Çocukluğumun o günleri müstesna
günlermiş; günümüzdeki olumsuzlukları görünce bunu daha iyi anlıyorum.
Evvela “güven” diye bir şey
vardı… Bir şeylerden korkmazdık, komşular kollar, gözetirdi ki zaten öyle
şeylere gerek kalmazdı.
Muhacir Pazarı’nda, pazar kurulan
alanın doğu yönünde Söylemez’in Konağı vardı… Halkın “Söylemez Sultan” ismini
verdiği bu zat ile ilgili olarak anlatılanlar çoğu zaman şehir efsanesinden
öteye gitmiyor.
[Şeyh Fazıl Hüseyin Efendi
ismindeki bu zat ile ilgili olarak daha detaylı bilgi isteyenler için: KÜÇÜKDAĞ,
Yusuf (1999), “Söylemez”, Yeni Gazete/Cönk, (7 Nisan).]
Konuşmuyormuş… ermiş vs. … Oysa
adamcağız Hindistan’dan gelmiş ve tek kelime Türkçe bilmiyor, konuşsa ne
olacak?
Neyse konumuz bu değil; Söylemez
Sultan’ın konağının yan tarafları yani Larende Caddesi’nin [Sahipata Cad.] yan tarafı, bugün Etnografya
Müzesi’nin olduğu tarafta ağaç pazarı vardı…
Uzun uzun, göğe doğru yükselen
bir anıt gibiydi ağaçlar ve bu alan ağaçlardan oluşan labirentlerle doluydu.
Buralarda biz korkmadan gece yarılarına kadar saklambaç oynardık. Öyle karışıktı
ki bazen saklandığımız yeri bir daha bulmamız mümkün olmazdı. Gizli geçitler,
dehlizler… masallardan öte bir yere açılan bir kapıydı bizim için. Gizem
doluydu.
Çoğunluğu kavaklardan oluştuğu
için o kavakların kendine has kokusu hâlâ sanki dünmüş gibi burnumda tüter. Biz
çocuklar sanki kavaklara tırmanıp gökyüzüne ulaşmanın heyecanını yaşardık…
Adrenalin?
Kötülük nedir bilmediğimiz için
aklımıza bile gelmezdi. O küçük yaşımıza rağmen korkmadan nasıl oynardık? Bu,
mahallemizin verdiği bir güven duygusu olmalıydı…
Şimdi bakıyorum; herkes sitelerin
içine, kendilerini neredeyse hapsetmişler; kendi evlerine bile güvenliğin izni
olmadan giremiyorlar! Bir tek pasaport sormadıkları kaldı!
Biz çocuklar çok mutluyduk; çünkü
özgürdük… gökyüzü, her gün bizi kendine çağırırdı ve biz de bu çağrıya kulak
verir, koşardık yalın ayaklarımızla…
Evimizin bodrumunda inek, dana
eksik olmazdı… Dışarıya süt satmadığımız gibi dışarıdan da peynir yoğurt vs.
satın almazdık, yediğimiz her şey kendi üretimimiz ve doğaldı.
O yıllarda birçok Konya evi
böyleydi, herkes üretirdi. Şimdi artık o günler çok gerilerde kaldı hepimiz
tüketiyoruz…
Hayvanların mayısları gübreleri haliyle
evin hayatında (avlusunda) birikirdi…
Bir gün sabahın erken saatlerinde,
babam bir misafir getirdi eve… Bizim hayada girince derin derin nefesler çekti
ve özlem dolu bir sesle şöyle dediğini hatırlıyorum: “Ohh, özlemişim; mis gibi
tezek kokusunu…”
Meğerse babamın arkadaşı ünlü bir
bağlama sanatçısıymış ki o yıllarda tanımayan yoktu.
TRT Ankara Radyosu saz
sanatçılarından olan Ahmet Gazi Ayhan, o sabah kahvaltıyı bizimle birlikte
yaptı sonraki günlerde eşi ünlü türkücümüz Yıldız Ayhan’ı da getirmişti.
O yıl ve daha sonraki yıllarda,
Ahmet Gazi Ayhan ve eşini çok sık görecektik. İstasyondaki Kelleci Celal
Mercan’ın işlettiği kır gazinosunda her yıl programa gelirlerdi. Yıldız Ayhan o
yılların flaş ismiydi, Konya’ya geldiği zaman olay olur, gazinoda yer bulmak
zorlaşırdı.
Konya’nın ilk aile gazinosuydu sanırım. (Bu konsepte başka da olmadı.) Kelleci lakabı, istasyonda önceleri kelle sattığı için verilmiş, sonra bu bahçeyi kiralamış ve şehrin yaz akşamlarına bir soluk getirmiş.
istasyonda önceleri
kelle satarmış sonra bu bahçeyi kiralamış ve şehrin yaz akşamlarına bir soluk
getirmiş.
“İstasyon Gar Aile Bahçesi”
ismiyle hizmet veren bu işletmeye, kimler gelmezdi ki… O yılların popüler
sanatçıların tamamını buradan dinlemek imkânına kavuşurdu Konyalı.
Biz de annemle birlikte çok
giderdik, Babam işte olduğu için annemle ikimiz giderdik. Bir keresinde Yıldız
Ayhan’ın davetlisi olarak gitmiş, ön masalardan birine oturmuştuk. Yıldız Hanım
o gece sahnede ailemizden bahsedip beni ve annemi onore etmişti. Bugün, böyle
gidebileceğiniz bir yer yok sanırım. Bahçe ikiye bölünmüştü ama isteyen karışık
da oturabilirdi. Bir tarafta erkekler diğer tarafta aileler… İçki servisi de
yapılıyordu.
Ahmet Gazi Ayhan, Gar Aile
Bahçesi’ndeki programını bitirdikten sonra babamın çalıştığı gazinoya gider,
orası da kapandıktan sonra bir Konya evinde yapılan oturaklara misafir olurlarmış,
babamla birlikte. Konya’da olduğu müddetçe neredeyse günün yarısını birlikte
geçirirlerdi.
Usta bir bağlama sanatçısı olan
merhum, babamla birlikte Konya türkülerini geçerlermiş. Babam ona birçok türkü
verdiğini söylerdi.
Yıllar sonra TRT’de yayımlanan Can
Etili’nin hazırladığı “Türkü Defteri” isimli programın çekimleri için Kemal
Koldaş’la birlikte bizim eve gelen Yıldız Ayhan o günleri yad etmişti.
Ahmet Gazi Ayhan ve eşi Yıldız
Ayhan sır oldular, babam ve Kemal Koldaş da…
Ama biliyoruz ki tıpkı şairin
dediği gibi “Baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş…”
Onun için bize düşen hâlâ
nefesimiz varken; “Avazeyi bu âleme Davut gibi sal”maktan ibaret…
Şehrin semaları; sesinizi bir gün
yansıtacaktır, eminim…
TAHİR SAKMAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınız kişisel haklara ve yasalara uygun olmalıdır, yorumlarınızdan dolayı sorumlu olacağınızı lütfen unutmayınız.