YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

20 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅷ (APRAŞ GİDİ)

 



Muhacir Pazarı’ndaki anılarımın hepsi mutlulukla dolu değildi tabii… hayatın iniş çıkışlarında yaşanılan olumsuzluklar da çocuk dünyamdaki anıların arasındaki yerini alırken, çoğu kez onları hatırlamamayı yeğlesem de bu onların yaşanmadığı anlamına gelmiyor…

Ailevi huzursuzluklar da eksik olmuyordu. Annemin kıskançlığı ve babamın da gazinolarda, gece hayatının içinde olmasıydı bu durumu doğuran…

Babamın çok yakın bir arkadaşı vardı; Haydar amca…

Uzun bir pardösü ve palto karışımının üzerine giydiği fötr şapka veya Konyalı lisanıyla “tengerlek” şapkayı, elinden hiç düşürmediği kehribar ağızlık tamamlardı. Yeleğinden sarkan köstekleri de söylememe gerek var mı?

Ayağındaki mest lastiği yaz kış giyerdi, “abdest alması kolay olur” derdi ve her halükârda taktığı kravatı ile çocukluğumun en renkli kişileri arasındaki yeri her zaman baştaydı. Çok severdim…

Gece gündüz neredeyse beraberlerdi, içtikleri ayrı gitmezdi. Haydar amca, zamanında İnlice Köyü’nün muhtarıymış ve çok zengin bir adammış ama ne olduysa ne para kalmış ne tarla… bölgenin ağası durumundayken Konya’da bir kira evinde hayatını idame ettirmeye çalışıyordu.

Babam iki tane eski tütün alır birini Haydar amcaya verirdi. Öğlenleri tabii ki etli ekmek… Camiye de beraber giderlerdi… Şimdi bize garip geliyor ya, önce namaz kılarlar sonra akşam gazinoda gelsin susuz rakılar…

Haydar amca, gümüş savatlı Van işi, Ermeni ustalardan kalan bir tabakaya tütünü özenle doldurduktan sonra ağzını kapatır, yan taraflarına iki tane şaplak atardı. Sonra açar özenle sigara sarardı. Öyle sigara saran kaldı mı bilmiyorum. Ağızlığa gelecek kısmı ince, uç tarafına doğru ise gittikçe kalınlaşarak konik bir şekil verirdi.

Babamla, Haydar amcanın sigara sararken nasıl özendiklerini görenler sanki bir sanat eseri yaratıyormuş hissine kapılabilirdi… “Keyif” dedikleri bu olmalıydı. Sonrası duman, duman… geçmiş günlerin ihtişamından kalma sisine karışırdı; kehribar ağızlıktan sızan dumanlar…

Bazen de eline bir ağaç parçası alır, günlerce onunla uğraşırdı; ısıttığı bir tel ile onu oyar ağızlık yapardı. Hatta kör bir bıçakla ağızlığın üzerine desenler yapardı. Marifet ve hayal gücünün karışımı ortaya bir sanat eseri çıkmazdı ama mutlu olurdu. Öyle ki mutluluğuna bakıp benim bile o yaşta yapasım gelirdi…

Haydar amca, eskilerden anlatmayı da çok severdi, babam da dinler ara sıra takılırdı. Benim en sevdiğim, yaşanmış hikâyelerden bir tanesi de bir eşkıyanın sonuyla ilgiliydi.

Babamın, o küçücük, merdiven altı dükkânının bir köşesindeki sandalyenin, altına aldığı bir ayağının üzerine oturup anlatmaya başlardı. Bense ağzım açık dinlerdim…

Yıllar sonra bu eşkıyanın hikâyesini şiirleştirmek de bana düşmüştü.

“Poyrazoğlu” ismini verdiğim bu uzun şiiri “Hasret Sevgiden Öte” isimli şiir kitabımda yayınladım.

/dağların başında erirken karlar
yüreklere doğru aktı sevdalar
yaprak yaprak çiçek çiçek
geliyordu acı bahar/

Bu dizelerle başlayan şiirde; İnlice, Yanekin, Çalmanda gibi bölgedeki tüm köyleri kasıp kavuran bir eşkıyanın hikâyesini anlatmıştım. Hani duyardık ya Çukurova’da veya Güneydoğu’daki eşkıyaların hikâyelerini… “Konya’da niye yok” diye hayıflanırdım. Sonunda bizim de bir eşkıya hikâyemiz olmuştu…

 

/bastığı yerde yedi yıl ot bitmez
içtiği pınar kurur
esti mi eser
kesti mi keser
poyrazoğlu bu vurur
bu gün gilisıra’da yarın kızılören’de
doğanbey’de/

“Kara Haydar” isimli bu eşkıya, karlı bir kış gününde İnlice’yi basar ve köy halkından hane başı biner mecidiye ister… Oysa halkta, o kadar para ne gezer?

Ahır sekisinde eşkıyaları önce boğma rakıyla sarhoş ederler sonra şafakta sızdıkları bir anda çevre köylerin tüm mavzerlerini üzerlerine boşaltırlar… Sessizce gömerler, olay unutulur gider…


/dededen toruna bir masal
poyraz estiği geceler
köylü tedirgin eller tetikte
ala gözden bir damla yaş kayar
bir bebe ağlar babasız beşikte/

Haydar amcanın muzır işleri de çoktur; babamın da payı az değildir hani bu işlerde… eskiden koca koca adamların sokakta aşık oynadığını duymuşunuzdur ya, onun gibi bir şey işte… şakaları da ağırdır….

Haydar amcanın eski Türkçe yazısı da çok iyidir, medrese tahsili görmüştür. Adamını bulursa muska yazdığını da görmüştüm ama kendisi de gülerdi bu işlere… Birinin gözünden şikâyeti varmış, adama, cuma günleri köpeklerin dışkısının beyaz olduğunu ve bunu cam parçalarıyla incecik dövüp gözüne sürmesini salık verirler… Sonuç felakettir, adam az daha gözünü kaybediyormuş…

Dedeler Hanı’nda esnafın birisinin aykırı bir sıkıntısı varmış… Bir başka esnafa âşık olmuş… Adamı, kış kıyamet günü Korkuteli’nde nefesi kuvvetli (sözde) bir hoca var diye eline uyduruk bir adres verir Haydar amca… 

Adam hususi taksi tutmuş, bir dünya para gitmiş ama ne öyle bir adres var ne öyle bir hoca…

Haydar amca, anneme babamın gazinodaki hayatından bahsetmiş galiba biraz… kesin abartmıştır! Annem bunu duyar da durur mu? Tevkifiye Caddesi bizim dükkânın önüne toplanmış…

“Gidi” derdi, “öyle uzatmayacaksın söylerken şeddeli değil sadece kısaca gidi…” Babam da inadına i’leri uzatarak söyler, gülerlerdi… Şehrin bu meşhur sözünü de artık söyleyen kimse kalmadı. Bir de “apraş gidi” derlerdi, o ne demekse? “Apraş gidi?” Abraş’ın galatı mı veya apaş’ın?

İşletecek adamı bulmasınlar bir kere… çocuklar gibi şakalar yapar, eğlenirlerdi, mutluydular…

Babam manda almıştı… enteresan bir hayvan bu mandalar; o iri cüssesine rağmen oldukça hisli hayvanlardır; en küçük bir şeyden alınır, küser, günlerce su içmez, yem yemezdi. Bir gün ev gürültüyle sarsılır, deprem sandık önce. Bizim manda devrilmiş yatıyor, meğerse satan adam, hasta olduğunu bile bile satmış babama... Çok üzülmüştük ama… Yem fabrikasına satılmıştı sonra…

Bir de ineklerin alnında, üzerine eski Türkçe bir şeyler yazdıkları yumurtayı kırarlardı, “nazarı kırarmış…”

O günlerden bir de aklımda kalan alamadığım velespit var. Eskicinin arabasının üzerinde tam benim binebileceğim büyüklükteydi. Annemi çağırdım, eskici çok para istemiş, tabii almadı annem, çok üzülmüştüm. O bisiklet hâlâ gözümün önünde durur…

Tabii bisikletin Konyalılar için ayrı bir anlamı vardı. Her evin vazgeçilmeziydi; şehrin düz bir ova üzerine kurulması ve tek yokuşun Larende yokuşu olması bu sonucu doğurmuştu. Binek hayvanları bireysel binit aracı olmaktan çıkarken bisiklet imdada yetişmişti, konforlu bir ulaşım aracıydı artık.

Ama bizler sessiz çocuklardık öyle şimdiki çocuklar gibi ortalığı velveleye vermezdik veya veremezdik, terlik olayı malum, ayrıca beş kardeş mevzuu…

Okula başladığım seneydi… Mümtaz Koru İlkokulu’na gidiyordum, öyle servisle falan değil yürüyerek üstelik tek başıma… Köşedeki bakkalda bir dolma kalem görmüştüm, 3,5 lira…

Ben çocuktum o kadar param yoktu ki? Bakkala söyledim her gün babamın bana verdiği simit paralarını bakkala verdim… bir hafta aç gezdim tabii. Neden söylemedim ki oysa babama söylesem kesin alırdı, defter, kalem, kitap gibi şeyleri hemen alırdı.

Ayakkabı alırken nazlanırdı belki ama iş kitaba gelince hiç esirgemezdi. Kunduracılar içinde ne kadar dükkân varsa gezerdik neredeyse, hepsini de tanırdı. Sıkı pazarlıklar olur hatta yeminler edilir, sonuçta babam kızar almadan dükkâna geri dönerdik fakat babam, dükkânda bana parayı verip gidip almamı söylerdi. Söz konusu kitap olursa dükkânımızın hizasında Hükümet binası tarafındaki Kitapçı Şahap’a giderdik ve hiç pazarlık etmeden alırdık da bu sefer ben şaşardım…

Çok sonraları, bu dolmakalem ve bisiklet olayını birleştirerek Yeni Gazete’nin Cönk ekinde 3 Kasım 1999 tarihinde “Velespite Binen Dolmakalem” başlığıyla yayımladığım bir makaleye konu edinmiştim.

İlk öğretmenim Hacer (Aytekin) Hanım’a âşık olmuştum sonra sınıftaki bir kıza… yan komşumuz Roman kızına zaten çoktan âşıktım… Laf aramızda çok güzel bir kızdı ve biz çok iyi arkadaştık, el ele tutuşur, oynardık… Aşk ne mi? Ben ne bilirim daha çocuğum, sormayın bana öyle şeyler…

Okulumuzun öğrencileri Nesrin ve Ayşegül kardeşleri elim bir kaza sonucu yitirmiştik. O gün okulda yas vardı, sonraki günlerde anılarını yaşatmak için ailesi okul bahçesine bir çeşme yaptırmıştı…

Aradan geçen bunca yıla rağmen hâlâ hatırlamak da büyük nimet aslında.  Hatırladıkça ne kadar yaşadığınızın da farkına varıyorsunuz.

Farkına varmak da yeniden yaşamak gibi bir şey oluyor; o günlerin ışığını hâlâ görebilmenin mutluluğunu yeniden yaşıyorum, bazıları acı da olsa…

Zaman hızla geçip gidiyor ve bizler de geçilip, gidiliyoruz, gitmek zorunda olduğumuzun da farkında olarak…

Tıpkı, Poyrazoğlu gibi; bir yalana doğru, dosdoğru:

/çınarların dalında
bir uğultudur kalan
bak hemşerim
poyrazoğlu dediğin
artık bir yalan/

TAHİR SAKMAN

1964-1965 Eğitim Öğretim yılı, Mümtaz Koru İlkokulu 1. sınıf öğrencileri Öğretmen Hacer Aytekin ile... Alt sıradan solda sağa 4. öğrenci Tahir Sakman


Bizden çok sonraki bir dönemde Hacer Öğretmenim.

İlkokulum... Foto: ARIK, Sinan, (19 Ocak 2022), Mümtaz Koru İlkokulu Altmışlı Yıllar Sonu, Facebook.  https://www.facebook.com/groups/1556301481336489/posts/2766817963618162/

  



 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınız kişisel haklara ve yasalara uygun olmalıdır, yorumlarınızdan dolayı sorumlu olacağınızı lütfen unutmayınız.