YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

07 Şubat, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅻ (SEFER TASINDAN HAYATLAR)

 


 

Muhacir Pazarı’ndaki çocukluk anılarımın arasında babaannem Vesile Sakman’ın da yeri büyüktür. O yıllarda, sokaklarda güvenle oyunlar oynayabildiğimiz yıllarda, ikindi üzerleri annem beni çağırır, elime bir sefer tası tuttururdu. Bu benim için zorunlu bir görev gibiydi ama şimdi düşünüyorum da iyi ki o sefer taslarını taşımış, babaanneme yemek götürmüşüm.

Yemekten de öte bir şeylerdi aslında götürdüğüm; sevgi götürmüştüm, saygı götürmüştüm yaşlı bir insanın, ilgiye en çok ihtiyacı olduğu zamanlarında gelecekten bir ses sunar gibi taşımışım sefer taslarını… her ne kadar oyunun en tatlı yerinde oyunu bırakıp, söylenerek gitsem de yaptığım işin büyüklüğünü yeni yeni idrak ediyorum.

Sefer taslarında taşıdığım mutlulukmuş meğer; bir ömürden bir başka ömre… Bir bahar ülkesinden kışa dönmeye başlayan bir ömre sevgiler taşımışım.

Şimdilerde unutuldu sefer tasları, yeni nesil beslenme çantaları taşıyor artık. O üç katlı; çorbasından yemeğine, tatlısına varana kadar boy boy sefer taslarımız da artık tarih oldu… sanırım bizim nesil de ışıklara karışınca adını bile anan olmayacak.

Babaannemin evi Akbaş Mahallesi’nde olmasına rağmen her ne kadar yakın da olsa yaş itibariyle 6-7 yaşlarındayım, korkusuzca götürürdüm. Bazen yemeği yemesini bekler, sefer taslarını alır geri dönerdim.

Babaannem, üzerine tez hatta doktora yazılacak kadar enteresan bir Konya kadınıydı. Hani yerel söylemle “yarım okka etten dokuz kap yemek yapan” marifetli, iktisatlı bir kadındı. Belki de yokluk yıllarının bir nişanesiydi tüm bunlar…

Dedem Hakkı Efendi’nin cura çaldığını söylerdi babam ama ne dereceydi bilemem. Mesleği hakkında da çok fazla bilgi sahibi değiliz ama Seferberlikte (1. Dünya Savaşı) Şam/Suriye Cephesi’nde asker olduğunu biliyoruz.

Babaannemin “Hakkı da bir datsın” diyerek yaptığı aşure çorbasını aylarca kuyulara sarkıttığını, sepetlerin altında gezdirdiği hafızamızın bir yerlerine kazınmış.  Dedem gelmesine gelmiş cepheden ama…

Babam, hayal meyal hatırlar babasını; cebinden çevresini (bazı bölgelerde yağlık da denilen büyük mendil ki çok ilginç işlevleri olan bir mendildir bu; yeri gelir elinizi yüzünüzü kurular, terinizi silersiniz yeri gelir çarşıdan aldıklarınıza poşetlik yapar) çıkarır, gözyaşları içerisinde anlatırdı:

“Gündüz İngilizlerle, gece Araplarla savaşmışlar” derdi, gündüzleri dost gibi görünen Arapların, geceleri Osmanlı ordusuna, nasıl hainlik yaparak saldırdıklarını anlatırdı. Sonunda hazin bir yenilgi ve ordu terhis olur, dağılırlar. Yayan, yapıldak Konya’ya geldiğinde hastadır dedem, cepheden hasta gelmiştir. Ayağındaki potin, ikinci bir deri gibi kaynamıştır, keserek çıkarırlar. Çok yaşamaz; kırkıncı gün sır olur… “Kırk gün içinde vefat ettiği için şehit sayılır” derdi babam… ölümünün haftasında Çanakkale’ye, cepheye çağıran celp gelmiş…

Dedem Hakkı Efendi hakkında bildiklerimiz bundan öteye geçmiyor. Soluk bir fotoğrafı bile kalmamış, bu dünyadan garip bir şekilde ama vatan savunması için görevini eksiksiz yaparak göçmüş… Dedem gibi binlerce Anadolu uşağı bizlere bu vatanı emanet edip gitmişler. Bizlerin rahat yaşamaları için canlarıyla bedel ödemişler. Pek çoğunun, dedem gibi bir mezarı bile yok… Halam küçükken elimden tutar Muhacir Pazarı’ndaki şimdiki pazar yerinin tam karşısındaki evlerin -ki o zamanlar Orman Müdürlüğü’nün binası vardı- oraya götürür, buraların eskiden mezarlık olduğundan bahseder ve “dedenin mezarı burada” derdi. (Söz konusu alan şimdi pazar yeri olarak kullanılan alanı da kapsar ve o dönemlerde Yüksek Mezarlık ismiyle bilinmektedir. Mezarlık zaman içerisinde kaybolmuştur.) O Fatiha okur, ben de el kaldırırdım. Tüm isimsiz kahramanların ruhları şad olsun, onlara minnettarız.

Babaannem, dedem cephedeyken büyüttüğü umutlarının yerle bir olmasına rağmen asla pes etmez. Oğulları Seyit Mehmet ve Mazhar için yaşamak zorundadır. Seyit Mehmet’i atlı tramvay kazasında yitirir; çocuk aklı işte, tramvayın arkasına asılmış… Biz de çocukluğumuzda faytonların arkasına asılır ve kırbacı yerdik. “Arabacı, arkaya kırbaç” sesiyle birlikte arabacı uzun kırbacını arkaya doğru savururdu. Bendeniz de az nasiplenmedim o kırbaçtan. Sanırım kırbaç korkusunun getirdiği telaşe yüzünden tramvayın altına düşmüş ve hayatını yitirmiş. Tek kalan babama gözü gibi bakmış babaannem.

Bitip tükenmek bilmeyen savaşlar yüzünden halk yorgundur, yoksuldur. Evlerde erkek kalmamıştır, evlerden şehit analarının feryatları yükselirken gelinlerin başı yaslıdır.  Çalışmak, eve ekmek götürmek kadınların işidir artık.

“Yarım çemberiyle illere (ellere) çamaşır yıkadı, temizlik yaptı, yemeklerini pişirdi ama başını asla öne eğmedi” derdi babam. Soğuk ve yağmurlu bir kış gününde evlerinde yiyecek olmadığı bir günü hatırlardı babam sonra Ermeni bir komşularından bulgur ve yağ alarak, bulgur pilavı pişirip yediklerini gözleri dolarak anlatırdı.

Babaannem irticali şiirler söyleyen bir kadındı. Evindeki bohçaların düzenine/gadesine “yidi (yedi) mahalle öteden” kadınların bakmaya geldiği söylenirdi. Babamın gençlik yıllarında onun türkü geçmesine bile vesile olmuş; “Dağlara Hanım Ayşe’m” türküsünü babam annesinden geçtiğini söylerdi. Bazı uzun gecelerde komşu kadınların evlerine toplandıklarını ve onlara babam sazla “Âşık Kerem” okurmuş. Bu o dönemlerdeki Konyalı kadınların sanata bakış açısını yansıtan en iyi örnek olmalıdır.

O önemlerin yürek yangınları içerisinde; türkü yakan, mâni atan kadınları vardır. Şem’îlerin Emine Abla, Uzun Kızların Alime, Bülbül Hoca, Seydişehirli Saliha Abla gibi isimler şehrin kültür tarihinde yer almaktadırlar. Şem’îlerin Emine abla; Âşık Şem’i’nin torunudur ve şiirler söylemektedir. Uzun Kızların Alime, bir başka isimle Alim Hoca, Menteşeli türküsüne kaynaklık etmiştir. Bülbül Hoca lakabıyla tanınan Şerife Hanım ise Yekte ismiyle de bilinen Yemek Destanı’nı Konya türkü repertuvarına kazandıran isimdir.

Bu kadınların en belirgin ortak özelliği; özel günlerde kadınlara vaaz etmeleri, türkülerin yanı sıra ilahiler okumalarıdır. Alim Hoca, mahalli cümbüş sanatçılarımızdan merhum Abidin Özlüoğlu’nun, Bülbül Hoca ise Konyalı yazarlardan İ. Aczi Kendi’nin kayınvalidesi, mahalli ut sanatçılarımızdan merhum Cenap Kendi’nin ise ninesidir. Babaannem Vesile Sakman da irticali şiirler söyler, mâniler atarmış, yeter ki görmesin:

Bir eve davet edilmiştir. Babaannemin söyler huyunu bildikleri için ev sahibi dikkatlidir, evde her şey yerli yerinde düzenlidir, ikram, izzet eksik değildir. Babaannem abdest tazelemek ister. O dönemlerde tuvaletler evin dışındadır. İbrik alır çıkar, bir baksa ki her giden bir ibrik götürmüş, orada bırakmış. Hemen söyler:

Bu hane ne güzel hane
Can kurban içindeki cane
Ömrümde hiç görmedim
Dokuz ibrikli abdesthane

Komşuda sünnet düğünü vardır, misafir ağırlamanın telaşesinden sünnet çocuğu unutulmuştur. Babaannem tabii ki söyler:

Eti döven satır
Kızları kara katır
Yorgan döşek bulamamış
Sünnet çocuğu yerde yatır

Babaannemin söylediklerini babam zapt etmemiş… hafızasında kalan bir dörtlükten babaannemin aslında ne kadar güçlü bir söyleyişe sahip olduğunu anlıyoruz:

Yapış derler yapışacak bir dal yok
Söyle derler söylemeye mecal yok
Eller libas giymiş sorgu sual yok
Bize Şam hırkasın(ı) yasak ettiler

Ah babaanneciğim ah… Hayatta olsaydın da ben yine sefertaslarıyla sana yemek getirseydim…

Beni gördüğün zaman, “Memedim Memedim, kuzu gibi meledim” deseydin ve beni güldürmek için kuzu gibi meleseydin…

Vedat abim, oyun telaşesinden üzerine kaçırdığı zaman, o küçücük çocuğu kocaman bir adam yapan anlayışınla onun üzülmesini, mahcup olmasını önlemek için “üzerine sirke dökmüş” diyerek hoşgörünü gösterseydin yine…

Dünün o sevgi ve hoşgörü dolu dünyasından bugün geriye çok şey kalmadı ve bunda bizim de payımız vardır kuşkusuz; el birliğiyle, birlikte yok ettik…

Keşke yok ettiğimiz bağnazlıklar olabilseydi, yoksulluklar olabilseydi sadece… sevgileri yok etmeseydik, paylaşabilseydik…

TAHİR SAKMAN








03 Şubat, 2022

ŞİVLİLİKTE ŞIRLAN YAĞI SÜRMEK

 


 

Bugün şivlilik… 

şivli şivli şişirmiş
erken olan bişirmiş
iki çörek bir börek
bize şivlilik gerek
şivlilik şivlilik

Bu nakaratı söylemiyor artık çocuklar… 

Eğer kapıdaki güvenliği atlatıp içeri girebilmişlerse, biraz korkarak ellerindeki poşetleri gösteriyorlar; çünkü onların bir şivlilik torbaları bile yok… Şivliliği uzattığınız zaman çekinerek alıyorlar…

Bu hâle siz getirdiniz…

Anneler şırlan (şırlağan) yağından “bişi bişirmiyor”, şırlan yağını unutan babalar, namaz geçtikten sonra başlarına sürmüyor…

19 Ekim 19999 Yeni Gazete’deki “Sessizce” isimli köşede yazmışım: Gazeteci arkadaşlar; Yalçın Dikilitaş abimizle ve Ayşe Bağrıaçık ile birlikte belediye başkanlarını ziyaret edip, onlardan şivlilik istemiş ve şaşırtmıştık… Bu bir ilkti; çünkü mahalle aralarından çıkarmayı amaçlamıştık...

Belediye başkanlarına köklü bir Konya geleneğinin yeni kuşaklarca kabulü ve gelecek kuşaklara sağlıklı bir biçimde aktarılması için önerilerimi sunmuş ve belediyelerin öncülüğünde “şivlilik şenlikleri” düzenlenmesini talep etmiştim…

Bu önerimize önce dönemin Karatay Belediye Başkanı olan Sayın Mehmet Şen tarafından yanıt verilmiş sonra özellikle büyükşehir belediyesi ciddi anlamda Kültür Park’ta çocuklar için ve çocuk kalanlar için şenlikler düzenlemişti. 

Bu sene hava soğuk ve karlı olunca kapalı alanlarda yapılıyor ama işin tadı açık havada… Dünyanın bir başka bölgesinde olmayan bu etkinlik, şehrimize has ve tarihini bilemesek de yüz yıllardır yapıldığını varsaymak yanlış olmayacaktır.

13 Ekim 1999 tarihli Yeni Gazete’nin Cönk sayfasında şivliliği genel hatlarıyla anlatmaya çalışmışım…

Şivliliği artık neredeyse tüm ülke biliyor… ama şu şırlan yağını başa sürme meselesi önemli bilmeyenler için anlatmalıyım:

Evin hanımı eşine, sabah giderken tembih eder “şırlan yağını unutma” diye… ertesi günü kandildir, şehirde üç ayların başlangıcı “namaz” diye de tabir edilir ve mutlaka büyükler ziyaret edilir, ellerinden öpülürdü. Öyle mesajla vs. olmaz bu iş haberiniz olsun!

Adamın da o gün, unutma günü olsa gerek şırlan yağını unutur… “Yarın alırım” dese de hanımı kızar; çünkü sabah “bişi bişirilecektir” ve kızar, “namaz geçtikten sonra şırlan yağını başına sür…” ve bu deyim yerleşir Konyalının diline; ne zaman iş işten geçtikten sonra bir iş yapılmaya kalkılsa “namaz geçtikten sonra şırlan yağını başına sür” denilir.

Şırlan yağı dedikleri de susam yağıdır şimdi zaten alamazsınız, başınıza hiç süremezsiniz çünkü kilosu 150-250 TL arasında satılıyor.

Konyalı; eğer akşam fenerleri yaktıysanız şimdi şivlilik toplama zamanı, bize gelirseniz çikolata ve kek var… Sizi keklerim!

Gelemezseniz de sıkmayın canınızı Konyalılar; şırlan yağı sürün, sürebilirseniz…

TAHİR SAKMAN



Pişi

26 Şubat 2020 Konya Kültür Park'ta şivlilik kutlamaları.
Foto: T. Sakman



 

 

02 Şubat, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM XI (SÜPÜRGENİN GAVUR TARAFI)

 


 

Bir çocuk için bu hayatta en önemli şeyin oyun olduğunu söylememe gerek var mıdır bilmem ama benim en güzel günlerim; Selimiye (şimdilerde Sahibata olmuş) Mahallesi Çaldıran Sokak’taki oyun oynadığım günlerimdi…

Şimdiki çocuklar, sokaklarda oyun oynayamadan büyüyorlar. Ne gazoz kapağına çamur doldurup oynuyorlar ne billa (bilye)… “Ütülmek” ne, onu da bilmiyorlar. Hayvanların ayak kemiğinden çıkarılan “aşık” kemiği oynamadık ama bizden birkaç önceki nesil hatta bırakın çocukları kocaman kocaman adamlar oynarmış. Birdir bir, uzun eşek, ince minare, yedi kiremit, çelik çomak, saklambaç, ebelemece oyunlarının yerini çeşitli bilgisayar oyunları almış… ağaçlara bile tırmanamıyorlar, bir tek uçurtma kaldı o günlerden, onu da arabası olanların dağ başlarına gidip uçurttuğu ki çocuklardan daha çok babalarının bir nostalji yaşamak adına gittikleri…

Biz çocuklar, oyunlarımızda kimseyi öldürmezdik; oyunlarımız bile doğaldı, yaşam üzerineydi … şimdi çocuklar sanal ortamda, online oyunlarda vurdulu kırdılı oyunların içinde büyüyorlar!

Ne hayal güçlerini çalıştırabiliyorlar ne bedenlerini… Hamburger ve patates, oyunların yanına garnitür… Oysa bizim ekmek üzerine sürülmüş kekikli, hafif acılı kırmızı biberli veya tuzlu yoğurtlarımız vardı….  Kavurmalar çömlekten kazılır ekmek arası yapılırdı. Tandır ekmeğinin üzerine sürülmüş sade yağını da eklemeliyim.

Acıktığımız zaman ki çoğu zaman oyunun keyfinden ertelerdik ama annelerimiz ellerine ekmeklerle çıkar gelirdi. Hemen oyuna ara verip hep birlikte paylaşır yerdik.

Evdeki bayat ekmekleri fırına götürüp kızarttırırdım. Ne çok severdim o ekmekleri. Kış günleri sobanın üzerindekileri de unutmamak lazım öyle şimdiki gibi ekmek kızartma makineleri yoktu… Patateslerimiz kuzineden…

O yıllarda hiçbir şeyin genetiği oynanmamıştı, her şey doğaldı hatta Amerikan yardımı süttozları bile yoktu henüz. Çok sonraları okullarda süttozları kaynatılıp yanında bir çörekle verilirdi, ben o yıllarda Hakimiyeti Milliye İlkokulu’ndaydım.

Gerek var mıydı Amerikan süttozuna? Anadolu gibi bereketli/bakir bir coğrafyanın içinde yaşarken, Amerika’nın Vietnam artıklarını bizim çocuklara yedirmek neyin nesiydi?  Bizim evlerimizde sarıkızların doğal sütü vardı… Ya peynirleri? Annem peynirleri, içi sırlı toprak çömleklerin içine tuzlu suyla doldururdu. Bazen evde kendim süt alıp yapıyorum ama o lezzeti yakalamak ne mümkün? Süt makinesinde süt çekilirken ekmeğimi tutardım, kaymak akan tarafına…O lezzetler de tarih oldu artık.

Tabii komşularımızın büyük çoğunluğunun Roman olması nedeniyle olsa gerek en çok da assolistçilik oynardık… İstanbul süpürgesi… şimdiki nesil İstanbul süpürgesini de bilmez; eskiden iki çeşit süpürge vardı elektrikli süpürgelerden önce hatta gırgır bile yoktu… Gırgır’ı da bilmiyorsanız annenize sorun, onu da o anlatsın!

Çalı süpürgesi vardı ki onlar daha çok evlerin hayadını veya kaba çöpleri süpürmekte kullanılırdı ki bu, çalılardan evde yapılırdı. İstanbul süpürgesi ise çarşıdan satın alınırdı ve ev içi temizlikte kullanılırdı. Üzerine biraz su serpilir öyle süpürülürdü ki toz kalkmasın… İstanbul süpürgesi denmesinin nedeni çarşıdan satın alınması olmalı. Funda bitkisi veya süpürge otu da denilen bitki birtakım işlemlerden geçirildikten sonra birleştirilmesi ve şekil verilmesiyle elde edilmektedir.

Bu süpürgenin bir de gavur tarafı vardır ki… annelerin terliği gibi çok meşhurdur ve tadını yiyenler bilir… Çok şükür; biz ikisinin de tadını çok iyi bilen bir nesildeniz!

Bu süpürgenin işlevi saymakla bitmez; bize saz görevi de görürdü… birimiz süpürge çalarken bir diğerimiz ibrik çalardı veya evden aşırabilirsek eğer gerçek bir darbuka… evdeki darbukalar, o yıllarda ucuz olsun diye gövdesi toprak olanlardan alınırdı. Bu darbukalar tabii ki profesyonel kullanımlar için değildi daha çok hanımların kendi aralarındaki eğlenceler içindi. Orkestrayı elimdeki ütü kordonundan yaptığım mikrofonla bendeniz tamamlardı. Ben hep assolisttim… 

Ne çok eğlenirdik… aramızda göbek atmaya çalışanların da olduğunu söylememe gerek var mı?

Şimdi düşünüyorum da Muhacir Pazarı yıllarımda ne çok anı biriktirmişim ne kadar çok renkli bir çocukluk yaşamışım. O renkli günler, çocukluğumun hayal meyal sisli günleri arasında sanki yeniden çıkıverip, gelecekmiş gibi duruyor. 

Sanki bir el, beni, bu gittikçe yabancılaşan bu şehirden çekip alıp o günlere, Muhacir Pazarı’ndaki çocukluğuma geri götürüverecek gibi duruyor…

Biliyorum; o el asla gelmeyecek ama gelen bir şey var ki…

Geçen gün gittim; Çaldıran Sokak artık benim oynadığım sokak değildi ne köşedeki tarihi konak kalmış ne herkesin su doldurduğu çeşme… Bu haliyle fotoğrafını çekmek istemedim; istedim ki anılarımın Çaldıran Sokağı olarak kalsın, bu benim sokağım değildi…

Çocukluğumdan arta kalan sesler sadece anılarımın en gizli yerini süslüyormuş meğer… sesimizin asıldığı hiçbir şey kalmamış… geriye; “iyi ki o çocuk zamanlarını yaşamışız” demek kalıyor, eski bir şarkının süpürge hayallerinde…

TAHİR SAKMAN




 

 

 

31 Ocak, 2022

ÇOCUKLAR

 








onlara uymayın çocuklar
gökyüzüne uyun özgür olun 
yağmur olun mesela
yağdınız mı herkese yağın

onlara uymayın çocuklar
anlamazlar denizleri mesela
yaşları hiç müsait olmadı
gezmediler zirvesini bir dağın

onlara uymayın çocuklar
kuşların kanadında koşun 
yaşatın ve özleminde olun
atatürk dolu o muhteşem çağın

uymayın/uyumayın çocuklar
kinden kavgadan uzak durun
bilime barışa sevgiye uyun
insanlık olsun tek bağın

bakmayın kusurlarına bağışlayın
toprak gibi cömert olun
ışığınız yarınlarda parlasın
ülkemden yıldızlara değin

rüzgâr gibi sevgiyle
yaşamın yanağını okşayın
her an yeni yepyeni
aydınlıklara doğun

/uymayın onlara uymayın
çocukluk sizde kalsın/

TAHİR SAKMAN

28 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅹ (DEV AYNASI SÜLALESİ)

 


 

Muhacir Pazarı’nda, Selimiye Mahallesi Çaldıran Sokak’ta oturduğumuz yıllar, aile olduğumuz en iyi yıllar gibi geliyor şimdi bana. Henüz kopukluklar başlamamıştı, tüm aile bir araya toplanabiliyorduk, savrulduğumuz yıllar çok sonraları gelecekti…

Özellikle yaz tatillerinde ev dolar taşardı. Abilerimin yanı sıra halam da gelirdi ki halamı da çok severdim. Gülizar halam çok alımlı bir kadındı, Tatar ırkının tüm güzelliklerini üzerinde taşırdı. Zarifti, çok kibardı… 

Muhacir Pazarı’ndaki tüm Tatar dostları, o gelince ki aralarında akrabaları da vardı çok kutlu olurlar sürekli ziyaretine gelirlerdi. Hali vakti yerinde olmayanlara da halam çok yardım ederdi. 

Rahmetli dedem Hakkı Efendi, o dönemlerde, normal kabul edilen dönemlerde ikinci evliliğini Şamine (Şamile’nin galat şekli) ninemizle yapmış. Halam ondan doğma, babamla anneleri ayrı, baba bir kardeşler. Evde kimse yokken babam halama “apla” derdi eğer yabancı varsa bu sefer işler tersine döner, halam babama “abi” demeye başlardı.

Dedem, bulgur pilavını çok severmiş ve Şamine ninemize tembih edermiş; pilavın suyunu dökünce “casss” sesi komşudan duyulmalıymış!

Şemdi bu “casss” çok önemli, bulguru iyi kavurmazsanız o sesi asla duyamazsınız. Dedem, Şamine Hanım’ı boşamaya kalkmış; casss sesi yüzünden, enteresan… Şimdi bizim evde ne zaman pilav pişse, anımsar anlatmaya kalkarım hatta evde çocuklar varsa benden önce onlar anlatırlar, tüm aile ezberledik! Tabii bu durumdan eşimin çok memnun olduğunu da söyleyemem!

Şamine ninemizin son yıllarına şahit oldum, elinden sigara hiç düşmezdi, bir de öksürüğü kesilmezdi… 


Anne tarafından ailesinin Kafkaslardan göç edip geldiklerini anlatırdı halam. Konya’da bir dönem yaygın olarak kullanılan at arabalarını da anne tarafındaki büyük dedelerinin Konya’ya getirdiğini anlatırdı.  Bu arabaların bir adı da şehirde zaten Tatar arabasıydı. Uzun süre şehirde ulaşım ve yük aracı olarak kullanılmıştı. Faytonlar daha lükstü ama at arabaları veya Tatar arabaları halk tipiydi, ucuzdu. Yeni yapıldığı zaman tekerleklerin “çengir çengir” sesini dinlemek için peşine takılırdık tüm çocuklar…

Babam bir türkü okurdu, o günlerin hatırasına yakılan bir türküdür belki de… Türküdeki Şirvan, bugün Azerbaycan sınırları içerisinde kalan bir şehirdir.

Kebabı ince doğra
        Geçerken bize uğra
        Benden başka yâr seversen
        Bilinmez derde uğra
               (Aman aman) meneler
               Şirvanlı meneler
               Küp dibine oturmuş
               İnce elekten un eler

Halam, o yıllarda spor toto oynardı hiç aksatmazdı ve yaş hanesi yıllar yılı 45’i hiç geçmedi… Konya’ya geldiği zaman olay olurdu. Dekolte elbiseleri, rahat tavırları, makyajı, güzelliği ve zarafeti ile konuşulurdu. Gazeteci Ese tembih edilir, bizim eve halam gidene kadar günde iki gazete (Hürriyet, Milliyet) getirirdi, her sabah… Halam notlarını eski Türkçe ile alırdı ve yazısı çok güzeldi.

Dekolte kıyafetler yüzünden babam ta gençliğinde halama çok kızdığını söylerdi hatta bir gün çeşmeye çorapsız gitti diye çok sinirlendiğini de anlatırdı.

Halam ilk evliliğini İzmir eşrafından aslen Girit’ten İzmir’e göçen bir aileden, banka müfettişi olan Vedat Bey’le yapar…

Girit’in Yunanistan’a bırakılmasından sonra oradaki Türk ailelerin çoğu İzmir’e göç etmiş. Vedat Bey’in annesi tek kelime Türkçe bilmiyormuş, Rumca konuşuyormuş ama öz be öz Türk bir ailedir. Kültürlerin, ırkların, dillerin bu kadar iç içe olduğu başka bir coğrafya var mıdır bilmiyorum… Karşılıklı çekilen acıların dili de ortaktır….

Karaman’dan Yunanistan’a göç eden Ortodoks Hıristiyan Türklerin, Sille’den Selanik’e mübadelede giden ve tek kelime Rumca bilmeyen Rumların dramlarını da unutmamak gerek… O insanların hâlâ bu topraklardaki kültürlerini unutmadıklarını, bir Türk gibi kına geceleri yaptıklarını, Konyalı türküsü okuduklarını Youtebe’ye yükledikleri videolardan görünce şaşırıyoruz. Hasretin dili yoktur…

Vedat Bey, çok düzenli, şık, kibar bir beyefendidir. İş icabı her gittiği yeri fotoğraflamış, üşenmemiş bir de arkalarına daktilo ile tarihlerini, açıklamalarını yazmıştır kırmızı şeritle. Bu arşivin büyük bölümü bende, saklıyorum. Hatırasına hürmeten ismi daha sonra Abim Vedat Sakman'a verilmiş.

Ben Vedat Bey’i hatırlamam, ama halamın ikinci eşi Albay Raşit Bey’i çok iyi hatırlarım. Raşit eniştemiz önceleri süvariymiş ve Sarıkamış’ta ciğerlerini üşütünce iç hizmete vermişler, Karşıyaka askerlik şube başkanıydı. Çok disiplinli, düzenli bir adamdı ama iş halama gelince sökmezdi tabii… Halam belki de bu ülkenin ilk feministlerindendir…

Bize geldikleri zamanlar misafir odası onlara açılır böylece ben de girme şansına sahip olurdum o gizemli odaya…. Yerde 12 metrekare yekpare, cehri boyalı Sille halısı ayrıca duvarlarda da duvar halıları vardı.

Raşit eniştemizin at yarışlarına olan tutkusu yüzünden maaşı ilk günlerde bitince, halam, garnizon komutanına çıkmış ve böylece maaşını halam alırdı. Eniştem “Gül” derdi halama “Gül, bir rakı parası verir misin” derdi… Babamla gazinoya giderler hasta olur gelirdi meğerse çok güzel kazaska oynarmış ve sonra hastalanır üç gün evde yatardı. Kronik rahatsızlığı peşini bırakmamıştı.

Halam beni çok severdi. Ona evin tahtaboşunda konserler verirdim elimde ütü kordonuyla. “Dev aynası” sülalesi derdi, bizim aile lakabımız buymuş; dev aynası sülalesi… Halam iki türlü anlatırdı bunu; boylarımız çok uzunmuş ve kendimizi Kaf Dağı’nda görürmüşüz… Gururluymuşuz… Halam haklı olabilirdi ama bizler asla kibirli olmadık; elbette genlerimizden gelen bir sanatçı duruşumuz var ama bunu asla kibir meselesi yapmadık… Sadece onurla dik durduk!

Enteresan bir kadındı halam, eşinin yedek sigarasını çantasında taşır daha bitmeden açıp verirdi. İlerlemiş yaşına rağmen mutlaka makyaj yapar kremlere bürürdü kendini. Oysa halamın ruhu zaten o kadar naif o kadar yumuşaktı ki dünyanın tüm kremlerini sürseniz o kadar yumuşak olamazdı. Kıyafetini inciler, elmas yüzüklerle. küpelerle tamamlardı.

Halam çöpçatanlık yapmayı da çok severdi, birçok insanın evlenmesine vesile olmuştur. Kız kardeşimi isteyecekleri zaman babamdan çekinirler önce halama giderler, keza bendenizin de evliliğine halam büyük ölçüde etken olmuştur. Yuva kurmak onun işiydi ama… kendi yuvasında aradığı mutluluğu bulabildi mi acaba? Sürekli gülen yüzünün arkasında ne dramlar yaşamıştı… Konya’da küçük bir dairede yaşarken bile asla yüzünü ekşitmedi, hayatın getirdiğini sevgiyle kabul etti…

Önce Şamine ninemizi kaybettik sonra Raşit eniştemizi… halam tek başına İzmir’de yapamadı, Karşıyaka’daki evi kapatıp Konya’ya yerleşti. Uzun yıllar yaşadı, babamdan sonra yüz yaşını aşkındı kaybettiğimizde. Hepsi ışıklar içinde olsunlar…

Karşıyaka’daki evine gittiğimizde sanki bir zaman tünelinden geçer gibi olmuştuk… Çift renkli İtalyan erkek ayakkabıları kalıplarıyla, halamın tüylü şapkaları kutuların içinde tertemiz duruyordu. Elbiselerinin hepsi jelatinlerin içinde ütülü sanki halam yeniden gelip giyecekmiş gibi onu bekliyordu.

Halamın bana sözü vardı; avize alacaktı ama ömrü yetmedi. İzmir’deki evinden, sözü yerine gelsin diye dökme pirinç ve mermerden yapılma avizelerini getirdim. Şimdi onlar ışık verdikçe, halamın ruhu daha bir aydınlanıyor, eminim…

Yaşam ışıklarını bir şekilde geleceğe gömüyor ve sürekli tazeleniyor bizse anıları tazelerken Karacaoğlan’ın deyimiyle hiç de yaşamamışa dönenlere sevgilerimizi hatırlıyoruz…

Yaşam, yaşadığınız zaman güzeldir; ne mutlu o insanlara ki yaşadılar, zor zamanlarda yaşamı, mutluluğun resmini çizerek yaşadılar.

Ve onlardan geriye kalan birkaç soluk resmin arkasındaki yazılardan ibaret şimdi… Işık sadece bugünü aydınlatmıyor; dünün ışıkları yarınlara yol veriyor… Bizler, bugünü yaşarken, yarınlarda yaşayacak olanlara da ışığımızın ulaşacağını bilmenin mutluluğuyla müsterihiz…

Ve her şey ışığa dönüşecek bir gün…

 

TAHİR SAKMAN











 

 

27 Ocak, 2022

KUŞ ZAMANI

 


 

Onun için zorunlu bir hapislikti belki ama iyiliği için gerekliydi… sabaha gün düşünce firakın acısı çöktü içine… gökyüzü onu bekliyordu, bir de özgürlükler… yaşamın ne anlamı olabilirdi ki uçamadıktan sonra umuda?

Karnını doyurdu. Pencereyi açtım, kenarına kondu, önce sağa sonra sola baktı… en son arkasına baktı; sanki elveda der gibi, sanki teşekkür ederim der gibi… pırrr… uçtu.. Artık gökyüzü onundu… 

Ah kuş… beni de götürebilseydin gittiğin yere…

Şimdi her şey kuş zamanı…

 KUŞ ZAMANIDIR HER ŞEY


şimdi kuş zamanı
vurur gün yüzüne ayrıkların
sonra eski bir hasretin dumanı
yalnızlıkların
 
şimdi kuş gibi uçmak zamanı
mutluluk hayalinde
bir ses aramak
uzak diyarların
 
şimdi kuş uykularında zamanın
bu dökülen hangi mevsim
salkım saçak bir hikâye
buz tutmuş yüreklerin
 
şimdi kuşlar gibi ürkek
ve tek başına hayatın
olmadığın yerde aramaktır
çoktan kırık kalplerin
 
şimdi kuşların gökyüzü vaktidir
uçmak gerek umuda
sevginin olduğu yerde
seni bekler cennetin
 
bir kuş bir can
bir can bir sevgi
bir sevgi bir yaşam
özetidir her şeyin
 
TAHİR SAKMAN



25 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅸ (BEŞİĞİN ARDI GURBET)

 


 

Hayat mücadelesi dediğimiz; aslında kendi hayatlarımızı sürdürmek için kendimizi yeni cenderelerin içine sokmamız değilse nedir?

Milletler, aileler, kişiler bir şekilde oradan oraya savrulurken içimizde bir yerlerde bir ışık sürekli yanıyor -ki ötesi yanmak zorunda- değilse insan dediğimiz varlık yaşantısını nasıl sürdürebilir ki?

Hepimiz bir yerlere gönüllü sürgünler gibi savruluyoruz…

Abim Vedat Sakman’ın hiç ummadığımız bir zamanda evlilik haberi geldi, sürpriz bir evlilikti… Oysa henüz öğrenciydi; İzmir Ticaret Lisesi son sınıfında öğrenciydi…

Bir yaz tatilinde, elinde mukavva vardı üzerine çeşitli harfler yazılmıştı ve rakamlar… meğerse abim on parmak daktilo çalışmasını onunla yapıyormuş. O dönemlerde öyle daktilo çok yaygın değildi, bu nedenle ticaret lisesi öğrencileri on parmak daktilo için bu şekilde klavye yaparak çalışıyorlarmış.

Babam önce on parmakla daktilo yazılacağına inanmamış… (Oysa babam gibi bir adamın bunu bilmesi gerekirdi, çok enteresan!) Babam, “inanmadım gittim adliyeye” derdi, başkatip tanıdığına sormuş meğer ve öyle ikna olmuş, değilse abimin onunla dalga geçtiğini sanmış…

Şimdi her evde artık bilgisayar var, daktilo bile tarih oldu. (Bununla birlikte de F klavyeler unutulmaya yüz tuttu. Türkçe için en uygun ve kolay kullanımlı olmasına rağmen bilgisayar dünyasının dayatmasıyla Q klavyeler yaygınlaştı. “Kendi dilimize sahip çıkalım” denildikçe inatla… yasa bile çıkarıldı F klavyelerin kullanımıyla ilgili ama… Bana kalsa, çözüm aslında çok basit; hemen yarın yasaklarım Q klavyeyi ve ülkeye girişine/satışına izin vermem.)

Abim ani bir kararla, yıldırım aşk… evlenince sorumluluklarının artması üzerine genç yaşta, profesyonel müzik hayatına atılır. O artık müzisyendir. Okul artık ikinci plandadır. Seher yengem öğretmendi, bir konser esnasında tanışırlar ve sonrası mutlulukla geçen yıllar… mutluluk sonsuza kadar sürmezdi…

Önce bateri çalar… bir gün TRT’de çalarlar. Bordroyu imzalarken bir yazı dikkatini çeker; üç müzisyen, bir davulcu… Bu yazı üzerine bateristi müzisyenden saymadıklarını düşünerek önce gitar sonra solist olarak çalışmaya başlar ki o dönemlerde Hafif Batı Müziğinin ortalığı kasıp kavurduğu yıllar, abim kadife gibi bir sesler sahnelerdeki müstesna yerini almaya başlar.

Artık Konya’ya gelmesi zorlaşmıştır, bizim de onu görmemiz. Zaman zaman ben giderdim İzmir’e ve çalıştığı gazinolara birlikte giderdik. İzmir Kordon’daki gazinolarda çalışıyordu ve henüz o yıllarda besteleri yoktu…

Sonra Grup Doğuş yılları… İzmir’de doğan ve müzikleriyle kendilerini kabul ettiren bu grup -ki o yıllarda müzik grupları ön plandaydı- ses getirmeye başlamışlardı ve İstanbul onları çağırıyordu…

Abim, yıllar yılı tek başına mücadele etti, sanatından ve inandığı evrensel değerlerden asla ödün vermedi; müziğin aydınlık kulvarında, portelere yazdığı notalara yaşantısını aktarırken, bir müzisyenin nasıl olması gerektiğinin de canlı bir örneğiydi.

Babam bile o yıllarında abimin çok yanında olamadı… Bir kopukluk oluştu sanki, nedenini bugün bile çözemiyorum… O, kimseden de bir beklenti içine girmedi. Belki de bunu “yalnızlığım” isimli şarkısıyla afişe etmişti…

Eurovizyona katıldı, kasetler, albümler… abimin bütün şarkıları aslında tek bir şey anlatır, yaşamın vazgeçilmezliği ve renklerin kardeşliği… onun sesi, ilerleyen yaşına rağmen her zaman yaşamın bir türküsü gibi yankılanmaya devam ediyor.

Bazen seherde bir yaprağın üzerindeki çiy tanesidir, bazen hüznün doruklarında ama “illa” sevgiyle, “illa” insanla, doğayla, tüm canlılarla yürümenin hazzıdır.

Ailemizin sesini, babaannemden gelen sanat geleneğimizi geleceğe taşıyan abim, ailemizin ve şehrimizin her zaman gurur kaynağı olmuştur.

Her ne kadar bu şehir tıpkı diğer Konyalı sanatçılara davrandığı gibi… aslında şehir değildi tabii ki, şehrin hiç suçu yoktu, üzerimize giydirmeye çalıştıkları ve bunda da kısmen başarılı oldukları; bize birkaç beden dar gelen, hiç uymayan, yakışmayan ve asla giymeyeceğimiz bir elbiseyi zorla giydirmeye çalışmalarıydı bizleri üzen…

Pek çok Konyalı, hemşehrisi olduğunu bilmeden dinledi uzun yıllar… Sonra Konya’da peş peşe konserler verdi ve şimdi Konyalı onun müziğini dinlerken, müziğinin köklerinde yatan Akbaş Mahallesi’ni, Altın Çeşme İlkokulu’nu, Karma Ortaokulu’nu, Kayalı Park’ı, Eski Garaj’ı anımsıyor.

2019 yılında Deniz Durukan yazdı: “Usulca Vedat Sakman Müzisyen” ismiyle hep kitap’tan yayımlanan eserde, abimin zorlu yaşantısı bu sefer notaların dışında harflere dönüştü…

Kitap aslında Vedat Sakman’ı değil, Konya’yı, Türkiye’yi anlatıyordu. Kişisel bir tarihten, bir insanın yaşantısından yola çıkarak ülkenin pek çok gerçeğine dikkat çekiliyordu.

Çocuk Vedat Sakman’ın, babaannem Vesile Sakman’ın Akbaş Mahallesi’ndeki yaşantısına ilişkin fotoğraflar zaten durumu özetlemektedir. O yılların yoksul Konya’sında yaşam oldukça zorludur.  Abim için ise daha da zor…

Konya’ya ne zaman gelse, ilk gittiğimiz yerdir Akbaş Mahallesi… gözleri; oyunlar oynadığı, düşüp çamuruna belendiği sokakları arar… heyhat, o adresler artık burada değil; nereye taşındığını da kimse bilmiyor abicim…

Belleklerimizin bizi götürdüğü yerde, hüzünden sararmış fotoğraflardan taşan bir esrik şarkı gibi dökülüverir belki bir gün, kim bilir?

Her şey, babaannemin, babamın gurbet gezmesinden dolayı söylediği sözler gibiydi; “beşiğin ardı gurbet…”

Ve abim unutmadı; yıllar sonra “Ateş Oldum” isimli bestesinde “beşik ardı gurbet oldu” derken aslında o da biliyordu, ki gurbeti en iyi o yaşamıştı; hem de bütün çıplaklığıyla…

Beşiğin ardı hâlâ gurbet abicim, kendi yurdunda bile…

TAHİR SAKMAN




 


 








 















24 Ocak, 2022

ÇİÇEK AÇTI UĞURLAR



“uğurlar olsun”
ışıklara ısmarladık umudu
yarından bir önce
kanatlarımda türküler
okunacak özgürce
“uğurlar olsun”
vazgeçmedik bilesin
izindeyiz atam diye
çiçek açtık binlerce
yürüyoruz sevgiye
“uğurlar olsun”
milyonlar sen şimdi
TAHİR SAKMAN

23 Ocak, 2022

DÜŞ

 


 

-her şey beyaz olsaydı-
 
bir şehir düşlüyorum
bir ülke bir dünya
bir de çocuktan insanlar
pamuk şekerinden evler
 
içleri ekmek dolu
bir de sıcak giysiler
herkes alabilsin diye
kilitsiz tüm kapılar
 
bulut gibi özgür kar gibi temiz
yaşam gibi saf
çiçekler açıyor barıştan
düşünceler sevgiden
 
/kuşlar geçiyor içimden/
 
bir can bir cana kıymıyor
yakmıyor burada ateş
bir evren düşlüyorum
tüm renkler kardeş
 
TAHİR SAKMAN
 

20 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅷ (APRAŞ GİDİ)

 



Muhacir Pazarı’ndaki anılarımın hepsi mutlulukla dolu değildi tabii… hayatın iniş çıkışlarında yaşanılan olumsuzluklar da çocuk dünyamdaki anıların arasındaki yerini alırken, çoğu kez onları hatırlamamayı yeğlesem de bu onların yaşanmadığı anlamına gelmiyor…

Ailevi huzursuzluklar da eksik olmuyordu. Annemin kıskançlığı ve babamın da gazinolarda, gece hayatının içinde olmasıydı bu durumu doğuran…

Babamın çok yakın bir arkadaşı vardı; Haydar amca…

Uzun bir pardösü ve palto karışımının üzerine giydiği fötr şapka veya Konyalı lisanıyla “tengerlek” şapkayı, elinden hiç düşürmediği kehribar ağızlık tamamlardı. Yeleğinden sarkan köstekleri de söylememe gerek var mı?

Ayağındaki mest lastiği yaz kış giyerdi, “abdest alması kolay olur” derdi ve her halükârda taktığı kravatı ile çocukluğumun en renkli kişileri arasındaki yeri her zaman baştaydı. Çok severdim…

Gece gündüz neredeyse beraberlerdi, içtikleri ayrı gitmezdi. Haydar amca, zamanında İnlice Köyü’nün muhtarıymış ve çok zengin bir adammış ama ne olduysa ne para kalmış ne tarla… bölgenin ağası durumundayken Konya’da bir kira evinde hayatını idame ettirmeye çalışıyordu.

Babam iki tane eski tütün alır birini Haydar amcaya verirdi. Öğlenleri tabii ki etli ekmek… Camiye de beraber giderlerdi… Şimdi bize garip geliyor ya, önce namaz kılarlar sonra akşam gazinoda gelsin susuz rakılar…

Haydar amca, gümüş savatlı Van işi, Ermeni ustalardan kalan bir tabakaya tütünü özenle doldurduktan sonra ağzını kapatır, yan taraflarına iki tane şaplak atardı. Sonra açar özenle sigara sarardı. Öyle sigara saran kaldı mı bilmiyorum. Ağızlığa gelecek kısmı ince, uç tarafına doğru ise gittikçe kalınlaşarak konik bir şekil verirdi.

Babamla, Haydar amcanın sigara sararken nasıl özendiklerini görenler sanki bir sanat eseri yaratıyormuş hissine kapılabilirdi… “Keyif” dedikleri bu olmalıydı. Sonrası duman, duman… geçmiş günlerin ihtişamından kalma sisine karışırdı; kehribar ağızlıktan sızan dumanlar…

Bazen de eline bir ağaç parçası alır, günlerce onunla uğraşırdı; ısıttığı bir tel ile onu oyar ağızlık yapardı. Hatta kör bir bıçakla ağızlığın üzerine desenler yapardı. Marifet ve hayal gücünün karışımı ortaya bir sanat eseri çıkmazdı ama mutlu olurdu. Öyle ki mutluluğuna bakıp benim bile o yaşta yapasım gelirdi…

Haydar amca, eskilerden anlatmayı da çok severdi, babam da dinler ara sıra takılırdı. Benim en sevdiğim, yaşanmış hikâyelerden bir tanesi de bir eşkıyanın sonuyla ilgiliydi.

Babamın, o küçücük, merdiven altı dükkânının bir köşesindeki sandalyenin, altına aldığı bir ayağının üzerine oturup anlatmaya başlardı. Bense ağzım açık dinlerdim…

Yıllar sonra bu eşkıyanın hikâyesini şiirleştirmek de bana düşmüştü.

“Poyrazoğlu” ismini verdiğim bu uzun şiiri “Hasret Sevgiden Öte” isimli şiir kitabımda yayınladım.

/dağların başında erirken karlar
yüreklere doğru aktı sevdalar
yaprak yaprak çiçek çiçek
geliyordu acı bahar/

Bu dizelerle başlayan şiirde; İnlice, Yanekin, Çalmanda gibi bölgedeki tüm köyleri kasıp kavuran bir eşkıyanın hikâyesini anlatmıştım. Hani duyardık ya Çukurova’da veya Güneydoğu’daki eşkıyaların hikâyelerini… “Konya’da niye yok” diye hayıflanırdım. Sonunda bizim de bir eşkıya hikâyemiz olmuştu…

 

/bastığı yerde yedi yıl ot bitmez
içtiği pınar kurur
esti mi eser
kesti mi keser
poyrazoğlu bu vurur
bu gün gilisıra’da yarın kızılören’de
doğanbey’de/

“Kara Haydar” isimli bu eşkıya, karlı bir kış gününde İnlice’yi basar ve köy halkından hane başı biner mecidiye ister… Oysa halkta, o kadar para ne gezer?

Ahır sekisinde eşkıyaları önce boğma rakıyla sarhoş ederler sonra şafakta sızdıkları bir anda çevre köylerin tüm mavzerlerini üzerlerine boşaltırlar… Sessizce gömerler, olay unutulur gider…


/dededen toruna bir masal
poyraz estiği geceler
köylü tedirgin eller tetikte
ala gözden bir damla yaş kayar
bir bebe ağlar babasız beşikte/

Haydar amcanın muzır işleri de çoktur; babamın da payı az değildir hani bu işlerde… eskiden koca koca adamların sokakta aşık oynadığını duymuşunuzdur ya, onun gibi bir şey işte… şakaları da ağırdır….

Haydar amcanın eski Türkçe yazısı da çok iyidir, medrese tahsili görmüştür. Adamını bulursa muska yazdığını da görmüştüm ama kendisi de gülerdi bu işlere… Birinin gözünden şikâyeti varmış, adama, cuma günleri köpeklerin dışkısının beyaz olduğunu ve bunu cam parçalarıyla incecik dövüp gözüne sürmesini salık verirler… Sonuç felakettir, adam az daha gözünü kaybediyormuş…

Dedeler Hanı’nda esnafın birisinin aykırı bir sıkıntısı varmış… Bir başka esnafa âşık olmuş… Adamı, kış kıyamet günü Korkuteli’nde nefesi kuvvetli (sözde) bir hoca var diye eline uyduruk bir adres verir Haydar amca… 

Adam hususi taksi tutmuş, bir dünya para gitmiş ama ne öyle bir adres var ne öyle bir hoca…

Haydar amca, anneme babamın gazinodaki hayatından bahsetmiş galiba biraz… kesin abartmıştır! Annem bunu duyar da durur mu? Tevkifiye Caddesi bizim dükkânın önüne toplanmış…

“Gidi” derdi, “öyle uzatmayacaksın söylerken şeddeli değil sadece kısaca gidi…” Babam da inadına i’leri uzatarak söyler, gülerlerdi… Şehrin bu meşhur sözünü de artık söyleyen kimse kalmadı. Bir de “apraş gidi” derlerdi, o ne demekse? “Apraş gidi?” Abraş’ın galatı mı veya apaş’ın?

İşletecek adamı bulmasınlar bir kere… çocuklar gibi şakalar yapar, eğlenirlerdi, mutluydular…

Babam manda almıştı… enteresan bir hayvan bu mandalar; o iri cüssesine rağmen oldukça hisli hayvanlardır; en küçük bir şeyden alınır, küser, günlerce su içmez, yem yemezdi. Bir gün ev gürültüyle sarsılır, deprem sandık önce. Bizim manda devrilmiş yatıyor, meğerse satan adam, hasta olduğunu bile bile satmış babama... Çok üzülmüştük ama… Yem fabrikasına satılmıştı sonra…

Bir de ineklerin alnında, üzerine eski Türkçe bir şeyler yazdıkları yumurtayı kırarlardı, “nazarı kırarmış…”

O günlerden bir de aklımda kalan alamadığım velespit var. Eskicinin arabasının üzerinde tam benim binebileceğim büyüklükteydi. Annemi çağırdım, eskici çok para istemiş, tabii almadı annem, çok üzülmüştüm. O bisiklet hâlâ gözümün önünde durur…

Tabii bisikletin Konyalılar için ayrı bir anlamı vardı. Her evin vazgeçilmeziydi; şehrin düz bir ova üzerine kurulması ve tek yokuşun Larende yokuşu olması bu sonucu doğurmuştu. Binek hayvanları bireysel binit aracı olmaktan çıkarken bisiklet imdada yetişmişti, konforlu bir ulaşım aracıydı artık.

Ama bizler sessiz çocuklardık öyle şimdiki çocuklar gibi ortalığı velveleye vermezdik veya veremezdik, terlik olayı malum, ayrıca beş kardeş mevzuu…

Okula başladığım seneydi… Mümtaz Koru İlkokulu’na gidiyordum, öyle servisle falan değil yürüyerek üstelik tek başıma… Köşedeki bakkalda bir dolma kalem görmüştüm, 3,5 lira…

Ben çocuktum o kadar param yoktu ki? Bakkala söyledim her gün babamın bana verdiği simit paralarını bakkala verdim… bir hafta aç gezdim tabii. Neden söylemedim ki oysa babama söylesem kesin alırdı, defter, kalem, kitap gibi şeyleri hemen alırdı.

Ayakkabı alırken nazlanırdı belki ama iş kitaba gelince hiç esirgemezdi. Kunduracılar içinde ne kadar dükkân varsa gezerdik neredeyse, hepsini de tanırdı. Sıkı pazarlıklar olur hatta yeminler edilir, sonuçta babam kızar almadan dükkâna geri dönerdik fakat babam, dükkânda bana parayı verip gidip almamı söylerdi. Söz konusu kitap olursa dükkânımızın hizasında Hükümet binası tarafındaki Kitapçı Şahap’a giderdik ve hiç pazarlık etmeden alırdık da bu sefer ben şaşardım…

Çok sonraları, bu dolmakalem ve bisiklet olayını birleştirerek Yeni Gazete’nin Cönk ekinde 3 Kasım 1999 tarihinde “Velespite Binen Dolmakalem” başlığıyla yayımladığım bir makaleye konu edinmiştim.

İlk öğretmenim Hacer (Aytekin) Hanım’a âşık olmuştum sonra sınıftaki bir kıza… yan komşumuz Roman kızına zaten çoktan âşıktım… Laf aramızda çok güzel bir kızdı ve biz çok iyi arkadaştık, el ele tutuşur, oynardık… Aşk ne mi? Ben ne bilirim daha çocuğum, sormayın bana öyle şeyler…

Okulumuzun öğrencileri Nesrin ve Ayşegül kardeşleri elim bir kaza sonucu yitirmiştik. O gün okulda yas vardı, sonraki günlerde anılarını yaşatmak için ailesi okul bahçesine bir çeşme yaptırmıştı…

Aradan geçen bunca yıla rağmen hâlâ hatırlamak da büyük nimet aslında.  Hatırladıkça ne kadar yaşadığınızın da farkına varıyorsunuz.

Farkına varmak da yeniden yaşamak gibi bir şey oluyor; o günlerin ışığını hâlâ görebilmenin mutluluğunu yeniden yaşıyorum, bazıları acı da olsa…

Zaman hızla geçip gidiyor ve bizler de geçilip, gidiliyoruz, gitmek zorunda olduğumuzun da farkında olarak…

Tıpkı, Poyrazoğlu gibi; bir yalana doğru, dosdoğru:

/çınarların dalında
bir uğultudur kalan
bak hemşerim
poyrazoğlu dediğin
artık bir yalan/

TAHİR SAKMAN

1964-1965 Eğitim Öğretim yılı, Mümtaz Koru İlkokulu 1. sınıf öğrencileri Öğretmen Hacer Aytekin ile... Alt sıradan solda sağa 4. öğrenci Tahir Sakman


Bizden çok sonraki bir dönemde Hacer Öğretmenim.

İlkokulum... Foto: ARIK, Sinan, (19 Ocak 2022), Mümtaz Koru İlkokulu Altmışlı Yıllar Sonu, Facebook.  https://www.facebook.com/groups/1556301481336489/posts/2766817963618162/