YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

13 Aralık, 2022

EVVELA YÖRÜTTÜK BAŞTAN ÇORBAYI

Ne kadar yalın bir mısra… saf, temiz ve okurken siz de çorbayı “yörüttüğünüzü” hissediyorsunuz…

 

Buradaki “yörütme” Konya ağzıyla… yani yürütme, burada kullanılan anlamıyla “içtik”, amiyane “götürdük” anlamlarını içeriyor…

 

Konya’nın meşhur yemek destanından söz ettiğimi hemen anlamış olmalısınız, hani kıvrak nağmeler eşliğinde okunan ve Konya yemeklerini uzun uzun sayan bir destan.

 

Tabii ki böyle destanı ancak bir Konya kadını yazabilirdi… “Bülbül Hoca” namıyla bilinen Şerife Hanım… Kadınlara vaaz eden, onlara ilahiler okuyan dünün Konya kadınlarından… Lakabı sesinin güzel olmasından ve bülbül gibi şakımasından mülhem olmalıdır. Bir anlamda “türkü yakıcı kadınlarımızdan biri” de diyebiliriz; çünkü “Yekte” adıyla bilinen yemek destanının güftesini yazdığı gibi bestesinin de ona ait olduğu söylenir.

 


M. Ferit Uğur- A. Nüzhet Ergun ikilisinin hazırladığı, Konya’yı anlatan ve günümüzde bile en önemli folklor kitapları arasındaki haklı yerini koruyan Konya Halkıyyat ve Harsiyyatı’nda Bülbül Hoca’nın şehrin Kalecik Mahallesi’nde 1897 yılında doğduğu anlatılır.

 

Bu şehr-i Konya çok enteresandır…. Dışarıdan baktığınız zaman gördüğünüz koyu muhafazakârlığın içinde, bir inci gibi, asırlar öncesinin sırlı bir emaneti gibi saklanan,  hoşgörü vardır, sevgi vardır, saygı vardır.

 

Ve tabii ki hayatın her safhasında, günümüzde bile şaşılacak derecede Konya kadınlarının izi vardır. Kendilerini onlar ne kadar saklasa da mütevazılıkları, bu şehrin her tarafına sinmiştir ve izlerinden onları tanımanız kolaydır.

 

Tıpkı, Menteşeli türküsünü yakan Alim Hoca’nın türküsü gibi Bülbül Hoca’nın türküsü de Konya oturaklarındaki yerini almış ve dilden dile, gönülden gönüle günümüze ulaşmıştır.

 

Konya oturaklarının, bir diğer adıyla Konya şehir muhiti musiki meclislerinin de bir başka yönünü ortaya koyar bu türküler… Kadın hocaların yaktığı türkülerin oturaklarda okunması sizi ilk başta şaşırtabilir ancak oturakların sis perdesini biraz aralarsanız, göreceğiniz; ortamın nezihliğinin yanı sıra müzikle, hoşgörüyle dolu olduğudur.

 

Türkünün sözlerine baktığımızda, Konya yemeklerinin geniş bir dökümünü verir Bülbül Hoca… ve bu sayede dönemin lezzetleri hakkında da önemli bilgilere sahip olursunuz.

 

Zengin Konya mutfağından kesitler sunarken, bugün unutulmaya yüz tutmuş hatta unutulmuş lezzetlerinin de farkına varmak mümkün. Kullanılan malzemelerin de bir dökümünü bulabilirsiniz. Dünün doğal mutfağından neler kaybettiğimizi de gözler önüne sermesi bakımından eser ayrı bir önem taşıyor.

 

Destanın son kıtasından anlaşılacağı gibi “bin üç yüz on dörtte yaptım destanı” 1896-1897 yıllarında kaleme alınmış. 1932 yılında 85 yaşında kaybettiğimiz Bülbül Hoca’ya rahmet dileriz.

 

Yemek destanının Mazhar Sakman’ın bant kayıtlarından deşifre ettiğim sözleri şöyle:

 

(Ah ah) Evvela yörüttük baştan çorbayı

              Sarmısakla terbiye olmuş paçayı

            Domatisle bişirmeli bamyayı

              Midemizi açsın hoş misal olsun (yekte)

                          Yekte (de) Alikom yekte

                          Bastırmalar denkte

                          Ne olursa olsun (canım)

                          Yosma delikanlılıkta

 

              Canım börülce baklayı çok ister

              Yıldız kökü Çayırbağı’nda biter

              Patlıcan ortanın gayretin güder

              Yiyen ihvanlara afiyet olsun (yekte)

                         Yekte yavrum yekte

                          Bastırmalar denkte

                          Ne olursa olsun (canım)

                          Yosma delikanlılıkta

 

              Muhallebiynen sütlü gelsin araya

              Kifayeler dursun hep bir sıraya

              İki datlı duzlu gelsin sufraya

              Gaymak güllâç ile şeker hallolsun (yekte)

                         Yekte (de) Alikom yekte

                          Bastırmalar denkte

                          Ne olursa olsun (canım)

                          Yosma delikanlılıkta

 

              Bihamdülillâh yedik nimet ve nanı

              Bizim zamanımız bolluk zamanı

              Bin üç yüz onda yaptım destanı

              Okunsun dillerde pür icmâl olsun (yekte)

                          Yekte yavrum yekte

                          Bastırmalar denkte

                          Ne olursa olsun (canım)

                          Yosma delikanlılıkta

 

 

Mazhar Sakman’ın kendisinden yazdığım tam metin ise şöyle:

Evvelâ yürüttük baştan çorbayı

Sarımsakla terbiye olmuş paçayı

Domatesle pişirmeli bamyayı

Midemizi açsın hoş misal olsun

 

Bihamdülillâh hiçbir şeyi taşlamam

Yağ içinde yumurtayı boşlamam

Yumuşak somun olmayınca başlamam

Semiz etin kenarları al olsun

 

Baklava ile börek derkenar ola

Şeker helvası da pür hisar ola

Toplanıp ihvanlar bir karar ola

Sıtk-u muhabbetli ehli hâl olsun

 

Katmeri ince aç yağın sakınma

Sakın ona haşhaş yağı kullanma

İnce etten olur hem de çullama

Tavada pişmiş bir kızıl hâl olsun

 

Enginar ile kereviz ıspanak

Karnabetle semiz ota birle bak

Patata tomata böğrülce kabak

Onlar da içinde hasbihal olsun

 

Mısırgayı bir hâl edin öldürün

Ortasına fıstık pirinç doldurun

Dolmaları üçer üçer kaldırın

Kuvveti bedene irtihal olsun

 

Mıkla cilbir mantı kaygana gelsin

Makarna ile keşkeş kuskus çekilsin

Şalga pişip gelirken dökülsün

Kalan yemeklerde istimal olsun

 

Köfte yaprak bir de lâhana dolması

Sarı erik zerdali nohut yahnısı

Zülbiye pancar turp salatası

Anlar da içinde pür kemâl olsun

 

Tabakta turşu da kalmasın mahzun

Zeytinyağ üstüne sıkılsın limon

Balığı kızartın getirin pürhûn

Yiyelim bizlerde can misal olsun

 

Yiyenler nimetin şükrün bilirse

Vucud kuvvet bulup hâlin alırsa

Bu yemekler bize her gün gelirse

İsterse altı ay oruç hâl olsun

 

Sebebin işleyip kârin gözetsin

Herkes varıp nasibin deşirsin

Günde bana üçer üçer getirsin

Hulku huyu güzel bir ayal olsun


Taan itmen ahbaplar siz bu âşıkı

Nimet ucuz amma budur layıkı

Çok istemem ben keseme harçlığı

Beşibirlik ile bir riyal olsun

 

Hak verir dostuna yarınki günü

Çorbada yemeklerin önüdür önü

Yemeklerin basdırmak için üstünü

Kahve ile tütün on çuval olsun

 

Palize ile muhallebi araya

Kifayeler dursun hep bir sıraya

İki tatlı tuzlu gelsin sofraya

Kaymak güllâç ile şeker hâllolsun

 

Canım hem börülce bakla da ister

Yıldız kökü Çayırbağı’nda biter

Patlıcan ortanın gayretin güder

Karpuz üzüm divlek üç misal olsun

 

Kadifin telini kırmalı gülü

Üzeri kokulu amberli gülü

Pilavın üstüne getir sütlüyü

Yiyelim bizler de can cemal olsun

 

Bihamdülillâh yedik nimet ve nânı

Bizim zamanımız bolluk zamanı

Bin üç yüz on dörtte yaptım destanı

Okunsun dillerde pür icmâl olsun 

 


 TAHİR SAKMAN


KAYNAKÇA:

 

ERGUN, S. Nüzhet- UĞUR, M. Ferit, (1926), Konya Vilâyeti Halkıyyat ve Harsıyyatı.

 

KENDİ, Cenap (1987), “Folklorcu Gözüyle Konya ve Yöresi Türküler ve Anılarım”, Yeni Meram, (14-15 Nisan).

SAKMAN, M. Tahir (1985), “Türkülerdeki Konya”, Yeni Meram, s. 2, (7 Eylül).

SAKMAN, M. Tahir, (1999) “Konyalı Mazhar Sakman’dan Türküler”, Konya İl Kültür Müdürlüğü Yayınları, Konya.

 

SAKMAN, M. Tahir, (2001) “Dünden Bugüne Konya Oturakları”, Milenyum Yay., İstanbul.


 








 

12 Aralık, 2022

ZAMAN VE İNSAN

Nasıl bir zamana denk geldik böyle… Neydi günahımız?

 

Her yer şiddet, her yer ahlaksızlık kaynıyor. Daha da vahimi; ahlaksızlığa neşter vurulması gereken yerde kılıf uydurma çabaları… daha da ahlaksızlık…

 

Sanki “insan” olmaktan utanılacak bir çağ…

 

Daha da vahimi; “aman şu zarar görür, aman bu zarar görür” anlayışı…  İki satır bir şey yazıyorsunuz; sizi hemen şuna düşman, buna düşman ilan ediyorlar!

 

Mesela… filan şehirdeki bir olumsuzluğu yazmaya görün, hemen o şehirden birtakım kimseler çıkıp, sizi düşman ilan ediveriyorlar… oysa asıl zararı kendileri veriyorlar:

 

Bir şeyi sevmek; o şeydeki olumsuzlukları görmezden gelerek, ört bas etmek değildir;  tam aksine, verebileceğiniz en büyük zarardır.

 

Seven insanların tavrı; olumsuzlukları ortaya döküp çare üretmek ve bir daha yapılmamasını sağlamaktır. Doğrusu budur.

 

Ve tabii ki zamanın bir suçu yok… insan için aynı şeyi söylemek zor; üzgünüm…

 

TAHİR SAKMAN

 

 

07 Aralık, 2022

İŞTE ONDAN

Foto: T. Sakman. Kadınlar Pazarı'ndan 2000'li yıllardan bir görüntü.

 

Üç harfli marketlere gitmeyin diyorlar ya…
 
Ben de onlara uydum Kadınlar Pazarı’na gittim… burada da karşıma üç harfliler çıkmaz mı, hem de ayaklısı…
 
Daha girmeden kokular aldı götürdü beni… Gıda maddeleri kapı önlerinde, kaldırımlarda… tavuklar, kanatlar kasa kasa…
 
Eski tanıdıkların yerini, yeni nesil almış ama değişen bir şey yok; çoğunun tavırları aynı, müşteriyi yan gözle süzmeler, umursamamak, alırsan al, almazsan ikile… havalar aynı…
 
Fiyatlar hiç de ucuz değil ama onlara bir şey diyemem; çünkü sonuçta onlar satıcı.
 
Eskiden yani Kadınlar Pazarı’nın, Kadınlar Pazarı olduğu günlerde… Ortadaki meydana sıralanmış taşlar üzerinde, evlerde üretilen; peynir, yağ, reçel, kavurma hatta sızdırılmış kuyruk yağı, sebze, meyve satanlar sıralanırdı. Saat 14.00’de bir zabıta düdük çaldı mı kimse kalmazdı, satan satar, satamayan toplar giderdi.
 
Zabıta deyince aklıma geldi. Zabıta vardı, eskiden… Biz eskiden eskiden su içerdik testiden… O testileri biz kıralı çok oldu!
 
Neyse bir cesaret geldi bana ki sormayın, cahil cesareti; 250’şer gr. yeşil ve siyah zeytin, birkaç çeşit yarımşar kilo peynir, çifte kavrulmuş tahin… nerden bilirdim ki biraz sonra asıl kavrulanın ben olacağını?  Bir coşmuşum ki sormayın sanki bedava…
 
Esnaf kardeşimiz elinde hesap makinesi; tak, tak, tak… Öyle bir heybetli ses çıkarıyor ki mübarek makine… meğerse benim yerime feryada başlamış. Bir morardım ki sormayın… Yonis eriği gibi geçtim…
 
Tabii aldıklarımın üzerinde herhangi bir etiket yok, kaçını kaça aldım belirsiz; sadece hesap makinesi biliyor; tak, tak, tak…
 
Oysa barkot diye bir şey var değil mi veya etiket? Ne aldığımı ne kadar aldığımı, kaça aldığımı nereden bileceğim? Makine bilir abi; tak, tak, tak… sonra o da unutur…
 
Çaresiz kredi kartını uzattım. İstemeye istemeye, biraz da somurtarak, “karttan mı çekeceğiz” sorusuna muhatapsınız…
 
Hani diyorsunuz ya “bu millet bakkalı niye bıraktı da marketlere koşuyor” diye…
 
İşte ondan…
 
TAHİR SAKMAN

 

06 Aralık, 2022

YÜZÜCÜLER


 

Son dönemde izlediğim en iyi dramlardan bir tanesiydi “Yüzücüler…” ve kesinlikle bu film Suriyeli sığınmacılara olan bakış açınızı değiştirmeye talip…
 
Suriye’de sporcu bir babanın; sporcu, yüzücü iki kızı, Suriye’de karışıklık başlayınca canlarını kurtarmak için erkek kuzenleriyle birlikte İstanbul, Midilli, Makedonya, Macaristan güzergahını izleyerek Almanya’ya ulaşmalarını konu alıyor.
 
Filmi izlerken Ege’nin serin sularını teninizde hissedecek, Macar sınırında köpeklerin sesi kanınızı donduracak… bundan emin olabilirsiniz. Kardeşler Almanya’ya ulaştıkları zaman yaşadıkları sevinçle siz de havalara sıçrayacaksınız.
 
Bugün ülkemizde yaşayan milyonlarca sığınmacıya farklı bir gözle bakmanın, olayı bir insanlık dramı olarak görmenin yolunu açıyor film... Emperyal güçlerin iştahlarını kabartan zengin petrol yatakları ve bulunduğu konum itibariyle jeopolitik önemi, milyonlarca insanın dramını sonuç olarak ortaya çıkartıyor.
 
Her ne kadar filmdeki Suriyeliler, bizdeki Suriyelilere hiç benzemese de bu insanları sadece insan olarak görmemize engel değil elbette… Yıllardır emperyallerin yeni silahlarını, stratejilerini denedikleri bir oyun alanına çevirdikleri Suriye’de akan kan, ne zaman diner bilinmez ama sömürge zihniyetiyle hareket edenlerin, ellerini bu ülkeden çekmedikçe, bu insanlara huzur çok uzak görünüyor.
 
Uygarlığı, teknolojiyi; insanın, sevginin, barışın bir aracı yapmadıktan sonra ne işe yarayacağını Suriye’ye bakıp görebilirsiniz. Suriye, coğrafyadaki birçok ülkenin başına gelenleri çok acı bir biçimde yaşıyor ve aslında ciddi bir uyarı da veriyor; ders almayanların ve emperyal oyunlara kapıları açmanın ne kadar tehlikeli olduğunu da gösteriyor.
 
Batı’nın, çıkarları söz konusu olduğu çoğu zaman kendi savunduğu değerlere de ters düştüğünü, bizlerin bu oyunlara fırsat vermemesi, uyanık ve güçlü olmamız gerektiğini bir kez daha hatırlıyorsunuz.
 
Ege’nin serin sularına yenik düşen binlerce mültecinin yaşadığı çaresizliğe düşmeden bilmeliyiz; ülkemizdeki demokrasin kıymetini… ve ülkemizin kurucu kadrolarına olan şükranlarımızı bir kez daha yinelemeliyiz:
 
Sevgili Ata’m, bizlere öyle bir ülke kurmuş ve emanet etmişin ki bölgemizde yüz yıldır ayakta duran tek ülkeyiz ve daha nice yüzyıllar ayakta duracağız, kıyamete kadar, kurduğun Cumhuriyeti yaşatacağız…
 
TAHİR SAKMAN

05 Aralık, 2022

SİZ İNSAN MISINIZ?


 

Son dönemde izlediğim filmlerden bazıları hakkında yazmak kaçınılmaz oldu benim için…

 

Bunlardan ilki “Rose Adası’nın İnanılmaz Hikâyesi” ismini taşıyor. Statükolardan bıkan, özgür ve mucit ruhlu bir insanın, İtalyan karasularının dışında yapay bir ada oluşturarak bağımsızlığını ilân etmesiyle gelişen olayları anlatıyor.

 

Filmi izlerken, devletlerin zorba yapısını da ister istemez sorgulamaya başlıyorsunuz: Size hizmet etmesi için seçtiğiniz insanların veya kurduğunuz devletlerin zaman içerisinde “koruyuculuk” kavramı geliştirerek; devleti, insanın / vatandaşın üzerinde bir yerlere çıkarmasını da gözler önüne seriyor.

 

Eğer benim gibi statükoya karşı çıkan dahası kendi iç dünyanızda anarşist ruhlu, her şeye karşı biriyseniz film tam size göre derim.

 


İkinci film bir belgesel, ismi “İyi Geceler Oppy…” 90 günlük bir görev için Mars’a gönderilen bir aracın 15 yıl güneş enerjisiyle çalışmasını anlatıyor. Filmi izlerken zaman zaman araçla veya bir tür robot olan ikizlerle, Oppy ile duygusal bir bağ geliştiriyorsunuz.

 

Belgeseli izlerken kıyas yapmanız ve sorular biriktirmeniz kaçınılmaz oluyor. Bilim insanlarının neler yaptığına şaşırırken, dünyanın diğer yarısında ise neleri konuştuğunuz aklınıza gelebilir. İnsanlığın bir tarafı Mars’ta koloni kurmaya hazırlanırken bir diğer tarafının ne yaptığını, nelerle uğraştığını üzülerek anımsayabilirsiniz.

 


Üçüncü film bizden; “Acıların Kadını Bergen…” Dördüncü film ise yine sanatçı bir kadının hayatını konu alan bir film, ismi “Dilberay Küçük Dev Kadın…”


 

İki filmde de tüm yaşantıları acıyla yoğrulan iki kadının acı hikâyesi oldukça dramatize edilerek anlatılıyor, hüzne boğuluyorsunuz. Erkek egemen bir toplum düzeninde kadının nasıl meta haline dönüştürüldüğünü ve sömürüldüğünü görmenin gerçeği, yüzünüze bir şamar gibi iniyor. Bu iki film aynı zamanda ülkemizde kadınlar üzerinde kurulan baskıyı ve sömürüyü de acı bir şekilde anlatıyor.

 

Anlayışların, bakış açılarının kadın lehine ötesi insan lehine, canlı lehine yaşam hakkının kutsallığı üzerine değişmediği sürece bu acıların hepimizi bir gün boğabileceğini asla unutmamamız gerekiyor. Annelere kutsiyet izafe ederken, eşlere de aynı hassasiyeti gösteremeyen toplumların, bu zulümle ayakta durabileceğini sanmak safdillik olacaktır.

 

Ne yazık ki ülkemizde yaşanan on binlerce belki milyonlarca dramlardan, insanlık suçlarından sadece ikisini anlatıyor film…

 

Bu iki filmi izlerken, yüreğinizde bir şeylerin koptuğunu hissedeceksiniz ve bu insanların bizim toplum düzeni içinden çıktığını bir kez daha anımsarken, gözlerinize, ismi duyulmamış milyonlarca kadının ızdırap dolu yaşantısı dolacak ve milyonlarca kez, kadına zulmü reva gören zihniyete, insan yerine koymayanlara haykırmak isteyeceksiniz:

 

Siz insan mısınız?

 

TAHİR SAKMAN




02 Aralık, 2022

DAR'ÜL MÜLK


 Bugünlerde şehirdeki ilan panolarında Konya Büyükşehir Belediyesi’nin dar’ül mülk sloganıyla tarihi eserler ile yeni yapılmış veya yapılacak kültürel faaliyetlerle / restorasyonlarla ilgili duyurularını görüyoruz.

 

İçeriğine bir diyeceğimiz yok; yeter ki Alâaddin Köşk’ünün kalıntısı üzerine yapılan ucube gibi olmasın!.. 

 

Selçuklu’nun başkentine yakışmalı yapılan her şey…

 

Başkent deyince, duyuruların sloganı “dar’ül mülk”e takıldım… Mecazi kullanımlarını bir yana bırakırsak, başkent anlamında özellikle de Selçuklu’nun başkenti Konya için kullanılmış bir dönem…

 

Şuna, dar’ül mülk demek yerine, başkent desek daha iyi olmaz mı?

 

Türkiye’nin en büyük ihya projesi olduğundan bahsediliyor. İhyadan kastın birtakım mekânları, tarihi eserleri yenilemeye tabi tutmak, güzelleştirmek olarak algılıyorum buradaki anlatımıyla…

 

Projenin içinde Zafer ve Kültür Park bölgesindeki binaların baştan aşağıya yenilemeye tabi tutulması da var. Bu binalar için milyonların harcandığını da söylemem gerek tabii…

 

Zafer’de hani önünden geçerken bile çekindiğimiz mağazaların, bırakın mülkiyetini satın almayı; kiralarına bile yetişemeyeceğiniz dükkânların ve binaların, ücretsiz olarak dış cephelerine giydirmeler yapıldı, kepenklerine, tabelalarına varıncaya kadar  yenilendi.

 

Ben de diyorum ki şu fakir fukaranın da akan damlarına bir el atsanız; onların da evlerini bir yenilemeye tabi tutsanız olmaz mı?

 

Zenginlerin milyonluk mülklerine harcadığınız paranın birazını, azıcığını da gariplerin başlarını soktukları yerlere yapsanız?

 

Hani pazarlardan atık sebze toplayan… evine ekmeği bile zor götüren, giysisi olmayan, çocuğuna simit parası bile veremeyen, yüreği yaralı, boynu bükük ama onurlu insanlara?

 

Farkında mısınız bilmem ama bu ihya işi hayır işiyse, bu hayrı en çok onlar hak ediyor; insanı ihya edemiyorsanız, binaları ihya etmişiniz ne anlamı var; mekâna şeref katacak olan insandır, insan…

 

Ve bunu da en çok bizim insanımız hak ediyor, sizce?

 

TAHİR SAKMAN

29 Kasım, 2022

UYAN UYAN GAZİ KEMAL


 

Ankara’ya, Konya tarafından gelirseniz, şehre girerken sizi Dikmen sırtları karşılar…

 

Sanki, zamanı durdurursunuz orada ve Türk’ün ebedi önderi, Gazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk’ün Ankara’ya ilk gelişine; hani o, Türk’ün ateşle imtihanı olduğu günlerde, bir avuç Kuvvacı’nın tüm dünyaya özgürlük için direndiği günlere gider, seğmenlerin sesini duyar gibi olursunuz…

 

Trakya ve Anadolu’nun büyük bölümünün işgal altında olduğu ve bir taraftan da yokluğun / yoksulluğun acımasızca Türk’ün üzerine çöktüğü yıllar…

 

Bir avuç vatanseverin halkı nasıl örgütlediğini ve nasıl bir mücadelenin içine girdiklerini yeniden hatırlar, ürperirsiniz.

 


İlk Meclis’e giderseniz… orası Türk’ün demokrasi mabedidir; Türk’ün özgürlük ateşini diri tuttuğu ve kazandığı yerdir ve dünyada bir ilktir o; savaş yönetmiştir, onun için Gazi Meclis’tir…

 


Bir taraftan top seslerini duyarsınız, bir taraftan vekillerin ateşli konuşmalarını. O mütevazı Meclis, ülkemizin tapusudur, harcıdır, çimentosudur. Gözlerinizi kapattığınız anda cephelerde oluk oluk akan, kanı görürsünüz; kağnıyla uçağın, süngüyle merminin, yoklukla varlığın, özgürlükle esaretin savaşını görürsünüz…

 


Ve kısa ömrünü vatana feda eden Gazi’yi görürsünüz; gözleri çakmak çakmaktır, yorgun bakışları bir çelik gibi yüreğinize işler, ürperir, gayriihtiyari kendinize çeki düzen verirsiniz…

 




Anıt Kabir’e gidersiniz… derin bir huşu ve sonsuz bir coşku ile şükran duyarsınız; Gazi’nin mozolesinin önünde, tüm şehitlerimizin ruhlarının da orada olduğunu hissedersiniz. Ömrünü cepheden cepheye koşmakla geçiren ama asla yılmayan, o en büyük Türk’ün, Atatürk’ün huzurunda, bir kez daha onun açtığı yolda yürümeye ant içersiniz…

 

Birileri 17’lik kızlarla zifaf hazırlığı yaparken, onların zifafı; kanla, canla bedel ödeyerek vatan kurtarmaktı…

 

Düşman Polatlı’ya dayandığında bile kaçmayı düşünmediler; onların tek zırhlısı, vatan aşkıydı, özgürlük aşkıydı; tek sığındıkları yer, Milletin sinesiydi…

 

Onlar, İngiliz desteğiyle, Yunan yanlısı Kuvayı İnzibatiye kurmadılar; onlar, Türk Milleti’nin desteğiyle, Yunan’a karşı, vatanın esaretten kurtulması için Kuvayı Milliye’yi kurdular.

 

Haklarında verilen idam fermanlarından, fetvalarından korkmadılar; onların tek dayanakları, Yüce Türk Milleti’nin bağımsızlık tutkusuydu…

 

Yaklaşık on gün kaldığım Ankara, Millî Mücadele ateşini yakan ve bu uğurda eşi benzeri görülmemiş bir destan yaratan şehirdir. İradesi Meclis iradesidir; Meclis’in onayından geçmeyen hiçbir karar uygulanmamıştır. O savaş şartlarında bile demokrasi örneği olarak tarihe yön vermişlerdir.

 

Ankara gazi şehirdir, Gazi’nin şehridir… tıpkı Gaziantep gibi, Kahramanmaraş gibi, Şanlıurfa gibi…. Ve Millî Mücadele’ye omuz veren tüm şehirlerimiz gibi…

 

Kulaklarıma Ruhi Su’nun, su gibi sesi doluyor:

 

Ankara'nın taşına bak
Gözlerimin yaşına bak
Uyan uyan Gazi Kemal
Şu feleğin işine bak
 
Kılıcını vurdum taşa
Taş yarıldı baştan başa
Uyan da bak Gazi Kemal
Başımıza gelen işe
 
Ankara'nın dardır yolu
Düşman aldı sağı solu
Sen gösterdin Paşam bize
Böyle günde doğru yolu

 


Atatürk’ün doğru yolu, yolumuzdur bizim… Gazi Kemal uyanmayacak, bunu biliyoruz ama fikirlerinin ve yaktığı ateşin ışığında, kıyamete dek binlerce Gazi Kemal yetişecek ve milletimizin teminatı olmaya devam edecektir:

 

“Ne mutlu Türk’üm diyene…”

 

Fotoğraflar: T. Sakman.

 

TAHİR SAKMAN










 

 


28 Kasım, 2022

HOŞÇA KAL ATATÜRK'ÜN ŞEHRİ


Ankara’da en son gezdiğim yer Anadolu Medeniyetleri Müzesi oldu.

 

Bir başkente ancak böyle bir müze yakışırdı. Büyülenmemek mümkün değil; yaşadığımız topraklardaki medeniyetleri bir arada görmenin heyecanı sizi alıp götürüyor.

 

Tarihi bir yapıya kurulan müze aynı zamanda Anadolu tarihinin, insanlık tarihiyle nerdeyse eş değerde olduğunu da dünyaya ilan ediyordu.

 

Anadolu tarihinin yanı sıra insanlığın medeniyet yolundaki merhalelerini göstermesi açısından oldukça önemli bir müze. Dünyanın sayılı müzeleri arasında yer alan müzenin, 1997 yılında Avrupa’nın en iyi müzesi seçilmesi asla tesadüf değildir.

 

Müze Anadolu medeniyetlerinin eserlerini çarpıcı bir biçimde size gösterirken aynı zamanda Ankara’nın da geçmişini gururla sunuyor.

 

Müzede geçirdiğim üç saatin yetmediğini ve en kısa zamanda yine görmem gerektiğini biliyorum. Medeniyetlerin birbirleriyle olan etkileşimini de görmenizin mümkün olduğu bu müzeyi herkesin görmesi gerek.

 

Göbekli Tepe ve Çatalhöyük’ten başlayarak insanlık tarihinin kilometre taşları olan önemli eserleri bir arada görmenin sevinciyle Konya’ya doğru yola çıkarken, yaşadığımız toprakların, insanlık adına nasıl bir kutsiyet ifade ettiğini bir kez daha idrak ediyorum.  

 

Hoşça kal Atatürk’ün şehri, en kısa zamanda yine geleceğim… Her ne kadar Yahya Kemal, “Ankara’nın en çok, İstanbul’a dönüşünü sevdiğini” ifade etse de ben; Ankara’ya, her tarafında Atatürk’ün kokusu olan bu şehre, Türk’ün son başkentine yeniden gelme umudunu seviyorum…

Fotoğraflar: T. Sakman. Ankara, Anadolu Medeniyetleri Müzesi...


TAHİR SAKMAN