkunluğu içinde olduğunu bilirdim bilmesine de yine de sana içimden kızardım; sulamasak ne olurdu ki?


Yıl 1978… Soldan sağa; merhum Selçuk Es, kız kardeşim Vesile, merhum Mazhar Sakman, THM sanatçısı merhum Kemal Koldaş. Sarıyakup Caddesi’ndeki bağ evimizin bahçesinde bir derleme esnasında. Foto: T. Sakman Koleksiyonu.

 
Senden sonra sulamadık babacığım, üzgünüm… O bağların, o ağaçların kıymetini bilemedik; hoyrat ellerimizle onları susuz bıraktık… Önce çayları kuruttuk, Ayvalı Sokak’tan sevgiliye koşarcasına kıvrılarak gelen çayı kuruttuk sonra ranta kurban ettik şimdi eyvah diyoruz… O yarı kâgir yarı kerpiç evimizin bağdadiye duvarlarında sesin yankılanmıyor artık… Ne bağ ne ev kaldı; ak toprakla sıvalı evimizin ağzı açığına gizlenmeye çalışan hatıralarımız da yok artık… Yüklükler bile çekemedi bu ağır yükü de yıkıldı gitti…
 
Onca işin arasında bir de ineklere bakardın; sevgi dolu yüreğin, o hayvanların, dilsiz hayvanların merhametle beslenmesi gerektiğini söyler, ellerinle onları beslerdin…



İTÜ Akademisyenlerinden Halk Bilimci, Süleyman Şenel, Mazhar Sakman'dan türkü derlerken...


Ah babacığım, ah!
 
Sanki akşama yapılacak olan oturağa; ünlü sanatçılardan tutun da devlet erkânına, edebiyatçılara, akademisyenlere, derlemecilere varana kadar geniş bir yelpazede katılımın olacağa oturağa hazırlık yaparcasına 12 tellinin akordunu bilmem kaç kez düzeltip heyecanla; akşamı, horozların ötmemesini isteyerek bekleyeceksin gibi geliyor…

Abidin Özlüoğlu, Mazhar Sakman ile birlikte... (Fotoğraf: T. Sakman Koleksiyonu)


Bir koşu, Abidin Amca’nın, Mengene Caddesi’ndeki İlyas’ın Kavakları’na varmadan hemen sokağın sonundaki evine gider, akşamki oturağın haberini verirdim. Oturak lafını duyunca Abidin Amca’nın gözleri parlardı ve herkesten önce elinde cümbüşüyle o gelirdi… 12 tellinin sesini bastırmasın diye tarak takarak çalardı. Abidin Amca, Menteşeli türküsünün hikâyesinden çıkıp gelirdi sanki… Ninesi Alim Hoca’nın yaktığı türkünün satır aralarında ben, hep Abidin Amca’yı arardım…Türkü; seferberlik yıllarının, Millî Mücadele’nin, Türk’ün dünyaya meydan okuduğu yılların sanki bir özeti gibiydi…
 
Ah babacığım, ah!
 
12 telli şimdi sensiz çok yetim… Geçmişin ihtişamıyla avunsa da odamın duvarında Konya tezenesi atılmasını bekliyor ama korkarım ki çok bekleyecek…
 
Türkülerimiz zaten hem yetim hem öksüzdü, şimdi daha da bir yetim ve öksüz… Sahipsiz…
 
Hani sen, o koca elli adam, Gökmen Hasan Hüseyin Ağa’dan yadigâr bir türkü söylerdin ya “Eremedim vefasına dünyanın/ Bülbül Konmuş sarayına Konya’nın diye… Biz de eremedik sevgili babacığım bu dünyanın vefasına…
 
Daha da kötüsü ne o Konya kaldı ne o saray… Bülbül dersen onu da vuralı çok oldu babacığım, çok…
 
Şimdi bakıp bakıp maziye, geleceğe bir yol bulmaya çalışıyoruz; belki de bir gün, O Konya’nın, Selçukya’nın ihtişamlı asırlarına bir yol buluruz, yeter ki türkülerimiz söylensin, yeter ki türkülerimiz susmasın:
 
Türkülerimiz söylendikçe o Konya’yı yeniden inşa etmek kolay olacak…
 
Sevgili babacığım tıpkı söylediğin gibi:
 
“Saçım uzun ben saçımı tararım/ Var mı benim Gonyalıya zararım”
 
TAHİR SAKMAN



SÖYLEDİKÇE ÖZGÜRSÜN
 
-Merhum Babam Mazhar Sakman’a-
 
sen türkünü söyle diyordu
bu toprak bu yeşile akan su
dinlemelerimiz var bizim
zamanın öncesinden
isterse kopsun kıyamet
 
söyle diyordu söyle
kör karıncanın gittiği yol
daldaki böcek esintisi
işte o zaman ölürüz
pranga olursa dilimizde korku
 
ah söyle diyordu
paslı düşüncelerdeki kilitler
geçmişe sürgün gelecekteki bebekler
susarsan ölürsün zaten
söyle erken ağlamasın ölümler
 
haydi diyordu haydi
susuz çaylar gibi bakma
çevir başını bulutlara
rüzgâr ol yağmur ol söyle
türkün yoksa ölürsün
 
bu şehir türkü söyletirdi
notaları yıldız gibi parlak
şiirleri mangal yürekli
şairleri dolunaya çıkar ağlardı
söyle dedi söyledikçe büyürsün
                ve
/söyledikçe özgürsün/
 
sustukça susturdular
söyleyemedin türkünü
şimdi başın duman gözlerin sızı
ağlamak için geç/ gülmeyi geç
söylemediğin türkü senin değildir
 
türküsüz şehirler bana kaldı
sokaklarda yüreğimi yakıp
akyokuş'tan çayır'a başımı dikip
hem de bağıra bağıra
yeniden türküler çağıracağım
türkün yoksa şehrin yoktur
 
"yürü yavrum yürü konyalım yürü"
/şimdi buradan geçmiyor türkülerin yolu/
 
TAHİR SAKMAN
 
 

01 Eylül, 2024

1 Eylül Dünya Barış Günü


1 Eylül Dünya Barış Günü...

Sınırların silahlarla değil; çiçeklerle çizilmesini seçiyorum.


"Yurtta barış, dünyada barış"

 

27 Ağustos, 2024

CENNETİN KAPISI ADRASAN


CENNETİN KAPISI ADRASAN
Adrasan... Akdeniz'in efsunlu sesini hissedeceğiniz ülkemizin cennet açılan kapılarından sadece birisi...
Tekne turları, rotanızı yaşamın bir başka boyutuna taşırken serin rüzgârlar size eşlik ediyor. Suluada, bölgenin Maldivleri gibi... Maldiv plajı adı verilen bölgede yüzerken denizin suyunu içmek isteyebilirsiniz.



Denizin tüm renkleri sizin için nazlı nazlı dalgalanırken diğer tarafınızdaki yeşilin tonları da unutulmaz anlar yaşamanıza vesile oluyor.


Mavi Mağara'da eşsiz doğa olayı gerçekleşirken, mağara kenarlarında denizin, florasan lamba ile aydınlatılmış hissi veren görüntüsü, nefesinizi kesiyor.


Adrasan'a gitmelisiniz... Tekne turları sizi tüm gün gezdiriyor, öğlen, menüdeki balık müthiş lezzetli, tur fiyatları makul düzeyde... Kesinlikle değecektir...


Cennete başka kapı aramayın:

/ah adrasan adrasan
beni burda saklasan/

TAHİR SAKMAN
 








23 Ağustos, 2024

KUVAYI MİLLÎYE ŞEHRİ ANKARA


 

KUVAYI MİLLÎYE ŞEHRİ ANKARA
 
Geçtiğimiz haftayı Ankara'da geçirdim.
 
Ankara'nın benim gözümde; Millî Mücadele'nin merkezi, bağımsızlığımızın sembolü ilk Meclisimizin burada açılması ve başkentimiz olması nedeniyle yeri büyüktür.
 
Ve tabii ki en büyük Türk'ün, Türk'ün en büyük Ata'sının bedenini kucaklayan topraklar da bu şehirdedir...




 
Konya istikametinden Ankara'ya girerken önce Dikmen sırtlarını görürsünüz...
 
Gözlerimi kaparım; Yüce Önderi karşılayan Ankara halkını, yiğit seğmenleri görürüm. Ata'mın at üstünde yorgun ama umutlu halini, bir milletin uyanışını görürüm... Öyle bir uyanış ki tüm sömürgelere ilham ve cesaret verecektir.




 
Bazı gafiller var... Güya Millî Mücadele hiç olmamış... Üç beş Yunan çetesiymiş(!) Anadolu'ya çıkan... Ya Fransızlar, İtalyanlar, İngilizler? İstanbul'daki İngiliz cephanelerini boşaltıp Anadolu'ya kaçıran vatan evlatları bunu spor olsun diye mi yaptılar? Gaziantep neden gazi oldu? Maraş neden Kahramanmaraş oldu? Ya Urfa neden Şanlıurfa oldu?
 
Youtube'de bir video var, aksanlı bir Türkçeyle sallıyor... Doğrusu bunca yıldır yazarım, kitaplarımın sayısı 20’yi geçti ama böyle bir hayal gücüm yok, atmasyon bedava...




 
Atatürk'e, İngilizler sen git devlet kur(!) demişler... Düşünme özürlüler... İngilizler boğazları ele geçirmişken, Çanakkale’de gemilerini batıran komutana “sen git devlet kur” demişler... Hadi ya...
 
Gazi Ata'm 57 yıllık ömrünün büyük bölümünü savaş meydanlarında geçirmiş ve Türk'ün adını yüceltmek için devletimizin adını bile Türkiye olarak tescil etmiş.
 
Rahatı kaçanlar var tabii... Yalan, yanlı söylentilerle halkımızın zihnini bulandırmaya çalışan...
 
Her Türk, Anıt Kabir’i mutlaka görmeli, Anıt Kabir’de sergilenen Millî Mücadele'yi anlatan canlandırmaları, kahraman Kuvayı Millîye mensuplarının, kahramanlarımızın fotoğraflarını birkaç yılda bir mutlaka görmeli, şehitlerimize ve Yüce Ata’mıza olan minnet duygularını hatırlamalı, canlı tutmalıdır. Cumhuriyet’imizin nasıl kazanıldığını unutmamalıdır.




Anıt Kabir'i gezerken… Sadece benim değil binlerce insanın gözlerinin nasıl nemlendiğini, en ufak bir dokunmada gözyaşlarının sel olacağını fark edebilirsiniz. Ata’sız geçen bunca yıl sonra bile Türk Milleti, Ata'sına olan bağlılığını ve sevgisini gösteriyordu.
 
Gerisi lafügüzaftır, yani boş laftır...
 
TAHİR SAKMAN
 

22 Ağustos, 2024

SUSARKEN SUSMAK!

 

SUSARKEN SUSMAK!
 
Hayatımda ilk defa bu ay, su faturası elektrik faturasını geçti... Yani artık rahatlıkla elektrik sudan ucuz (!) diyebiliriz...
 
Hiç kızmadım hatta su faturasını az bile buldum; çünkü su en kıymetlimiz, en çok korumamız gereken doğal kaynağımız. Söylemeye gerek var mı su yaşamın temeli...
 
Çevremizdeki barajlar, göller kuruma tehlikesiyle karşı karşıyadır.  Musluğu açarken gelecek kuşaklarımızın, torunlarımızın torunlarını düşünmeliyiz...
 
Geçtiğimiz günlerde Konya vekillerimizden Barış Bektaş Bey'in bir önerisini dinledim. Kanal İstanbul'un onda bir maliyetine bitirilebilecek "Kanal Konya" projesinden söz etti. Fakat konu kamuoyunda hiç yer bulmadı. Ne kadar enteresan değil mi? Mağaza açılışını bile manşetten veren yerel basında iki satırlık olsun yer almadı...
 
Yapılması gerekenleri hepimiz biliyoruz ama...
 
Susuyoruz ve birlikte yeni yeni susmalar üretiyoruz... Susarken, susuyoruz!
 
Kuraklık kuşağında olan İç Anadolu Bölgesi'ndeki iklim değişikliğiyle beraber duyarsızlığımız yüzünden gelecek nesillerde ova çöle dönerse?..
 
Hayat sudan ucuz hale gelebilir... Elektrik, sudan ucuz olabilir ama ya hayatımız?
 
Hayatımıza değer katan sudur eğer onu da yok edersek, hayatımız sudan ucuz hale gelebilir...
 
TAHİR SAKMAN

18 Ağustos, 2024

ALBAY REŞAT ÇİĞİLTEPE




ALBAY REŞAT ÇİĞİLTEPE
 
Bugün Anıt Kabir'i ziyaret ederken duygularım öylesine yoğunlaşmış ki... Bu fotoğrafa bakıp da gözlerin sele kapılmaması mümkün mü?
 
Albay Reşat Çiğiltepe...
 
7 Ağustos 1922'de, Çiğiltepe'yi birliğinin söz verdiği saatte alamaması üzerine hayatına son vermiş onurlu gerçek bir kahraman... Atatürk çok üzülür ve tepenin alınmasından sonra Albay Reşat Bey'e Çiğiltepe soyadını verir...
 
Bu topraklar böyle kahramanlar sayesinde yurt yapıldı... Ruhları şad olsun...
 
TAHİR SAKMAN


 

12 Ağustos, 2024

ZEKİ OĞUZ’UN ARDINDAN BİR YIL


 

ZEKİ OĞUZ’UN ARDINDAN BİR YIL
 
Biz kırk kişiyiz; kırkımız da birbirimizi biliriz... ama eksiliyoruz yalnız kaldıkça...
 
Korkumuz ölmekten değil ki... sadece eksilmekten..
 
Hangi dağa sorsanız tanırdı, hangi çiçeğe sorsanız kokusunu verirdi. Öyle ki bu coğrafyanın üzerinde yaşam ondan sorulurdu... O ise yaşamdan...
 
Yörük çadırı gibi dik, başı dumanlı / karlı dağlar gibi heybetli... Fotoğraf çekerdi, ölümsüzlük iksiri sunar gibi...
 
Soluk anılarımızın arasından bozkıra doğan hüzünlü bir ay şimdi esrik şarkılarımızdan sitemler sunacak:
 
Ne yitirdik farkında mısınız? Sadece bir yıl mı? Yoksa kırk asır mı geçti?
 
Toprağın altı üstü fark eder mi?
 
Korkumuz ölmekten değil ki... sadece eksilmekten...
 
Ve eksiliyoruz yalnız kaldıkça, yalnızlıklara…
 
TAHİR SAKMAN
 
 

 

 

10 Ağustos, 2024

TÜRKÜDEN KORKAN ADAMLAR!

Meram'da bir TV çekimi sırasında, soldan sağa; Mazhar Sakman, Nuri Cennet, Hakkı Zambak... (Fotoğraf: Kemal Soylu)

TÜRKÜDEN KORKAN ADAMLAR!
 
Hakan Tekirtangaç… genç bir kardeşimiz; Konya türkülerinin geleceğe ulaşması umudumuzu yeşil tutanlardan.


Hakan Tekirtangaç...


 
“Nerede bir kaset bulsam, hemen dinlerim” diyor ve şehir kültürünün yalnızlığına / sahipsizliğine sitemler ediyor. Kendi kendini yetiştirmeye çalışan bu kardeşimizin ut ile zaman zaman yaptığı paylaşımları ilgiyle takip ediyorum.




 
Bugün ondan değerli bir hediye aldım; üzerinde “Mazhar Sakman” yazılı bir kaset… Bizim gibi Konya türkülerine değer veren insanlara verebileceğiniz en büyük en anlamlı hediye tarih kokan, Konya kokan, ecdat sesiyle dolu, cıvıl cıvıl kasetten başka ne olabilir ki?
 
Yıllar önce de feryat etmiştik; türkülerimizin makus talihini yenelim artık diye… Aradan geçen bunca zamanda pek bir şey değişmedi diyemem; daha da kötüye gitti… İnsanımızın şahsi çabaları dışında Konya türkülerinin makus talihi değişmedi. Barana kurup, dernek kurup, ceplerinden para harcayarak yerel kıyafetlerle türkülerimizi yaşatan arkadaşlarımıza söz verilmesine rağmen bir yer tahsis edilemedi.
 
Bu korku niyedir? Türkülerimizden neden korkuyorsunuz?
 
Konya türkülerinin aydınlık yüzü müdür, yoksa hayata canlı bakan tarafı mı? Sizi hüzünlendirirken bile yaşamdan koparmayan tarafı mıdır, sizi korkutan? 


“Kötü adamın türküsü olmaz, nerede bir türkü söyleyen varsa git yanına otur” diyen Bozkır’ın tezenesi Neşet Ertaş’ı da mı duymadınız?


Nuri Cennet ve Tahir Sakman birlikte...


 
Geçtiğimiz günlerde türkülerimizin yaşayan efsanesi Nuri Cennet abimizle bir aradaydık, ilerleyen yaşına rağmen türkülerimizin dinçliği üzerinde bahar rüzgârları estirirken “Ne oldu bu şehre” diyordu, “TRT’de bir yarışma var, Konyalı gençleri arayan gözlerime yaşlar dolmasını engelleyemedim” diyordu ve derken de türkülerimiz adına ağlıyordu… (Cennet abimizle ilgili olarak yazdığım bir makaleyi, Kemal Soylu tarafından yakın bir zamanda yayıma girecek olan Flaş dergisinde okuyabilirsiniz.)
 
Sahi Konya nerede? Şehrin sanatının, kültürünün üzerine ölü toprağı mı serptiniz? Yoksa meşrebinize uymuyor diye görmezden mi geliyorsunuz?
 
Bu türküler bu toprağın kadim sesidir; siz yokken de vardı ve kıyamete dek var olacaktır…
 
Türkülerimiz susturmaya kalkanlar hüsrana uğrayacaklardır.
 
TAHİR SAKMAN

Turhan Tokgöz kardeşimiz paylaşmış; Mazhar Sakman, Mustafa Kazanova, Plakçı Mustafa, Yalçın Meydan, Rahmi Konak tarafından 1984 yılında yapılan bir kayıtta, Mazhar Sakman, Âşık Şem'i'nin Bülbül isimli koşmasını okuyor. Dinlemek isteyenleri için link:

 
 
 

 

07 Ağustos, 2024

DOST İPİYLE ASILMAK*


 

Bu yazıyı merhum Seyit K.Bezirci’yle iş yerimdeki bir sohbetten sonra yazmış ve 3 Mayıs 2002 tarihinde Yeni Meram gazetesindeki köşemde yayımlamıştım. Bu vesileyle Seyit abiye rahmet dilerken onu çok özlediğimi hasseten belirtmeliyim: Sensiz; kıyımız, köşemiz kalmadı Seyit abi…
 
 
DOST İPİYLE ASILMAK*
 
Hayatın bize ne zaman ne getireceğini asla bilemeyiz. Hayat aslında deneme ve yanılmadan ibaret değil midir? Üst üste tekrarladığımız hatalara ödediğimiz bedellerin ışında gizli değil midir yaşam? İnsan hayatın bütün renklerini içine taşırken, yaşadığı ve yaşayacağı heyecanların doruklarına tırmanmanın verdiği yüksek adrenalin sarhoşluğu içinde, geçip giden ömrümüzün soluk sayfalarında yeniden yeşerememenin verdiği buruk yalnızlığın çaresizliğiyle daima baş başadır...
 
Aslında insan çok yalnızdır. Aslında insan, kendisiyle bile yalnızdır... İnsan kendisiyle bile uyuşamaz bazen... Kim bilir, belki de sıkça uyuşamaz. Şunu adım gibi biliyorum ki; insan kendisiyle uyuşmadıkça, uyuşamadıkça hayatın öbür tarafını, perdenin arka yüzünü daha iyi hissediyor. Eşyanın tabiatını daha iyi kavrıyor...
 
Ondan sonra bize kalan, olaylara bakıp bakıp yüzümüzde acı bir tebessümle gülümsemekten ibaret. Artık, hiçbir kurşun kâr etmez olur. Artık hiçbir şey sizi tatmin etmez olur. Daha iyisini, daha mükemmelini arar durursunuz. Aradıkça bulursunuz, buldukça ararsınız. Daima yükseklere, en yükseklere dikilir gözünüz. Artık sizi hiçbir çeşme kandırmaz olur. Hiçbir pınar sizi doyuramaz olur. Hayattan tek algıladığınız, doyumsuzluktur artık...
 
Geçenlerde işyerime gelen Seyit Küçükbezirci ağabeyimizle koyu bir sohbete daldığımızda; “Tahir beni asacaklar” diyen Seyit Ağabeyimize şu cevabı vermiştim; “İpini benden alsınlar...” Bunu duyan Seyit Küçükbezirci şaka yollu “Tahir seni öldürürüm” deyince bendeniz de “Yanlış anlama... Maksadım seni kurtarmak. Çünkü; onlara çürük ip vereceğim. Seni astıkları zaman ip kopacak, kurtulacaksın” demiştim... Bir an duraklayan Seyit Ağabeyimiz “Bunu defterime yazacağım” diyerek ne kadar memnun olduğunu göstermişti...
 
Sonraları, aklıma hep bu cevap takıldı durdu... Dost ipiyle asılmak... Bir insan gerçekten dost ipiyle asılabilir miydi? Bir insan, dostum dediği adamın asılması için ip verebilir miydi? Hatta ip çürük bile olsa... Bu müthiş bir cesarettir. Bu müthiş bir risktir, aynı zamanda... Ya ip kopmazsa?
 
Hayatımızda öyle ipler var ki... Aslında kopsun diye baktığımız ama bir türlü kopmayan, koparamadığımız ipler... Bizi hayata bağlayan iplerin arkasındaki güce nüfuz ederek, belki de ipleri kafadan kopartmalı...
 
Dosta asılması için ip vermek bir yana, ya dostun ipiyle asılmak nicedir? Sizler hiç dostun ipiyle asıldınız mı? Belki de cesaretiniz yoktu, belki de korkaktınız. İnsan yaşamasını bilmesi gerektiği gibi, ölmesini de bilmeli... İnsan doruklara tırmanırken, bir gün başının döneceğini ve doruklardan düşeceğini bilmeli... Bilmek yetmez kabullenmeli, kabullenmeli...
 
Belki bütün hayat bir yerlere asılmaktan ibaret... Yanılgılarımıza, düşlerimize, acılarımıza hatta gölgelerimize serilen sıcak gözyaşlarına bile... Belki de dosta ip vermenin veya dost ipiyle asılmanın ötesinde bir şey olmalı; dosta ip olmak gibi... Kesinlikle budur hayat... Hayat; dosta ip olmaktan ibarettir...
 
TAHİR SAKMAN
 
 
*SAKMAN, M. Tahir (2002), “Dost İpiyle Asılmak”, Yeni Meram, s. 2, (3 Mayıs).
 

31 Temmuz, 2024

ELLERİNİ KAN ETTİLER



 


ELLERİNİ KAN ETTİLER
 
Yaşam hakkını yok sayıp
Dünyayı zindan ettiler
Masum dilsiz hayvanların
Katline ferman ettiler
 
Merhamet yok vicdan kayıp
Bu yaptığınız çok ayıp
Gece yarısı toplayıp
Canları duman ettiler
 
Dünya kalmaz ki zalime
Bakın canların haline
Sıtma gösterip âleme
Ölümü derman ettiler
 
Şefkat merhamet giyerek
Bizlere insanlık gerek
Bir de saldırgan diyerek
Canlara bühtan ettiler
 
Kimse adam saymayacak
Gözleriniz doymayacak
Sular seller aymayacak
Ellerini kan ettiler 


Unutmayın siz bu ânı
Kalmayacak adı sanı
Hiçe sayıp yaratanı
Allah’a isyan ettiler


TAHİR SAKMAN




29 Temmuz, 2024

ŞEFİKCAN PARKI’NDA AKŞAM DÜŞÜNCELERİ


 

ŞEFİKCAN PARKI’NDA AKŞAM DÜŞÜNCELERİ
 
Bir insan, yüzlerce kişinin ki bunun büyük bölümünü gençler, çocuklar ve kadınların oluşturduğu bir parkta neden silahla dolaşır?
 
Şefikcan Parkı gerçekten şehrin yüz akı parklarının en önemlisi… Selçuklu Belediyesi de parkın üzerine titriyor; oldukça bakımlı, temiz...
 
“Şefikcan bölgesi, sosyolojinin inceleme alanına girer” desem asla abartmış olmam; çünkü her düşünceden, her gelir diliminden, her kültür ve eğitim seviyesinden insanın sitelerde birbirlerinden habersiz yaşadığı bir bölge...




 
Şehrin en yüksek binalarını bu alana dikerken ne düşünmüşler doğrusu ben çok merak ediyorum. Bir dönem çarpık yapılaşmanın en önemli bölgesi olan bölgede yüksek betonları dikerek düzelteceklerini sanmış olmalılar ama tam tersine daha büyük çarpıklıklar ortaya çıkmış gibi görünüyor. Gecekondu gibi evlerden ticari kaygılarla adına rezidans dedikleri ama aslında hiç alakasının olmadığı yapılar bunun en çarpıcı örneklerini oluşturuyor. Bugün en genci 10 yaşına dayanan sözde rezidansların dökülmeye başlayan görüntüleri ile bölgenin ciddi bir alt yapı sorunu olduğu gerçeği karşımıza çıkarken, gelecek adına da kaygıları arttırıyor.
 
İlk sakinlerinin şehre yakın çevre köylerden göç edenlerin olması ve köydeki yaşantılarını buraya taşımaları, sitelerdeki yaşantılarını da etkilemiş. İkinci kuşak bile hâlâ alışamamışken, ayak uyduramamışken, kentlileşmenin sürekli gerisinde kalmalarına ve belki de bir kimlik bunalımına yol açtığını görmek de çok zor değil.




 
Toprak sahipleri olarak oturdukları dairelerde eski alışkanlıklarını sürdürmeye çalışırken hemşehri akraba ilişkisi daima ön plana çıkan sitelerin iç içe ve en küçük sitenin 50 daireden aşağı olmadığı ve toprak sahiplerinin “buralar bizim” anlayışıyla kendilerine her şeyi mubah görmeleri de ayrı bir sorun olarak karşımıza çıkıyor.
 
Şefikcan'a daire satın alarak gelenler ise kentli ve yaşam standartları daha yüksek kişiler.  Sabah erken saatlerden başlayarak parkta spor yapanlar ve sonrasında özellikle akşamları, çoğunluğunu çevre sakinlerin oluşturduğu bir kalabalıkla, çimlerin üzerinde nefes alıyorlar. Çocuklar oyun parkında vakit geçirirken gençler; basketbol, voleybol, tenis gibi birçok aktiviteye kızlı erkekli gruplar halinde imza atıyorlar.




 
Ve kavgalar da bu alanlarda çıkıyor... ama silaha sarılmak da neyin nesi? Önceki akşam o kalabalıkta bir genci yaraladıktan sonra polise ateş edebilecek kadar gözü dönmüş bir insanın bu parkta aradığı neydi?
 
Kültür seviyelerinin birbirine karıştığı ve asla barışmadığı ve gelir dağılımının da adaletsiz olduğu Şefikcan'da sorular çoğalırken, akşamları parka çıkmaya artık çekinmeli miyiz?
 
Emniyet güçlerinin sürekli devriye gezmesi ortamı daha güvenli hâle getirirken vatandaşları da rahatlatıyor ve Şefikcan’da hayat olağan akışında sürüyor. Parka bir akşam gelmelisiniz; oldukça medeni bir ortamda, aileler kamp sandalyeleriyle, termoslarıyla; gençler müzik aletleriyle ve yaptıkları sporlarla, çocukların kuş seslerini andıran cıvıltılarıyla sıcak yaz akşamlarının sadece Şefikcan sakinleri için değil tüm şehre ait örnek bir park olduğuna siz de şahit olabilirsiniz…
 
TAHİR SAKMAN
 

27 Temmuz, 2024

KATLİAMA HAYIR!

 


KATLİAMA HAYIR!
 
İnsanların ilk evcilleştirdiği hayvanlardan bir tanesidir; hani bugün yasa çıkararak öldürmek için zemin aradığımız köpekler...
 
Eski Konya'nın bağlık bahçelik evlerinde mutlaka köpek bulunur bazı geceler salınırdı. Köpek sadık bekçiydi, bahçelerimize yabancı gelse yaklaştırmaz, yabancı hayvanları da uzak tutardı ve bunu da sadece boğaz tokluğuna yapardı.
 
Zindankale'deki bahçemizde benim küçük bir köpeğim vardı; Sultan Cem Caddesi'nde bir araba çarpınca kaybetmiştik. Ne çok ağlamıştım, ona o küçük aklımla mezar bile yapmaya kalkmış, günlerce yasını tutmuştum.
 
Sonra Sarıyakup'ta, bağ evimizde bazen birkaç köpeğimiz olurdu. Babam çok severdi köpekleri, elleriyle onları bazen "yal" yaparak beslerdi. Hele bir tane vardı ki bana olan sevgisini göstereceğim diye üzerime atılınca yerlere yuvarlanırdım, devası bir köpekti, sanırım bir kangaldı... Yaşlılıktan ağzında diş kalmamıştı, babam ona sevgiden öte saygıyla karışık özel bir ilgi gösterirdi.
 
Köpeklere sadece boğaz tokluğuna, bekçilik yaptırdık; evlerimizi, bağlarımızı beklettik daha ötesi canımızı bile o korudu... ıssız dağ başlarında sürülerimize çobanlık yaptı, siz uyurken o uyumadı, hep uyanıktı…
 
Sonra... siz bahçeleriniz bozdunuz, geleceğinizi rant uğruna talan edince...
 
Kerpiç evlerden, beton kutulara geçince farelerden sizi kurtaran kedileri sokağa attınız... sonra köpeklere de ihtiyacınız kalmadı; kapılarınıza güvenlik diktiniz...
 
İşiniz bitince sırtınızı dönmek... insana yakışan bir davranış mıdır? Bu nankörlük değil midir? Tarihin bütün evrelerinde yanımızda olmuş vefalı bir dosta şimdi bunu mu reva görüyorsunuz?
 
Sokağa terk ettiğiniz her canlı bir şekilde yaşamını sürdürmeyi başarmışken şimdi kalkmışınız bu canlara teşekkür etmek yerine öldürmek için kılıf arıyorsunuz:
 
Parklarda saldırıyorlarmış… Vallahi insan kadar saldırmıyorlar ki onu da onlar, kendi canlarını korumak için yapıyorlar; taş atarsanız veya canına kast ederseniz hayvan kendini savunmak için son çare sizi ısırır… bir de genleriyle oynayarak özel yetiştirdiğiniz köpekler var ya onları da bu hâle sokan sizden başkası değil ki…
 
Dünyanın tüm canlılara ait olduğunu unutuyorsunuz. Doğayı kirletenin, yok edenin insan olduğunu unutarak...
 
Onların da bir can taşıdığını, en az bizler kadar yaşam hakkına sahip olduğunu unutuyorsunuz.
 
Hiçbir köpeğin savaştığını görmedim; hiçbir köpeğin dünyayı parselleyip sattığını görmedim, bir başka canlıyı sömürdüğünü görmedim.
 
Dünyayı başka canlılarla paylaşmayı öğrendiğimiz gün; insan olmanın erdemini de öğrenmiş olacağız...
 
İnsan doğasının öldürmek üzerine değil; yaşamak ve yaşatmak üzerine olduğunu hatırladığımızda, hep birlikte tüm canlılarla birlikte dünyayı yeniden cennete çevireceğiz.
 
Bize yakışan katliam yasaları değil; sevgi ve ortak yaşam yasalarıdır…
 
TAHİR SAKMAN
 

26 Temmuz, 2024

SELÇUKYA’YI GERİ İSTİYORUM!

 



SELÇUKYA’YI GERİ İSTİYORUM!


Bir şehirde bir ömür tüketmek nedir bilir misiniz? Ya her köşesine, taşına, toprağına sinen hatıralarınızla baş başa yaşamanın hüzünlü mutluluğunu?


Ve bir ömür şehre şiir söylemenin ve belki de şehrin sizi söyletmesinin sırrını?


Şimdilerde hovardaca harcadığımız duyguların içinde yitip gidiyor şehir; o şehir ki antik çağların gizeminden de eski olan sevdanın harmanında büyümüştür kalplerimizde…


Türkmen kültürünün dalga dalga büyüdüğü Alâaddin Tepesi’nden, Eflatun’un kabrinden, Sille’de Aya Eleni’den, Şeytan Köprüsü’nden geçip gelen bir muammanın günümüze yansıması olsa da artık bir efsane gibi duruyor. 


Sanki dünün ihtişamından hiç haberi yokmuş gibi, sanki İkonyum’dan Konya’ya dönerken Selçukya’nın mütevazı ama doğal ama görkemli asırları şimdilerde sanki hiç uğramamış gibi! Hiç alakanız yok!
Sanki benim ecdadım çırıl çırıl bir 12 tellinin önünde “Emmiler emmiler Türkmen emmiler” dememiş sanki “Bülbül konmuş sarayına Konya’nın” diyerek tespit yapmamış gibi, sanki “Konyalılar baş olmaz” dememiş gibi yaşıyoruz…


Sizin Konyalılığınıza ne oldu? 


Etli ekmek veya fırın kebabı yiyeceğiniz zaman mı geliyor aklınıza?  


Ben Konya’mı istiyorum…


Bizim Konya’mız size ütopik gibi gelebilir; sizin Konya’nız gibi değildi, sevgi doluydu, hoşgörü doluydu, komşu hakkı gözetilir, yaşam biçimlerine saygı gösterilirdi.  Çelebi meşrepliydi, efendiydi, çevresine saygılıydı. Dindardı; ham sofu değildi!
Sokaklarımız tozluydu ama yüreğimizdeki arazözlerle ıslatırdık; bağlarımız bahçelerimiz talan olmamış, beton kutular yükselmemişti. Sokaklarımız güvenliydi; harmanbiş, yedi kiremit, çelik çomak, yakan top oynayabiliyorduk. 


/Yağ satarım/Bal satarım/Ustam öldü/Ben satarım/


Çocuklarınız satamıyor farkında mısınız?


Evlerimizin kapısında güvenlik icat olmamıştı; cümle kapılarımız açık dururdu.


İnsanlarımız yoksuldu ama manen yücelerdeydiler; “helva demeyi de halva demeyi de” bilirlerdi…


Ya siz şimdi ne halva biliyorsunuz ne helva yemeyi…


Üçler Mezarlığı’nın kenarında demlenenlerin çilingir sofrasına oturup leblebi yiyen Hacı Veyiszade’yi ne çabuk unuttunuz?


Şafakta oturaktan gelen ve aldığı alkol nedeniyle yürümekte zorlanan bir insanı rencide etmemek için “Di len o da lazım” diyen Hacı Veyiszade’yi ne çabuk terk ettiniz?


Kuru bir softalık uydurdunuz ki kendiniz de uymuyorsunuz… Şehrin ruhunu öldürdünüz!


“Yürü yavrum yürü Konyalım Yürü” 
Ve yürüdünüz; “geçmişinize sırtınızı dönüp, geleceğe yürürüz” sandınız ama yanıldınız. İhtişamlı dünün yerine ikame etmeye çalıştığınız ne bugün oldu ne yarın; çünkü siz aslında dündünüz!


Dününü unutma Konyalı! Sen ki Selçuklu’nun payitahtında yaşayan ecdadının mirasçısısın. Adımlarındaki vakarın, geleceğin Konyalısına bir mesajdır!


Sokaklarımızı asfaltlarken aslında o asfaltları yüreğimize döktünüz. Büyük camiler inşa ederken mescitlerimizdeki ihlası öldürdünüz. Betonlarla şehri kuşatıp, Konya Kal’ası’nı savunan son Türkmen Beyi de yok olana kadar savaştınız…


Ağlayamıyoruz; çaylarımız da kurudu şimdi… sularımız tersine mi aktı ne? Bu şehir benim şehrim değil!
Ben şehrimi geri istiyorum!  


TAHİR SAKMAN

24 Temmuz, 2024

MÜZİSYEN VEDAT SAKMAN


 

MÜZİSYEN VEDAT SAKMAN
 
Bir müzisyenin hayatı; bir hayattan çok daha fazla bir şeydir…
 
Abim Vedat Sakman’ın yaşantısını konu alan “Müzisyen” isimli kitabın ikinci baskısı raflardaki yerini aldı. Kitap sadece bir müzisyenin hayatını anlatmakla kalmıyor; müzisyenin hayatı üzerinden geçmiş dönemlerimize ışık tutuyor.


Abim Vedat Sakman'ın Akbaş Mahallesi'ndeki çocukluğundan bir hatıra... (Fotoğraf: T. Sakman)

Dünün Konya’sından da çok şey bulabileceğimiz kitap aslında bizi anlatıyor. Müzisyen bir ailenin ikinci oğlu olarak dünyaya gelen Vedat Sakman, Akbaş Mahallesi’nin şimdi tarih olmuş sokaklardaki yaşantısını anlatırken, nereden nereye geldiğimizin de adeta bir envanterini sunuyor.
 

Konya Karma Ortaokul yıllarında Vedat Sakman. (Fotoğraf: T. Sakman Koleksiyonu)


Müzisyen olmak demek; bir anlamda “toplumun sesini duymak ve sanatla yoğurarak yansıtmaktır” diye düşünürsek, Vedat Sakman kalbiyle bunun daha da ötesine geçerek bizlere notalardan bir sevgi yumağı sunan bir müzisyen olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Kitap bir anlamda bir müzisyenin hayatının bir hayattan çok daha fazla değerler ifade ettiğini anlatıyor. Ailemizin sanat geleneğini sürdüren abim Vedat Sakman’ı anlatan Deniz Durukan’a teşekkürler…


Vedat Sakman'ın 20 Mart 2024 tarihinde Konya'da verdiği konserden bir görüntü. (Foto: T. Sakman)


 
TAHİR SAKMAN