26 Şubat, 2024
TAŞ BİNA
TAŞ BİNA
23 Şubat, 2024
HERKES HERKESE YALAN SÖYLÜYOR!
HERKES HERKESE YALAN
SÖYLÜYOR!
Nasıl bir akıl tutulması
yaşıyorsak; her şeyi görüyoruz ama kılımızı bile kıpırdatmıyoruz…
Herkes bir ikbal peşinde…
İnci Taneleri dizisinde
Yılmaz Erdoğan “Herkes, herkese yalan söylüyor” diyor ya tam da böyle; herkes,
herkese yalan söylüyor. Doğrularla yalanları birbirine karıştırıp kendimizi
avutmaya çalışıyoruz.
Hayat pahalılığı, geçim
sıkıntısı ayyuka çıkmış… nereyi tutsanız elinizde kalıyor; cemaat, vakıf,
tarikat… Şeyhler, hacılar, hocalar… şimdi verilerimiz vakıflara verilecekmiş?
Niye?
Dinin de özüyle kimse
ilgilenmiyor; tek ilgilendikleri, ben namaz kılıyorsam, herkes kılacak… Ben
Müslümansam herkes Müslüman olacak… Anladıklarımız da dayatmalardan ibaret… ya
çarşı, pazardaki alışveriş ahlakı? O zaman işler değişiyor… kazıklamak serbest,
bir zam geldiyse beş zam yapmak borcumuz… Ticaret diyorlar, pazarlık sünnet
deyip yaptıkları orantısız zamlara da inandıklarını söyledikleri peygamberi de
alet ediyorlar.
Yalanlarınızı, kazıklarınızı,
iki yüzlülüklerinizi Allah görmüyor mu? Ya inanmıyorsunuz ya da inanmış görünüp
malı götürüyorsunuz?
Ramazan’a az kaldı
fiyatları iyi gözleyin… etiket değiştirenlere dikkat edin. Gerçi etseniz ne
olacak ki?
Atatürk’e ve silah
arkadaşlarına yani bir ulusu ayağa kaldırıp dünyadaki tüm sömürge ülkelere
örnek olan bir lidere bile aleni… dilim varmıyor gerisini yazmaya… Dünyada bir
başka örneği yoktur sanırım; ülkenin kurucu kadrolarına laf söylemek…
Hepimiz birbirimize bakıp
bir yerlerden medet umuyoruz… Atatürkçü kuruluşlar, Tatlısu Atatürkçülüğü
yapmaktan öteye geçemiyorlar. Atatürk’ün partisi bile sesini yeterince
yükseltebilmiş değil…
Cumhuriyet Balosu
düzenlemek Atatürkçülük değildir; Atatürkçülük, gençlere Atatürk’ü anlatmakla
başlamalıdır. Bir köyün sofrasına oturup Atatürk’ü anlatabildik mi? Sanayideki
çıraklara, işsizlere, ev hanımlarına? Eğer Atatürk’ü ve devrimlerin özünü
anlatabilseydik bunların hiçbiri böyle konuşamayacaktı…
Herkes, herkese yalan
söylüyor… Kendimizi kandırmaya devam mı? Hem şikâyet et hem oy ver… devam,
devam…
TAHİR SAKMAN
21 Şubat, 2024
VATAN TOPRAĞINI EZMEK
VATAN TOPRAĞINI EZMEK
Biliyorum madeni buldunuz… kazan kazana… yüreğimizi kazıyorsunuz; dağlarımız, ormanlarımız delik deşik; eline kazmayı, küreği alan bir yerleri eşelemekle meşgul…
Vatan sadece düşman çizmesiyle ezilmez, kazmayla, kürekle, baltayla da ezilir… ne kârlı bir iştir hem para kazanacaksın hem yok edeceksin…
Dünya standartlarında, doğayı yok etmeden elbette maden arayabilir, çıkarabilirsiniz ama… dünyanın terk ettiği vahşi yöntemlerle, maden arayacağım diyerek doğayı yok etmek de neyin nesi?
İliç’teki facia olmasaydı şurada yanı başımızda Konya’ya 40 km mesafede İnlice’deki altın madeninden haberimiz olmayacaktı; CHP Konya Milletvekili Barış Bektaş’ın Meclis konuşmasıyla haberimiz oldu.
Çayırbağı’na giderken görmüşsünüzdür; belediyenin astığı ve üzerinde “su koruma havzası” yazılı olan tabelaları… Su koruma havzalarına bu kadar yakın bir alanda altın aramak ne kadar doğrudur?
Şehrin meslek odalarının, maden mühendislerinin, jeologların, ilgili kuruluşların konuyla ilgili bir açıklamaları bildiğim kadarıyla yok. Ya basın, hani havalarından yanlarına yaklaşılmayanlardan bir ses duydunuz mu?
Bu şehirde yok mu bir Allah’ın kulu?
Sizler, bizler sustukça ve haberimiz yoktu dedikçe yüreğimizi kazmaya devam edecekler…
TAHİR SAKMAN
17 Şubat, 2024
SİYANÜR YAĞMURLARI ALTINDA DEMLENMEK
SİYANÜR YAĞMURLARI ALTINDA
DEMLENMEK
“Şarkın insanı; yürümeden
diz çökmeyi öğrenir…” Bir yerlerde okumuştum bu sözü birden hatırlayıverdim…
Nasıl hatırlamam ki;
ülkemde olan işlere bakıp… çevre talanı, rant talanı ve tüm bunları rahatça
yapabilmek için düzenlenen geziler ve kanan insanlar… sonra çıkıp ahlar, vahlar…
tabii ki bütün bunlardan ders almıyoruz, yenilerine davetiye çıkarıyoruz. Ülkem,
yağma Hasan’ın böreğine dönmüş… herkes bir ucundan yeme peşinde…
Her şey kader, her şey
Allah’tan geldi… ne kolay bir kaçış yolu… Şeyhinize sorun, Mehdi’niz yoksa bir
Mehdi edinin… Birilerinin servetinin hesabı yok, birileri açlık sınırının
altında… Açlık sınırında yaşayanlar, servetine servet katanların peşinde, yalın
ayak baş kabak koşturmakla meşgul… Ne kolaydır;
ezan susmaz, bayrak inmez demek… Sanırım böyle diye diye ezanı da bayrağı da
kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalacağız… kalacağız bile fazla sanki bu cümlede…
Hani cehennemlik dediğimiz insanlar var ya, onlar uzayda güneş ışınlarını toplamışlar ve elektrik üretip kablosuz dünyaya ışınlamışlar… Olsun, bizim, Mehdi’miz, Mehdilerimiz var!
14 Şubat, 2024
İLK STAND-UPLAR KONYA OTURAKLARINDA MIYDI? (MAYMATÇI GILİS VE DİĞERLERİ)
İLK STAND-UPLAR KONYA
OTURAKLARINDA MIYDI? (MAYMATÇI GILİS)
Bu isim karşıma ilk
çıktığında “Dünden Bugüne Konya Oturakları” isimli kitabı hazırlıyordum. Fuat (Önder)
abi bahsetmişti ve söz konusu kitapta yayımlamıştım.
Fuat Önder, yeni nesil pek
bilmese de eski dostlar çok iyi bilirler; 19 Mayıs İlkokulu’nun müdürüydü ve
aynı zamanda folklor uzmanıdır. Fuat abiyle ilgili bir gün geniş bir yazı yazmalıyım.
Konya oturaklarıyla ilgili
araştırmalarım sırasında kent merkezindeki oturaklarla kırsal kesimdeki
oturakların arasındaki farklılıkları görmüş ve ayırma ihtiyacı hissetmiştim. Şehirde
yaşayan kent soyluların eğitim, kültür ve hayata bakış açıları doğal olarak daha
farklı olduğu için elbette ki kent merkezindeki oturaklarla, kırsal kesim oturakları
arasında farklılıklar olması doğaldır.
Merkez oturaklarında
eğitim ve kültür seviyesi yüksek hatta yaş olarak da daha dingin yaşlardaki
insanların oturakları daha sakin ve daha kültür ağırlıklı olacağı aşikardır.
Merhum babam Mazhar Sakman’ın bana aktardıklarına göre “büyüklerin yanında
değil içki sigara bile içilmemektedir” ayrıca oyuncu kadınlara “kimse kaşını kaldırıp
bakmamaktadır.” Erkeklerin oynaması da çok hoş karşılanmamaktadır.
Kırsal kesimdeki
oturaklarda ise gençlerin yoğun olması nedeniyle olsa gerektir ki oyunlar
oynanmaktadır. Hatta merkezde olmayan veya çok nadir olan taklit vs. gibi
faaliyetler “hafiflik” olarak görülmüştür.
Maymatçı Gılis’in asıl
ismi Süleyman Erol’dur ve İsmil oturaklarını yaşadığı dönemde şenlendirmiş,
İsmil’in Nasreddin Hocası olarak görülmüştür. Gılis ile ilgili geniş bilgi
Murat Yaylacı kardeşimizin hazırlamış olduğu “Hatırda Kalanlar İsmil” isimli
kitapta mevcuttur. Kitap Dünyası tarafından yayımlanan kitabın ikinci baskısı satışa sunulmuştur.
Bu tür kitapları bendeniz yerel tarih veya kişisel tarih açısından çok önemsiyorum. İsmil’in sosyal yaşantısından örnekler sunan kitap önemli bir kaynak olmalıdır. Esasen Ova köyleri Konya oturakları açısından da önemlidir. Geçmiş dönemlerde, şehirden köylere gelin verildiği günlerde, Ova köylerinin zenginliği dillere destandır ve tabii ki de oturakları… Günlerce düzenlenen bu oturakların maddi açıdan da oldukça külfetli olacağı bellidir. İsmil, Karakaya, Sakyatan, Çumra, Obruk gibi yerler, oturaklara ev sahipliği yaparken zenginliklerini de sergilemişlerdir.
Gerek Murat Yaylacı ve
gerekse İbrahim Küçükdoğru dostlarımızın verdiği bilgiler ışığında Maymatçı,
yörede güldüren, komik işler yapan, yani bir anlamda şovmen insanlara verilen
bir isimdir. Maymatçı, haybatçı sözünün galat hali de olabilir ki haybatçı;
abartan, kuru gürültücü anlamlarında kullanılmaktadır. Gılis ise kökeni ile
ilgili olabilir; çünkü ailesi Kilistra’dan buraya göç etmiştir. Konya’da,
Kilistra’ya Gilisıra denilmektedir. Buradan yola çıkarak Gilisıralı’nın zamanla
Gılis’e dönmüş olması muhtemeldir.
İsmil’de düzenlenen
oturaklarda kaşık çalmasının yanı sıra sesinin güzelliğinden dolayı da türküler
okumaktadır. Murat Yaylacı, Gılis ile ilgili olarak Youtube iki paylaşım
yapmıştır, yerel kültüre sahip çıkmasından dolayı İbrahim Küçükdoğru ile birlikte
kendisine Konya kültürü adına teşekkür ederim.
Henüz stand-up kelimesinin
bile hayatımıza girmediği yıllarda Konya oturaklarında şov yapılması, ilk
stan-upların Konya oturaklarında yapıldığına dair bir ip ucu olabilir diye düşünüyorum.
Çumra’da Corruk lakaplı bir insanımızın da oturaklarda şov yapması bize bunu
düşündürmektedir. Ayrıca Mazhar Sakman’dan dinlemiştim; yerel kanun
sanatçılarımızdan Veli Ağa’nın cebinde ne ararsanız bulunurmuş. Yaz kış
çıkarmadığı avcı yeleğinin ceplerinde firketeden tutunuz, hanımların kullandığı
saç tokalarına kadar sanki bir aktar dükkânı gibi çeşit çeşit… Bir punduna
getirip Veli Ağa’yı gençlerin yatırıp ceplerini boşaltıp güldükleri bize
aktarılanlar arasındadır.
Son döneme damgasını
vurmuş olan Ahmet Özdemir, müzisyen kimliğinin yanı sıra müthiş bir şovmendir. Yaptıkları
şakalar, taklitler şehrin hafızasında daha çok tazedir. Unutulmazlar arasına
ismini yazdırdığı süreçte, oturaklarda yükselen ünü daha sonra düğünlere ve
televizyonlara kadar uzanırken tüm ülkenin tanıdığı müzisyen ve şovmen olarak
hafızalarımıza kazınmıştır.
Bu tür eğlenceler Konya
oturaklarının da bir başka yönüne işaret ederken ilk stand-upların oturaklarda
başladığı yönündeki düşüncelerimizi de güçlendirmektedir.
TAHİR SAKMAN
13 Şubat, 2024
İKİ KAYIT BİR HATIRA
Mazhar Sakman, Çuhacıoğlu Peşrevi-Sandıklı dinlemek için tıklayınız...
Mazhar Sakman, Bülbül-Çubuk benim tel benim dinlemek için tıklayınız...
Mazhar Sakman ve Abidin Özlüoğlu birlikte... |
İKİ KAYIT BİR HATIRA
Geçtiğimiz günlerde iki tane
ses kaydı yolladı İsmilli dostlardan İbrahim Küçükdoğru… Anlattığına göre
kayıtlar 1976 yılında İsmil’de düzenlenen bir Konya oturağında yapılmış.
İbrahim Bey’in babası tarafından yapılan bu kayıtların bana ulaşan ilkinde
Çuhacıoğlu Peşrevi ile Sandıklı türküleri yer alırken, ikinci kayıtta sözleri
Âşık Şem’i’ye ait olan “Bülbül” koşması ile “Çubuk benim tel benim” isimli
türkü yer alıyor. Belirtilen tarihte Mazhar Sakman 66 yaşındadır. Kaydı
dinlerken bunu göz önünde bulundurursak, Koca Usta’nın performansı hakkında da
fikir sahibi olmuş oluruz.
Çuhacıoğlu Peşrevi klasik
anlamda bir peşrev olmamasına rağmen bu isimle anılmış ve Konya oturaklarına
bir girizgâh ve vokal enstrümantal başlangıç müziği olarak, Konya oturaklarının
günümüzdeki uzantısı olan barana gecelerinde de yaşatılmaktadır. Bu gelenek
asırlardır hiç değişmemiştir. Peşrevin notasını yazan Sakman, 11 Mart 1963
tarihinde Konya’da, Şehir Postası gazetesinde yayımlamıştır.
Kayıtta, Bülbül türküsünün
sözleri çok net anlaşılmasa da biliyoruz ki Mazhar Sakman bu türküyü Şem’i'nin
sözleriyle okumaktadır. Bülbül’ü, Konyalıların pek de alışık olmadığı sözlerle
okurken merhum babam Mazhar Sakman ona cümbüşle merhum Abidin Özlüoğlu eşlik
ediyor. Menteşeli türküsünü yaktığı
söylenen Alim Hoca’nın torunu olan Abidin amca bizim Sarıyakup’taki bağ
evimizde de komşuydu. Çiçekçi Camisi’nden Mengeneye doğru döndüğünüz zaman
İlyas’ın Kavakları'na varmadan yani Mengene Caddesi’ne çıkmadan sol taraftaki
kerpiç, bahçeli bir evde otururdu. Aynı zamanda askerlikte de bandoda birlikte
çalan bu iki arkadaş sonraki yıllarda da uzun zaman birlikte çalmışlardır.
Avcının Mevlüt ile birlikte bir ekip oluşturmuşlar ve Konya oturaklarının
vazgeçilmez sesleri olmuşlardır.
Abidin amca iki dizinin
üstünde oturur ve saatlerce yerinden kıpırdamaz bir derviş teslimiyetiyle, Konya
türkülerinin coşkun nağmelerine ayak uydurup oturduğu yerde Konya tabiriyle
uğunurdu.
Bülbül türküsünün sözlerini
babam ısrarla Âşık Şem’i’nin sözleriyle okurdu ve aslının böyle olduğunda ısrar
ederdi. Konya’nın en önemli âşıklarından olan Âşık Şem’i’nin ölmeden önce son
olarak bu koşmayı söylediğini anlatırdı babam Mazhar Sakman. Günümüzde okunan
Bülbül’ün babamın okuduğu Bülbül ile uzaktan yakından alakasının olmadığını da
söylemeliyim. Sözleri arasında her ne kadar Şem’i’ye ait olan birkaç mısraı
barındırsa da kelimelerin galat hâli hemen göze çarpmaktadır. Bu koşma, Mazhar
Sakman’ın okuduğu haliyle şöyle:
BÜLBÜLDEN BİR NİDA GELDİ
GÜLLERE (BÜLBÜL)
(Hey hey) Bülbülden bir
nida geldi güllere (hey hey)
Sefasın sürmeden geçti gidiyor
(a bülbül bülbül bülbül hey)
Üftâdeler
yalın ayak yollara (hey hey)
Ağlayı ağlayı
düştü gidiyor (a bülbül bülbül bülbül hey)
(Hey hey) Bahar eyyamında
bülbül sesinden (hey hey)
Çıkarmış perçemin fino fesinden (a bülbül bülbül bülbül hey)
Eyvah gönül kuşu can kafesinden (hey
hey)
Pervaz edip uçtu uçtu gidiyor
(a bülbül bülbül bülbül hey)
(Hey hey) Yiğitlik bâbında
beysin paşasın (hey hey)
Mevlâm ömür virsin binler
yaşasın (a bülbül bülbül bülbül hey)
Gelin ey bi-vefâ helâllaşasın
(hey hey)
Şem’i ecel câmın içti gidiyor
(a bülbül bülbül bülbül hey)
1783-1839 yılları arasında
şehrimizde yaşayan ünlü Âşık Şem’i, yaşadığı yıllarda büyük üne kavuşmuş; muamma
düzme ve çözmede büyük hünere sahip bir âşığımızdır. Döneminde bütün âşıkları
mat etmiş ve padişah III. Selim’in huzurunda saz çalıp, şiir okuma mutluluğuna
da erişmiş ve ihsan olarak kendisine Konya Subaşılığı verilmiştir. Bu yönüyle
de şehrin ilk belediye başkanlarındandır. Mezarı Mevlâna Müzesi’nin yan
tarafındadır.
“Erenler dünyaya gelmezden
önce/ Bir ezan okundu sadası nerde” diye başlayan muammasını hiçbir âşığın
çözemediği Şem’i’nin talebesi olan Silleli Sururi de divan şairleri arasındaki
yerini almıştır.
Türkünün notası Mazhar
Sakman tarafından yazılarak Konya’da, 30 Mart 1963 tarihinde Şehir Postası
gazetesinde yayımlanmıştır.
Bana aktarılan bilgiler,
İsmil’deki oturakta; o gün, Feyzi Halıcı, üst düzey askerler, mülki erkândan ve
eşraftan kimseler olduğu şeklindedir ve ayrıca oturakta dört tane de hanım
olduğundan söz edilmiştir. O yıllarda ismi çok duyulan “Maymatçı Gılis” lakaplı
Süleyman Erol da kaşıkla eşlik etmektedir.
Bende babamın 100’e yakın
türkünün ses kaydı var, teknik sorunları çözebilirsen tüm bu türkülerin
kayıtlarını ve türküler hakkında naçizane bilgilerimi zaman zaman yayımlamayı
düşünüyorum. Bu sayede türkülerimizin sesi geleceğe uzanan bir yolda, ecdadın
bize bıraktığı en büyük mirası olarak yaşamaya devam etmesine küçük bir katkımın
olacağını umuyorum.
TAHİR SAKMAN
10 Şubat, 2024
İKİ DURNAM GELMİŞ AKLI GARELİ (DURNALAR)
İKİ DURNAM GELMİŞ AKLI
GARELİ (DURNALAR)
Konya oturak repertuvarı
aynı zamanda Konya türkü repertuvarıdır. Bir başka ifadeyle oturaklarda yaşamayan
türkü şehirde de yaşamamıştır. Konya oturaklarında çok önemli bir yere sahip
olan Durnalar (Turnalar) türkümüz de bunlardan bir tanesidir.
Halk kültürümüzde turnaların
(flamingo) önemli bir yeri vardır ve bundan da Konya elbette etkilenmiştir. Baharda
ülkemize göç eden bu uzun bacaklı iri kuşlara görünüşte aleni bir kutsiyet
izafe edilmemesine rağmen yine de “mübarek bir hayvan” olarak görülür. Genellikle sazlık alanlarda yaşayan turnalar
göç etmesinden olsa gerek, yardan / sıladan haber getiren ve hasreti sembolize
etmesinin yanı sıra; özgürlük, güzellik, bolluk, bereket simgesi olarak da kabul
edilir. Eşlerine olan sadakati ve vefaları nedeniyle de sadece ülkemizde değil
birçok ülkenin halk kültüründe de yer etmiştir.
Türkü; Konya oturaklarının
vazgeçilmezleri arasındadır ve en çok okunan türkülerimizden bir tanesidir. Yanık
ezgisi insanların yüreğine işlerken belki de dinleyenler; turnaların türkünün
nağmelerinden çıkıp yardan kokular saçmasını beklemiş olmalıdır. Belki bir
yavuklu belki bir asker yolu belki de gurbete giden bir yakınından haber
gözlemiş olmalıdır.
Merhum babam Mazhar Sakman
bu türküyü çok yanık okurdu… Youtube’de gözüme çarptı Murat Yaylacı isimli bir
arkadaşımız paylaşmış. Video’nun sonunda kaydı aldığı İbrahim Küçükdoğru’ya da teşekkür
ediyor.
İbrahim Bey İsmilli…
Elinde birkaç kayıt olduğundan bana da bahsetmiş ve bir kısmını benimle
paylaşmıştı. Babası, oturaklara meraklı bir adammış ve babamla da iyi dost
olduklarını da anlattı. Kayıtlar 1976 yılında İsmil’de düzenlenen bir oturakta yapılmış.
Cümbüş çalan merhum Abidin Özlüoğlu olmalıdır. Babam bu tarihte 66 yaşındadır
ve yaşına göre de oldukça iyi okumaktadır. Bende turnaların kaydı var ama bu
kayıt yoktu. Murat Yaylacı ile İbrahim Küçükdoğru’ya teşekkür ediyorum.
Video kapağında yer alan
fotoğraf ise oaha önceki yıllarda çekilmiştir ve fotoğrafın aslı bendedir. Fotoğraf;
Sarıyakup Caddesi’nde, nice oturağa şahitlik etmiş olan bağ evimizde çekilmiştir.
Türkünün notasını da yazan
babam, 13 Mart 1963 yılında Konya’da, Şehir Postası gazetesinde
yayımlamıştır.
TAHİR SAKMAN
07 Şubat, 2024
SESİMİ DUYAN VAR MI?
SESİMİ DUYAN VAR MI?
Sadakayi ulufiyye farkıyye
yatmış: 889.61 TL...
Şimdi bu parayla
Almanya'ya tatile gitsem beni kıskanırlar mı?
Yok, kıskandırmayayım
adamları, bize yakışmaz otur oturduğun yerde Tahir!
Bedava otobüse bin...
Kültür Park'ta güneş bedava, bank bedava... sonra ucuz ekmek kuyruğuna gir, iki
ekmek al, bedava otobüse bin, doğru eve...
Şairin dediği gibi;
/Bedava yaşıyoruz bedava
Hava bedava bulut bedava/
Devam ediyor merhum Orhan
Veli: /Acı su bedava/
Bu arada acı su bedava
değil artık; 12. ayda ödediğim su faturası ki bu da çok yüksekti, 8 ton sarfiyata
165 TL… bu ay gelen su faturası ise sarfiyat aynı olmasına rağmen 190 TL… yani
iki ayda 25 TL zam… artık sudan ucuz da diyemiyoruz…
Neyse, benim elimde 889,61
TL var nasılsa… “Bunu bulamayan da var(!)” deyip bulamayan insanları görmezden gelme
bencilliğine mi kapılayım yoksa şükürsüzlerden(!) olup sesimi mi yükselteyim?
Sesimi duyan var mı?
TAHİR SAKMAN
04.17 SESİMİZİ DUYAN VAR MI?
04.17 SESİMİZİ DUYAN VAR
MI?
İstesek de istemesek de
çoğu kez siyasetin göbeğine dalıyoruz… Çünkü, hayatımıza istesek de istemesek
de bir şekilde etki edip şekillendiriyorlar ve siyaseti şekillendirenin de
oylarımızla bizlerin olduğunu hatırımızdan çıkarmadan eklemeliyim.
Sonra “şikâyet mi ediyoruz
dediniz?” Haşa, ne haddimize…
Dün ilk defa ucuz ekmek
kuyruğuna girdim… aslında nasıl bir haleti ruhiye olduğunu anlamak istedim. İnsanlar
7 lira olan ekmeği 5 liraya almak için kuyruğa giriyorlardı. 2 lira az gibi
görünse de çok ekmek tüketen bir şehrin çocuğu olarak aylık bazda gelirlerimizi
de hesaba katarsak ciddi bir rakam ortaya çıkıyor veya bu hesabı yapmak zorunda
kalıyoruz çoğu zaman.
Kuyrukta kendi kendime
mırıldandım: “Oy verme kuyruğu…” veya “Oy, verme kuyruğu!..” artık nasıl
isterseniz öyle algılayabilirsiniz: “Şu hayat pahalılığında ucuz ekmek
veriyorlar, Allah razı olsun! Veya “hayatı böyle pahalandırıp bizi ucuz ekmek
kuyruklarına sokmaya mecbur ediyorlar…” Hepsi bakış açısı, hepsi siyasi
görüşünüze veya hayatı nasıl kabullendiğinizle alakalı… Tabii ortada bir de gerçek var!
Nasılsa sesinizi duyan yok…
duyan da zaten duymak istediği gibi duyduğu için hiç sorun yok… Sorun; belki de
bizdedir…
Dün deprem felaketinin
1. yıl dönümüydü… insanlar ayakta; “sesimizi duyan var mı?”
Sadece onlar mı ayakta
olan ve feryat eden; emekliler başta olmak üzere asgari ücretle yaşamaya
çalışanlar, işsizler, dul ve yetimler ve daha birçok kesim; üretenler bir ayrı tüketenler bir ayrı... üretimden vazgeçenler, üretemeyenler, tüketemeyenler...
Sesimizi duyan var mı?
04.17… deprem bölgesindeki
insan hikâyeleri yürek yakıyor. Üzerinden bir yıl geçmesine rağmen çözülemeyen
onlarca sorun. Çadırlarda ve konteynırlarda verilen yaşam mücadeleleri…
Sesimizi duyan…
Canhıraş feryatların
geceyi böldüğü… acının fotoğrafları…
Sesimizi…
Bir de bize hiç yakışmayan
rant iddiaları…
Ses…
Galiba “avazeyi bu âleme Davut
gibi salsak da korkarım baki kalan bu kubbede bir acı seda olacak…”
04.17… Sesimizi duyan
var mı?
TAHİR SAKMAN
05 Şubat, 2024
BİR HAYAT YETMEZ (Dİ)
BİR HAYAT YETMEZ (Dİ)
Anarşist ruhum kimseye baş
eğdirmediğinden dolayı (çok şükür) hep yalnızdım, kimseye diyet borcum da
olmadı. Eğilmedim... Başım Takkeli gibi hep dik durdu, alnım Loras gibi açık...
Gözlerim Meram Çayı gibi aksa da yüreğim Konya Ovası'nı örten sarı başaklar
gibi umut doluydu; Kızlar Kayası şahidimdir... (Bu paragrafı bugün bir dosta
yazdım.)
Ne zamandır yazmıyorum…
ülkemde olan işlere bakıp bakıp ağlasam mı gülsem mi bilemiyorum ama bildiğim;
içimin hüzünle dolduğudur…
Vatandaşı hiçe sayan
siyasi söylemler, hayat pahalılığı, ezilenler… sanırım en çok da ezilenler
mutlu; sıkılmış üzüm gibi mutlular (mı?) … Hayata şarap olmadan mı göçüp
gideceğiz diyemiyorum çünkü o kadar sıkıldıktan sonra… eminim; üzüm olsaydım
iyi şarap olurdum, başımın döndüğü belki bundandır…
Dünya dönüyor; Tahir dönmüş
çok mu? Ah vertigo diyorum, döndür bakalım nereye kadar…
Klasik Batı Müziği
dinliyorum bu aralar, en çok da Vivaldi… eski dostlar gibiyiz sanki su damlaları
arasında gidip geliyorum… bir yanım Meram Çayı… ah o çaya gözlerimi akıtmıştım,
şimdi maviye boyanmış beton bir havuz… boyalı ölülerin dünyasına açılan kapıları çakar gibi ruhuma sokuluyor yumruklar…
Derviş Ozan’ı hatırlıyorum
sıkça bu aralar… Oysa maziye çoktan gömmüştüm ben onu:
BİR HAYAT YETMEZ
Bir giz var içimde nicedir
saklı
Kıpır kıpır bir şey
çözemediğim
Düş onunla güzel gerçek
yasaklı
Gün ışıdığında sezemediğim
Yaşanmaya hasret nice
duygular
Bir hayat yetmez ki kaçtı
uykular
Ağıtlar düzerek ağlaşır
sular
Bir avuç yeşile
bezemediğim
Arzularım güne tutsak mı
şimdi
Peki ordaki ben söyleyin
kimdi
Belki de bir masal belki
resimdi
Elimde fırçayla
gezemediğim
Tatmadım doymadım neydi ki
o an
Yaşamadım desem acımaz
zaman
İçimde heyecan hey Derviş
Ozan
Bir türlü başını
ezemediğim
Bir hayat yetmezdi elbet…
ama şimdilik bununla idare edeceğiz; sevgiyle ve içimizdeki volkanlarla…
TAHİR SAKMAN
29 Ocak, 2024
BAĞRIMIZDA SİLLESİN “SİLLE”
BAĞRIMIZDA SİLLESİN “SİLLE”
SİLLE
bilir misin takkeci
pınarı’nın
yorgun akşamlarda
suya düşürdüğü matemi
ve o suların
çiğ düşmüş çimendeki
feryadını
sille kızının ilmek ilmek
ördüğünü
kerkitten kaç bin yılı
gördüğünü
bilir misin
kaya kiliselerden dökülen
gül beyaz kokuların
camilerde yeşil nurlara
dönmesinin sırrını
testicinin ocağında pişen
kimin toprağı
bu ateş söndürmez beni
sille’nin bağlarını
yaktığınız gibi
yüreğime döktüğünüz betonları
bilir misin
bin yılda kaç türkü
söyledik
TAHİR SAKMAN
2000’li yıllarda yazdığım gazetelerde Sille ile ilgili o kadar çok şey yazmıştım ki Konyalıların pek çoğu beni Silleli zannetmişlerdi. Sille için söylediğim şiirler de çok beğeni toplamıştı.
O yıllarda merhum Doç. Dr.
Hasan Özönder miydi yoksa Prof. Dr. Mustafa Özcan Hocam mıydı şimdi tam
anımsayamadım ama bir proje geliştirmeye çalışıyorduk: Sille’den göç edenlerden
hayatta olanları veya onların çocuklarını getirecektik, buradan da günümüz
Sille’sinden vatandaşlarımızı Yunanistan’a götürecektik ama o dönemlerde
gerginleşen ilişkiler yüzünden rafa kaldırmıştık.
Sille’den göç edenlerden çok
yaşlı bir kadınla Türbe Caddesi’nde iş yerim olduğu zamanlar tanışmıştım.
Anadolu kadınlarından hiç farkı yoktu; entarisi, başında işlemeli yaşmağı ile ayırt
etmeniz mümkün değildi. Ölmeden çocuklarını, torunlarını yanına alıp doğduğu
Sille’yi görmek için gelmişti.
Sille o yıllarda çok
haraptı mesela Çarşı Hamamı yıkıldı yıkılacaktı; bu tehlikeyi görüp
yazmıştım… Aya Eleni Kilisesi ciddi restorasyon istiyordu keza camiler de öyle…
Sille’nin girişinde belediyenin yaptırdığı ve tarihi dokuya hiç uymayan Sille’nin
bağrında bir yumruk gibi duran bir binanın kaldırılması için de yazmıştım.
Sille’nin tarihine, kültürüne sahip çıkmanın gerekliliğine işaret etmiştim.
Sille’yi öylesine
benimsemiştim ki Nüve Kültür Merkezi tarafından yayımlanan Kırmızı Yazılar
isimli kitabımın kapağında, sevgili dostum İrfan Çakır’ın Aya Eleni Kilisesi'nde
bendenizi çektiği muhteşem bir fotoğrafı kullanmıştık.
Ama böyle olmasını da
istememiştim doğrusu. Bazen Sille’ye bakıp bir suçluluk duygusu hissetmiyorum
diyemiyorum. Hiç yazmasa mıydık, dikkatleri üzerine çekmese miydik, kamuoyu
oluşturmasa mıydık, nerede hata yapmıştık?
Sille’nin tarihi dokusuna
sahip çıkarken böyle olsun istememiştik. Sille bugün bir şantiye görünümünde… Her
tarafta bir inşaat yükseliyor. Ne kadar doğrudur? Bugün Silleliler, Silleyi
terk ediyor haberiniz var mı?
Sillenin o cehri tarlalarının
yerinde yeller bile esmiyor, betonlar yükselmiş. Adım başında bir kafe… Hafta
sonları giremiyorsunuz bile… Bu kalabalık keşke diyorum kahvaltı yerine Sille’nin
tarihini, kültürünü, folklorunu merak edip gelmiş olsalardı…
Bir yazıma “Bağrımızda sillesin
Sille” başlığını atmıştım… aradan geçen bunca yıldan sonra belki içerik olarak
değişti ama başlık yine aynı kaldı:
Sille; bağrımızda sille
olmaya devam ediyor…
TAHİR SAKMAN
28 Ocak, 2024
YASAKLI AYNALAR
YASAKLI AYNALAR
Eskilerin bir sözü vardır:
“Bir şeyin şüyuu vukuundan beterdir” diye…
Yani diyor ki bir şeyin
yapılmasından/ olmasından duyulması, konuşulması daha beterdir… Yani duyulmadığı/
görülmediği sürece sorun yok gibi de algılayabilirsiniz ki biz çoğu zaman böyle
anlıyoruz…
Son yıllarda TV'ler kültürümüzü oldukça artırırken(!) topluma kendi gerçeğini çarpıcı bir biçimde gösteren
diziler de hayatımıza girdi. Toplumsal eleştiri dozunu bir hayli yükselten bu dizilerde,
aynada kendimizi görmenin şaşkınlığını yaşadık…
Dizilerin dışında da en
çok aile yapımızı bozduğu gerekçesiyle eleştirdiğimiz programlara baktığımız
zaman da şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz… Bozulan aile yapımızı ve ahlaki çöküntünün
sınırlarını zorlayan bir halde olduğumuzu gösteriyor aslında bu programlar. İnsanımızın
cehaletini ve düştüğü hazin durumun nedenlerini ve çözümlerini araştırmak yerine,
herkes, “kapatın bu programları, yasaklayın” korosuna katılıp, ahlak
bekçiliğine soyunuyor.
Programın ne suçu var ki, onlar
olanı gösteriyor; tıpkı, Kızıl Goncalar ve İnci Taneleri isimli dizilerdeki
gibi… Her ne kadar bunlar hayali olsa da gündelik yaşantımızın içinde sıkça tanıklık
ettiğimiz olaylar.
Bu ülkede zaten hiç pavyon
yok, konsomatrisler çalışmıyor ve bu mekânları ayakta tutan müşteriler de uzaydan
geliyor olmalı…
Gerçeklerle yüzleşmeyi
öğrenmeliyiz, asıl korktuğumuz da bu zaten. Görmezden geldiklerimizi yüzümüze
bir şamar gibi çarpıyor bu tür programlar. TV’leri kapatınca, dizileri
yasaklayınca sorunlar çözülecek mi? Yoksa şüyuu, vukuundan beter sözü aktif
hale mi gelecek? Başımızı kuma da gömelim mi?
İnci Taneleri… Yılmaz
Erdoğan; oyuncu, senarist, yönetmen ve şair kimliğini kullanarak dizinin ilk
bölümünde toplumsal eleştirinin dozunu olabildiğince yukarılara taşırken (başkasına
değil) kendimize ayna tutuyor. En basit bir sahnede bile insan ilişkileri hakkında
bize ders veriyor.
"Müsaitsen sarılabilir miyim?" Hiç müsait olmuyoruz dostça, kardeşçe sarılmaya... Oysa en çok da buna ihtiyacımız var. Ne zaman sevgiye, insanlığa, barışa, sosyal adalete müsait olacağız?
Toplumumuzun yönü, yön değildir,
görmüyor musunuz? Aynaları da yasaklayalım mı?
Belki de meşhur sözümüzü tersten
okumanın zamanı gelmiş olmalıdır:
“Bir şeyin vukuu, şüyuundan
beterdir…”
Duyulmasını değil de olmasını
beter olarak gördüğümüz gün, çok şey kendiliğinden düzelmiş olacak…
TAHİR SAKMAN
27 Ocak, 2024
YAĞARIM BELKİ
YAĞARIM BELKİ
Niye yağayım ki? Nereye?
Şimdi yağarsam; Takkeli gözlerini
indiriyor gibi olacak! Loras da bugünlerde biliyorum çok efkârlı; yağsam başı dumanlı
diyeceksiniz!
Sizin gözleriniz hiç Meram
Çayı gibi aktı mı? Son gazel düştüğünde Meram’a; bülbül sehere dek ağlar, niye,
hiç düşününüz mü?
Sonra nereye yağacağım ki?
Kestiğiniz, yok ettiğiniz
bağlara bahçelere mi? Beton beton üstüne kurduğunuz şehirlere mi? Bir kerpiç
damınız olsa neyse; en azından ona yağardım ve baharda yeşerirdi…
Sizin hayalleriniz bile
yok! Siz kuru gürültülü bir yaşantının çocukları olmayı seçtiniz, ben size niye
yağayım? Renklerinizi nerede unuttunuz?
Yeşerteceğim düşleriniz
yok, bağlarınız, bahçeleriniz, ağaçlarınız yok! Yağmam size…
Oysa o kadar çok istiyorum
ki yağmayı ve gök ağlıyor demenizi… ben ağlarım ve hep ağlamak istiyorum,
bunlar sevincin gözyaşları; sevdaya duracak harmanların, başını suya sokup ıslatacak
bir çift güvercinin sevincidir bu…
Hak ettiğinizi sanmıyorum.
Yağmam size!
Bacalarınız kirletti beni, hem kirletmediğiniz ne kaldı?
Düşünceleriniz diyorum
oradan mı başlasanız temizlenmeye… doğayı sevmeyi, yaşarken yaşamın tüm
renklerini tatmayı… yani diyorum fırsatınız varken doğayı yaşayın ya hu!
Yağmayacağım size… ama
toprağın sesini duyuyorum ve toprağın beslediği canları…
Haydi, biraz çeki düzen
verin kendinize; ağaç dikin yine eskisi gibi, eskisi gibi varsın toprak
damlarınız aksın berekete… çocuklarınızın hiç bilmediği “yağmur yağıyor/ seller
akıyor/ Arap kızı…” haydi, yine camdan baksın artık…
“Yağ yağa yağmur/ Teknesi
hamur/ Sokakları çamur/ Ver Allah’ım ver/ Sicim gibi yağmur…”
Size söz; işte o zaman
yağacağım… ya da sizler modern orta çağın karanlıklarında yaşarken ben ak
yüzümle yükseklerde bulut bulut gezeceğim!
TAHİR SAKMAN
25 Ocak, 2024
BİR YOL BİLİYORUM (AHMET ZİYA ÖZKUL)
BİR YOL BİLİYORUM (AHMET
ZİYA ÖZKUL)
Herkesin bir ölümü var, ya
şairlerin ölümü?
Belki şiirin / yaşamın
ölümüdür, şair ölümü… bilmiyorum; en azından şimdilik! Hiç ölmedim… bir gün
ölürsem söylerim…
Ama ölen şair arkadaşlarım
oldu; hepsi de can dostlarımdı, çok şey paylaşırdık; hayatta en çok kıymet
verdiğimiz şiirlerimizi paylaşırdık. Daha
ne olsun?
Hacı Fettah Mezarlığı’nın
karşısında ailesinden kalan bir evi vardı, annesini kaybettikten sonra yalnız… şiirleriyle,
kedisi ve bir de kanaryasıyla yaşardı. Ruhi sıkıntıları vardı ve bu yüzden eşinden de ayrılmıştı. Kızı vardı, onu çok severdi, hafta sonları
onunla vakit geçirirdi.
Ahmet Ziya Özkul’dan
bahsediyorum… 1949 Doğanbey doğumluydu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi, Türkoloji bölümünden mezun olduktan sonra Konya İmam Hatip Lisesi’nde
edebiyat öğretmeniydi.
Üç şiir kitabı yayımlandı
dostumun; On Sekiz Yaş Şiirleri (1982), Hocaya Çak Bir Selam (1984) ve Bir Yol
Biliyorum (1985) … Şiirlerinden bir tanesi öğrencisi olan şehrimizin
yetiştirdiği müzisyenlerden Gündoğar tarafından bestelenmişti.
Sıkıntılarının çoğaldığı…
aslında bizi delirten sizlersiniz; sizin bu bozuk düzen işleriniz, iki yüzlü,
bir öyle bir böyle, akçe üzerine kurulu dünyanızdır bizi delirten… Sizin
gözünüz dönmüş; dünyayı kan ve ateşe boğarken, sizin tek düşündüğünüz
akçeleriniz… Barışmış, sevgiymiş, edebiyatmış… mış, mış, mış… öyle ayrı
dünyalarda yaşıyoruz ki…
Amerika’nın Irak’a
saldırdığı günlerdi… Türbe Caddesi’ndeki saatçi dükkânıma bir hışımla girmiş
saydırmaya başlamıştı. En başta da bana; küfürlerin bini bir paraydı. Sesimi
çıkarmadan yarım saate yakın dinledim, susunca “yanında ilacın var mı” diye
sordum. Cebinden bir iğne çıkardı, hemen İstanbul Caddesi’ndeki eczanelerden
birine birlikte gidip yaptırdım. Sonra özür diledi… Ne önemi vardı ki, haklıydı…
Bir kediye ceza kestiğini (bazı
odalara girmesini yasaklamıştı) anlattı, kuşuna yan baktığı için, bir başka gün
TV’nin Galatasaray maçını şifreli verdiği için tam bir hafta açmamıştı… Telefon
da cezalıydı; sadece akşamları 19,30-20,30 arası bir saat içinde arayan olursa
açardı. Okulda yönetmeliklere aykırı olmasına rağmen sakalını kesmemiş, uzatmıştı.
Öğrencilerini uyarırdı; çantaların üzerinde yabancı yazı olmayacaktı hele hele
Amerikan bayrağına asla tahammülü yoktu. Çantasını değiştirmesi için
öğrencilerine para verirdi.
En çok gücüne giden şey;
öğrencilerinin gözü önünde, dersteyken hastaneye götürülmesi olmuştu… “İlaç
içmediğim zamanlar daha iyiyim” derdi hep.
“Bir yol biliyorum” dedi
ve bir gün evin kapısını çekti gitti… uzun süre haber alamadık, yıllar sonra
vefat ettiğini duyduğumda çok üzülmüştüm… meğerse o yol; gökyüzüne çıkıyormuş…
“Bir Bol Biliyorum” isimli
şiir kitabına, ona ithaf ettiğim Şairlerin Ölümü isimli şiirimi koymuştu,
şiirin ilk dörtlüğü şöyle:
Güneşi çevirip de
tepetakla
Geliyormuş şair kimin
umuru?
Ruhuna koyduğu binbir
yasakla
Ölüyormuş şair kimin
umuru?
Aynı kitaba ismini veren şiirin bir bölümü ise şöyle:
BİR YOL BİLİYORUM
Bir yol biliyorum Allah’a
yakın
Bir yol biliyorum Allah’tan
uzak
Bir yol biliyorum ince
upuzun
Bir yol biliyorum berrak
mı berrak
Bir yol ki çizilmiş alın
yazısı
Bir yol biliyorum tuzak mı
tuzak
Adını sorarsan mezar taşıdır
Bir yol biliyorum bu en
son durak
Ahmet Ziya Özkul
Ve şairler ölür, gökkuşaklarına
gömülür… bizler başka yol bilmeyiz
zaten; tıpkı Ahmet Ziya Özkul gibi…
TAHİR SAKMAN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)