YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

07 Şubat, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅻ (SEFER TASINDAN HAYATLAR)

 


 

Muhacir Pazarı’ndaki çocukluk anılarımın arasında babaannem Vesile Sakman’ın da yeri büyüktür. O yıllarda, sokaklarda güvenle oyunlar oynayabildiğimiz yıllarda, ikindi üzerleri annem beni çağırır, elime bir sefer tası tuttururdu. Bu benim için zorunlu bir görev gibiydi ama şimdi düşünüyorum da iyi ki o sefer taslarını taşımış, babaanneme yemek götürmüşüm.

Yemekten de öte bir şeylerdi aslında götürdüğüm; sevgi götürmüştüm, saygı götürmüştüm yaşlı bir insanın, ilgiye en çok ihtiyacı olduğu zamanlarında gelecekten bir ses sunar gibi taşımışım sefer taslarını… her ne kadar oyunun en tatlı yerinde oyunu bırakıp, söylenerek gitsem de yaptığım işin büyüklüğünü yeni yeni idrak ediyorum.

Sefer taslarında taşıdığım mutlulukmuş meğer; bir ömürden bir başka ömre… Bir bahar ülkesinden kışa dönmeye başlayan bir ömre sevgiler taşımışım.

Şimdilerde unutuldu sefer tasları, yeni nesil beslenme çantaları taşıyor artık. O üç katlı; çorbasından yemeğine, tatlısına varana kadar boy boy sefer taslarımız da artık tarih oldu… sanırım bizim nesil de ışıklara karışınca adını bile anan olmayacak.

Babaannemin evi Akbaş Mahallesi’nde olmasına rağmen her ne kadar yakın da olsa yaş itibariyle 6-7 yaşlarındayım, korkusuzca götürürdüm. Bazen yemeği yemesini bekler, sefer taslarını alır geri dönerdim.

Babaannem, üzerine tez hatta doktora yazılacak kadar enteresan bir Konya kadınıydı. Hani yerel söylemle “yarım okka etten dokuz kap yemek yapan” marifetli, iktisatlı bir kadındı. Belki de yokluk yıllarının bir nişanesiydi tüm bunlar…

Dedem Hakkı Efendi’nin cura çaldığını söylerdi babam ama ne dereceydi bilemem. Mesleği hakkında da çok fazla bilgi sahibi değiliz ama Seferberlikte (1. Dünya Savaşı) Şam/Suriye Cephesi’nde asker olduğunu biliyoruz.

Babaannemin “Hakkı da bir datsın” diyerek yaptığı aşure çorbasını aylarca kuyulara sarkıttığını, sepetlerin altında gezdirdiği hafızamızın bir yerlerine kazınmış.  Dedem gelmesine gelmiş cepheden ama…

Babam, hayal meyal hatırlar babasını; cebinden çevresini (bazı bölgelerde yağlık da denilen büyük mendil ki çok ilginç işlevleri olan bir mendildir bu; yeri gelir elinizi yüzünüzü kurular, terinizi silersiniz yeri gelir çarşıdan aldıklarınıza poşetlik yapar) çıkarır, gözyaşları içerisinde anlatırdı:

“Gündüz İngilizlerle, gece Araplarla savaşmışlar” derdi, gündüzleri dost gibi görünen Arapların, geceleri Osmanlı ordusuna, nasıl hainlik yaparak saldırdıklarını anlatırdı. Sonunda hazin bir yenilgi ve ordu terhis olur, dağılırlar. Yayan, yapıldak Konya’ya geldiğinde hastadır dedem, cepheden hasta gelmiştir. Ayağındaki potin, ikinci bir deri gibi kaynamıştır, keserek çıkarırlar. Çok yaşamaz; kırkıncı gün sır olur… “Kırk gün içinde vefat ettiği için şehit sayılır” derdi babam… ölümünün haftasında Çanakkale’ye, cepheye çağıran celp gelmiş…

Dedem Hakkı Efendi hakkında bildiklerimiz bundan öteye geçmiyor. Soluk bir fotoğrafı bile kalmamış, bu dünyadan garip bir şekilde ama vatan savunması için görevini eksiksiz yaparak göçmüş… Dedem gibi binlerce Anadolu uşağı bizlere bu vatanı emanet edip gitmişler. Bizlerin rahat yaşamaları için canlarıyla bedel ödemişler. Pek çoğunun, dedem gibi bir mezarı bile yok… Halam küçükken elimden tutar Muhacir Pazarı’ndaki şimdiki pazar yerinin tam karşısındaki evlerin -ki o zamanlar Orman Müdürlüğü’nün binası vardı- oraya götürür, buraların eskiden mezarlık olduğundan bahseder ve “dedenin mezarı burada” derdi. (Söz konusu alan şimdi pazar yeri olarak kullanılan alanı da kapsar ve o dönemlerde Yüksek Mezarlık ismiyle bilinmektedir. Mezarlık zaman içerisinde kaybolmuştur.) O Fatiha okur, ben de el kaldırırdım. Tüm isimsiz kahramanların ruhları şad olsun, onlara minnettarız.

Babaannem, dedem cephedeyken büyüttüğü umutlarının yerle bir olmasına rağmen asla pes etmez. Oğulları Seyit Mehmet ve Mazhar için yaşamak zorundadır. Seyit Mehmet’i atlı tramvay kazasında yitirir; çocuk aklı işte, tramvayın arkasına asılmış… Biz de çocukluğumuzda faytonların arkasına asılır ve kırbacı yerdik. “Arabacı, arkaya kırbaç” sesiyle birlikte arabacı uzun kırbacını arkaya doğru savururdu. Bendeniz de az nasiplenmedim o kırbaçtan. Sanırım kırbaç korkusunun getirdiği telaşe yüzünden tramvayın altına düşmüş ve hayatını yitirmiş. Tek kalan babama gözü gibi bakmış babaannem.

Bitip tükenmek bilmeyen savaşlar yüzünden halk yorgundur, yoksuldur. Evlerde erkek kalmamıştır, evlerden şehit analarının feryatları yükselirken gelinlerin başı yaslıdır.  Çalışmak, eve ekmek götürmek kadınların işidir artık.

“Yarım çemberiyle illere (ellere) çamaşır yıkadı, temizlik yaptı, yemeklerini pişirdi ama başını asla öne eğmedi” derdi babam. Soğuk ve yağmurlu bir kış gününde evlerinde yiyecek olmadığı bir günü hatırlardı babam sonra Ermeni bir komşularından bulgur ve yağ alarak, bulgur pilavı pişirip yediklerini gözleri dolarak anlatırdı.

Babaannem irticali şiirler söyleyen bir kadındı. Evindeki bohçaların düzenine/gadesine “yidi (yedi) mahalle öteden” kadınların bakmaya geldiği söylenirdi. Babamın gençlik yıllarında onun türkü geçmesine bile vesile olmuş; “Dağlara Hanım Ayşe’m” türküsünü babam annesinden geçtiğini söylerdi. Bazı uzun gecelerde komşu kadınların evlerine toplandıklarını ve onlara babam sazla “Âşık Kerem” okurmuş. Bu o dönemlerdeki Konyalı kadınların sanata bakış açısını yansıtan en iyi örnek olmalıdır.

O önemlerin yürek yangınları içerisinde; türkü yakan, mâni atan kadınları vardır. Şem’îlerin Emine Abla, Uzun Kızların Alime, Bülbül Hoca, Seydişehirli Saliha Abla gibi isimler şehrin kültür tarihinde yer almaktadırlar. Şem’îlerin Emine abla; Âşık Şem’i’nin torunudur ve şiirler söylemektedir. Uzun Kızların Alime, bir başka isimle Alim Hoca, Menteşeli türküsüne kaynaklık etmiştir. Bülbül Hoca lakabıyla tanınan Şerife Hanım ise Yekte ismiyle de bilinen Yemek Destanı’nı Konya türkü repertuvarına kazandıran isimdir.

Bu kadınların en belirgin ortak özelliği; özel günlerde kadınlara vaaz etmeleri, türkülerin yanı sıra ilahiler okumalarıdır. Alim Hoca, mahalli cümbüş sanatçılarımızdan merhum Abidin Özlüoğlu’nun, Bülbül Hoca ise Konyalı yazarlardan İ. Aczi Kendi’nin kayınvalidesi, mahalli ut sanatçılarımızdan merhum Cenap Kendi’nin ise ninesidir. Babaannem Vesile Sakman da irticali şiirler söyler, mâniler atarmış, yeter ki görmesin:

Bir eve davet edilmiştir. Babaannemin söyler huyunu bildikleri için ev sahibi dikkatlidir, evde her şey yerli yerinde düzenlidir, ikram, izzet eksik değildir. Babaannem abdest tazelemek ister. O dönemlerde tuvaletler evin dışındadır. İbrik alır çıkar, bir baksa ki her giden bir ibrik götürmüş, orada bırakmış. Hemen söyler:

Bu hane ne güzel hane
Can kurban içindeki cane
Ömrümde hiç görmedim
Dokuz ibrikli abdesthane

Komşuda sünnet düğünü vardır, misafir ağırlamanın telaşesinden sünnet çocuğu unutulmuştur. Babaannem tabii ki söyler:

Eti döven satır
Kızları kara katır
Yorgan döşek bulamamış
Sünnet çocuğu yerde yatır

Babaannemin söylediklerini babam zapt etmemiş… hafızasında kalan bir dörtlükten babaannemin aslında ne kadar güçlü bir söyleyişe sahip olduğunu anlıyoruz:

Yapış derler yapışacak bir dal yok
Söyle derler söylemeye mecal yok
Eller libas giymiş sorgu sual yok
Bize Şam hırkasın(ı) yasak ettiler

Ah babaanneciğim ah… Hayatta olsaydın da ben yine sefertaslarıyla sana yemek getirseydim…

Beni gördüğün zaman, “Memedim Memedim, kuzu gibi meledim” deseydin ve beni güldürmek için kuzu gibi meleseydin…

Vedat abim, oyun telaşesinden üzerine kaçırdığı zaman, o küçücük çocuğu kocaman bir adam yapan anlayışınla onun üzülmesini, mahcup olmasını önlemek için “üzerine sirke dökmüş” diyerek hoşgörünü gösterseydin yine…

Dünün o sevgi ve hoşgörü dolu dünyasından bugün geriye çok şey kalmadı ve bunda bizim de payımız vardır kuşkusuz; el birliğiyle, birlikte yok ettik…

Keşke yok ettiğimiz bağnazlıklar olabilseydi, yoksulluklar olabilseydi sadece… sevgileri yok etmeseydik, paylaşabilseydik…

TAHİR SAKMAN








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınız kişisel haklara ve yasalara uygun olmalıdır, yorumlarınızdan dolayı sorumlu olacağınızı lütfen unutmayınız.