YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

18 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅶ (DEMİRHANEYİ ZENGİNLETMEK)

 



O yıllara dair hatırlamadığım ama sanki hatırlıyormuş gibi hafızama takılan olaylar da var. Belki de anlatılanları sanki yaşamışım gibi hissetmemden kaynaklanıyor olabilir mi?

Büyük abim Raci Hakkı Sakman’ın, İzmir’de tanıştığı ve orada nişanlandığı Melahat yengemle Konya’da, sanırım Torrance’de evlendiğini ve şehrin ilk gece düğünlerinden olduğundan bahsederlerdi. Tarih, 10 Şubat 1962… Orkestra varmış… ama dans edecek pek fazla insan olmayınca abim bütün gece yorulmuş olmalı, pistin boş kalmaması adına…

Bir taksi hatırlıyorum hayal meyal ki o zamanlar Konya’da taksi müthiş bir olay… Morris miydi markası? Ona binip gitmiştik…

Raci abimi, Gülizar halam, babamdan gizli olarak, o yıllarda Konya’da olan askeri rüştiyenin (ortaokul) sınavlarına sokmuş. Babam sanat sahibi olmasını istemiş ve bir lokantaya çırak olarak vermiş… Raci abim çok zeki ve çalışkan bir insandı, sınavları kazanmış ama iş kayıt yaptırmaya gelince kıyamet kopmuş tabii…

Babam sanat öğrenmesi konusunda ısrar edince, halam yine gizlice abimi götürüp kaydını yaptırmış ve bu suretle babamın diyecek bir şeyi kalmamış.

Abim rüştiyeyi bitirdikten sonra Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ne devam etmiş. Liseyi birincilikle bitirdiğini söylerdi babam. Fakat gözünde çıkan renk körlüğü nedeniyle kurmay olamayacağı gerçeğiyle yüzleşince ve geri hizmete verileceğini öğrenince istifa etmiş…

Konya Belediyesi İmar Müdürlüğünde işe başlamış. Sonra belediye abim gibi birkaç kişiyi, Ankara’ya, üniversitede inşaat mühendisliği okumaları için yollamış.
Babam, abimin Ankara’da olduğunu düşünürken, İzmir’den gelen bir mektupla şaşırmış. Meğerse abim, bu hayatın onu cezbetmediğine inanmış olmalı ki yine babamdan habersiz Milli Eğitim’e öğretmen olmak için müracaat etmiş. Ankara’da, üniversitede inşaat mühendisliği okurken İzmir Bayraklı’ya (o dönemde köy) tayini çıkmış.

Tatillerde Konya’ya gelirlerdi. Tabii sadece o da değildi gelenler; bizim Muhacir Pazarı’ndaki ev, tatil zamanları tam bir karnaval havasına bürünür, ben de bayram ederdim. İki abim de gelirdi sonra Gülizar halam da gelirdi, eniştemiz Albay Raşit Bey’le…

Keşke hayat, hep yaz tatili olarak, öylece, orada donup kalsaydı…

Raci abimle Vedat abim, evin altındaki ahırda bulunan inekle danayı alıp Zindankale’de babamın satın aldığı bahçeye otlatmak için götürürlerdi. Dananın biri resmen deliydi ve Vedat abim elinden kaçırınca olanlar olmuş, saatlerce peşinden koşturmuştu…

Şimdiki Defterdarlık binasının tam karşısında olan bahçemiz cennetten bir köşe gibiydi. Sayısız meyve ağacını, babam bizzat kendi eliyle dikip, yetiştirmişti. Şimdiki Vatan Caddesi tarafından geçen şehir ırmağıyla yetinmemiş, bir de kuyu kazdırmıştı. Motoru çalıştırır, arkları düzenler ve gidermiş dükkâna… belli bir saatten sonra gelip suyun yönünü değiştirirmiş…

O zamanlar burada henüz ev yaptırmamıştı babam, bende abilerimle gelirdim, buralar Meram gibiydi.

Şimdi betona teslim oldu her şey… keşke öyle kalabilseydi veyahut biz hiç büyümeseydik, bu “imar” denilen, “kat” denilen kelimeler, lügatimize hiç girmeseydi… “Rant” neydi ki o yıllarda adı sanı bile yoktu, kim soktu bu kelimeleri hayatımıza?

Abim, babam gibi biraz sert adamdı, çok disiplinliydi. Yaz tatillerinde geldiği zaman bana kitaplar getirir, okumamı isterdi. Bir gün okumayı ihmal etmiş üstüne umursamaz tavırlar takınınca… tokadın sesi hâlâ kulaklarımda… tokadı yiyince yıldızları yakından görmüştüm, bu ilk ve son tokat olmuştu.

Ah Abicim, hayatta olsaydın yine her yaz gelip, yine tokat atsaydın da ben yine yıldızları saysaydım…

Ben daha dünyada yokken hatta Vedat abim de yokken… Babamın askeri bandoda Astsubay Başçavuşluğa kadar yükseldiği yıllarda, babamla birlikte çok gezmişler tabii… Babamın istifası sonrasında Samsun Ladik Akpınar Köy Enstitüsü’nde bando kurduğu ve öğretmenlik yaptığı yıllarda Âşık Veysel’in o dönemde babamla arkadaş olmasını hatırlar ve Âşık Veysel’in kendisini çok sevdiğinden bahsederdi. (Onunla olan anılarını da belki bir gün yazarım.) 

Abim, uzun yıllar o köyde öğretmenlik yaptı.  Çok disiplinliydi. Daha sonra İzmir Bornova Yetiştirme Yurdu’na müdür olarak atandı. Burada da uzun yıllar görev yaptıktan sonra özel sektöre transfer oldu ve Alsancak’ta bulunan Özel Ümit Anaokulu ve İlkokulu’na müdür oldu.

Bir yaz tatili dönüşünde Konya Gar’ında, İzmir posta trenini beklerlerken…

Rahmetli babaannem, babamın ordudaki görevi nedeniyle gezdiği yıllarda Konya’ya trenle geldiği bir gün “Demirhaneyi siz zenginlettiniz” demiş… “Demirhane” sözüne hâlâ gülerim. Çok doğru bir kelime; demirhane…

TDK’nin yapamadığını bazen Anadolu’nun saf insanı yapar; yerel kültürüyle kelimeleri yoğurur ve öyle şeyler söyler ki… mesela battı çıktı… şimdi alt geçit diyorlar ya… her ne kadar battı çıktının biraz muzır bir tarafı olsa da çok doğru bir kelime; batıyorsunuz sonra çıkıyorsunuz, yalan mı?

O yıllarda özellikle ailelerin tercihi hep trenden yanaydı. Güvenli olmasının yanı sıra ekonomikti de… tek sorun 24 saatte Basmane Gar’ına varmasıydı ki o dönemin şartlarına göre normal hatta hızlı bile sayılabilirdi. Bir seferinde ben de gitmiştim; Basmane’de indiğimde, yüzüm kara trenin isiyle kaplanmıştı…  Çok şükür yüzümüze başka bir kara bulaşmadı…    

Bir de acı acı öten bir düdüğü vardı ki… insanın içine işlerdi ve benim işlemişki yıllar sonra Derviş Ozan olduğum yıllarda “Tren” ismini verdiğim şiiri söylemiştim:

Acı acı öten tren düdüğü
Bir anda geçmişe götürdü beni
Alıp da sılamdan gurbet iline
Atıp bir kenarda yitirdi beni
 
Dokuzun belini yavaş tırmandı
Duman duman başı göğe dayandı
Kimi garip daldı kimi uyandı
İsli beşiklerde yatırdı beni
 
Kimi işe gider kimi doktora
Üçüncü mevkide herkes fukara
El kara yüz kara gurbet kapkara
Onulmaz dertlere batırdı beni
 
Raylar ki bir zaman umut yoluydu
Bazen neşe bazen keder doluydu
Katar katar derdi canında duydu
Aşk dolu kadehtim bitirdi beni
 
Derviş Ozan der ki duyguluydun sen
Titrek mendillere korkuluydun sen
Hem şarkılı sazlı türkülüydün sen
Muavin (!) kendime getirdi beni
 
Abim, aklında olan ama söyleyip, söylememekte tereddüt ettiği bir düşünceyi açar; babama, Ege Üniversitesi akşam bölümünde (paralı) hukuk okumak istediğini ve maddi destek de bulunup, bulunamayacağını sorar…

Babam lafı hiç ikilemez, hukukçu olmasını istemez… abim, bu sefer eczacılık fakültesini önerir ve babam sevinçle bunu kabul eder. Abim, dört yıl boyunca gündüzleri Alsancak’ta okulda görev yaparken, geceleri de fakülteye devam eder ve eczacı olur.

O dönemler, babamın maddi durumunun bozulmaya başladığı yıllar olmasına rağmen beni de Özel Hastaş Koleji’ne yazdırırlar ki iki okulun yıllık ücretini ödemek bir hayli zor olsa gerek…

Abim 35 yaşından sonra eczacı olur, İzmir Gültepe’de eczane açar… çevresinde çok sevilir, çok tutulur ve İzmir’de mal, mülk sahibi olur. Raci abimi, 2000 yılının 30 Kasım’ında kaybettik. Melahat yengem, uzun yılar abimin hasretiyle ve anılarıyla yaşadı. 20 Ekim 2020 yılında o da abimin yanına çok sevdiği Raci’sinin yanına uçtu… eminim ikisi de şimdi aşklarının yeni bir dönemini birlikte yaşıyorlardır. İkisi de ışıklar içinde olsun…

Hayat, yaşayanlar için hep umut vadederken, yitirdiklerimizi anmak ve hatıralarını yaşatmak da bize düşüyor.

Çoğu zaman anlam arayışlarına girdiğimiz hayatı aslında güzelleştirenin anılarımız olduğunu ve hayatın anı biriktirmekten ibaret olduğunu da görebiliyor insan…

Ne kadar güzel anılarınız varsa, o kadar güzel bir hayatınız olmuş demektir bir anlamda ama en önemlisi yaşadığınız bu hayatın, “ne kadarını kendiniz için yaşadığınız” gerçeğine verebileceğiniz yanıtın, olup, olmamasında gizlidir yaşantınız…

Unutmayınız; hayat her zaman aynı sorularla gelmiyor, sizin nasıl yaşadığınızdır asıl soru ve sorunun kendisi ve bu sorunun yanıtı da sizden başkası olmayacaktır…

Hatıraların ışığında yaşıyor insan; hatıralarınızı yitirdiğiniz gün, yitip giden, kendinizsiniz…

TAHİR SAKMAN


















17 Ocak, 2022

İNADINA ŞİİR

 



Şiir olduğumuz günlerden bir hatıra: Bu yazıyı Yeni Gazete’de, 2 Mart 2000 yılında yayınlamışım… Hani biz koca koca adamların birbirimize şiir söylediğimiz günlerden…

İNADINA ŞİİR

“Hani Sedirler’e giderken, Köprübaşı’nı geçince, sağa İşgalaman’a dönünce...”  
 
Zaman zaman kendime çok kızarım...” Ulan, sana ne şiirden, sanattan... Sana mı kalmış oğlum? Paranın peşinde koşmak varken, köşeyi dönmek varken...Şiir söylermiş...
 
Şiir demek çile demek...” Yirmi beş yıldır şiir söyleriz de bu şehirde değerimiz nedir? Altı ay önce, otuz adet kitap verdiğiniz kitapçıdan, altı ayda üç tane satıldığını öğrenirseniz... Ötesi, kitapçı size hayatın yüksek gerçekleri hakkında bir konferans verirse...
 
”Yoksa simit mi satsaydım...” Yirmi beş yıldır dişinizle, tırnağınızla kazarak bir yerlere gelmek, bir mesaj vermek istiyorsunuz... Biz bu kentin sanatına, kültürüne hizmet etmek için didinirken... Arkamızda yirmi beş yıldır kimseyi göremedik... Bir Allah’ın kulu elimizden tutmadı... Ama direndik. İnadına şiir söyledik...
 
Biz bu kentin itilmişleri miyiz?.. Biz bu kentin kakılmışları mıyız?..
 
Ama her şeye rağmen mücadeleye devam... Şiir hayatımız... Kadim dostlarım Nevzat Küçükerdoğan (aslında Büyükerdoğan) ve Yalçın Dikilitaş’a telefon ediyorum. Artık söz şiirin;  
 
Sıcak bir tebessüm sizden umduğum
Çatık kaşlarınız paralar beni
Elin attığı taş yarmaz başımı
Dost vurursa bir gül yaralar beni
 
Dönüp bakmam bile elin sözüne
Varmak istiyorum insan özüne
Yürekten bakınca yârin gözüne
Sitemkâr bakışı karalar beni
 
Eyvallahım yoktur asla cihana
Şeffafım saydamım gelmem dumana
Direnirim teslim olmam ummana
Sorgusuz götürür dereler beni
 
İsterim ki dobra dobra oluna
Dik başım hedeftir fesat okuna
Derviş Ozan der ki gerçek yoluna
Bir avuç toz gibi sereler beni

Şair dost Nevzat Küçükerdoğan, “Tahir, beynime yağmur gibi indin” dedikten sonra beni teselli ediyor. Şair Yalçın Dikilitaş’ı arıyorum, sesini duyunca rahatlıyorum. İnsanın dertleşebileceği dostları olması ne güzel...
 
On-on beş dakika geçmemişti ki telefonum çalıyor. Telefonda bir dostun sesi, Nevzat Küçükerdoğan’ın sesi dereler gibi çağlıyor;
 

Koyup bir potaya erisin diye
Ateşlerde kızdırdılar Tahir’i
Sakin sakin bir köşede dururken
Deli edip kızdırdılar Tahir’i
 
Düşmanı güldürdü dostu ağlattı
Gönülleri birbirine bağlattı
Cahiller boynuna bir kement attı
Diyar diyar gezdirdiler Tahir’i
 
Döndürdüler onu sabır taşına
Güller attı taşlar değdi başına
Gönül kitabımın satır başına
Dostum diye yazdırdılar Tahir’i
 
Artık söz mülkünün kapıları açılmıştı;

Ne varsa gönlünde sevgiden yana
Kalmasın içinde söyle Nevzat’ım
Hayat dediğimiz acıyla dolu
Ömrümüz geçiyor böyle Nevzat’ım
 
Acılara rağmen güzeldir hayat
Yıllardır içimde gizlenir feryat
Yaşamın çirkine inat mı inat
Doluyorsun güzel huyla Nevzat’ım
 
Gönlünden koparıp bir çiçek yolla
Acılara yol ver bir mendil salla
Varsın o yıkansın parayla pulla
Bizi de yıkarlar suyla Nevzat’ım
 
Derviş Ozan der ki severim seni
Dostluktur sevgidir eskimez yeni
Bir gerçek var ki korkutur beni
Varınca huzura neyle Nevzat’ım
 
Ben böyle söylerim de Nevzat Ağabey durur mu:
 
Anlatma kendini sen bana Tahir
Seni senden iyi ben tanır oldum
Yıllar yılı gam kasavet çekerken
Dinledikçe seni ben şatır oldum
 
Dağlara söylerken derdi tasamı
Gam ile yoğurdum anayasamı
Toplamışken sandalyemi masamı
Halimi sizlere anlatır oldum
 
Vefasızlar düşlerimi çaldılar
Mecnun edip çölden çöle saldılar
Üç kuruşa hatırımı sordular
Gönül meclisinizde sorulur oldum
 
Yorgun düştüm dosta gidip geldikçe
Hep ben verdim hiç almadım verdikçe
Tahir şiirini ben dinledikçe
Kendi şairliğimden utanır oldum
 
Diyerek büyük bir tevazu gösteren dosta teşekkürlerimi sunuyorum... İnsanın dostları olması ne güzel. Eğer bu dünyada sizi anlayabilecek bir dostunuz yoksa hanlarınızın, hamamlarınızın bir gün başınıza geçtiğini göreceksiniz demektir...
 
“Tez elden dost bulmalısınız” diyeceğim ama...
 
Dost o kadar kolay bulunmuyor... Önce çilesini çekmelisiniz... Dost aramanın ne kadar çok çilesini çekerseniz, bulacağınız dostta, o kadar dost olacaktır...
 
DOSTA
 
Dumanlı dağ gibi yüksekte başım
Aktıkça çoğalır eksilmez yaşım
Sıkıntılar basmış dostum Nevzat’ı
Gözyaşıyla büyür gül arkadaşım

TAHİR SAKMAN
 


 





 
 

14 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅵ (KOMŞUNUN DUMANINDA PİŞMEK)

 




Çocukluğumun en renkli anıları Muhacir Pazarı’nda oturduğumuz yıllara ait olmalıydı ki aradan geçen bunca yıla rağmen bu kadar canlı hatırlayabiliyorum.

Aslında o yılların Konya’sı da oldukça renkli olmalıydı… Yaz akşamları Gar Aile Bahçesi’nin yanı sıra gidilebilecek bir hayli yer vardı. O yılların sıcak Konya’sında aklıma ilk gelen yer Karayolları Bahçesi’ydi…

Yaz akşamları oraya giderdik; çok nezih bir ortamdı, müzik dinlerdik. Yanılmıyorsam ünlü sanatçımız Neşe Karaböcek’i de ilk orada dinlemiştik. Neşe Karaböcek daha sonraki yıllarda hemşehrimiz Bestekâr Udi Timur Alpsakarya’nın ağabeyi Atilla Alpsakarya ile evlenmiş dolayısıyla yengemiz olmuştu.

Bir akşam buradaki bir gösteriden oldukça korkmuş, saklanacak yer aramıştım: Elbisesinin her yerinde farklı boylarda bıçakların asılı olduğu Kafkas kıyafetli bir adam, geniş bir tahtanın önünde duran kadın asistanına bıçaklar fırlatıyordu. Ne cesaret!

Nefesimi tutmuş izlerken gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Ortamın sessizliğini bıçakların vınlaması bozuyordu. Kadının arkasında bulunan tahtaya saplanan bıçakların tok sesi, beynimde uğultulara sebep oluyordu. Santim farkla kadının etrafına sıralanan bıçakların görüntüsü belki de bende bir travmaya neden olmuştur ki hâlâ bıçaklardan uzak durmayı yeğlerim.  

Devlet Tiyatrosu’nun olduğu bina, Konya İlk Halk Kitaplık binasıydı. Yan taraftaki bahçesi, çay bahçesi olarak hizmet verirken giriş katındaki büyük salonda çeşitli sanatsal faaliyetler yürütülürdü.

Bir kış günü annemle gitmiştik, Kutlu Payaslı’nın konseri vardı. Konserden sonra dışarı çıktığımızda lapa lapa yağan bir kar bizi karşılamıştı.

Düdüklü tencere biz buradayken çıkmıştı… Çocuk aklımla, düdük lafını duyunca çok sevinmiş, tencerede düdük aramıştım! Nasıl kolaylıktı; önce ocakta, maltızda pişen kuru fasulye sonra gaz ocağına terfi etmiş şimdi de düdüklü tencerede, eskisi gibi saatlerce imil imil pişmesini beklemeden kısa sürede hazır oluyordu.

Lezzet mi dediniz? Çok ararsınız…

Hani o, bizim Ayşe kadın fasulyemiz vardı ya “komşunun dumanında” pişen… Başarakavak köyünden gelenler?

Annemin acemiliğine denk gelmiş, tam soğumadan kapağını açınca olanlar olmuştu; kuru fasulyeler annemin elini, yüzünü yakmıştı… Böyle durumlarda eskilerin gerekçesi hazırdı zaten; “ustalık sindi” derlerdi…

Optimist marka gaz ocakları çok meşhurdu o zamanlar, diğer markalara göre sessizdi... Önce ispirto döküp yakılarak başlığının ısınması sağlanırdı ki havayla sıkıştırılan gaz yağı uçucu bir hâle dönüşüp yansın… Ara sıra tıkanırsa söner ve gaz yağı kokusu evi sarardı. Hemen özel iğnesiyle tıkanıklık giderilir ve tekrar yakılırdı.

Laf aramızda her ne kadar yenisini de alsak, bizim evde, evlenirken aldığımız düdüklü tencere hâlâ duruyor ve kırk yılı aşkın bir süredir pişirmeye devam ediyor. Bizimle birlikte o da pişiyor!

Tüp gazlar çıkınca gaz ocaklarının pabucu dama atıldı… çok sonraları allanıp pullanıp vitrinleri bir nostalji abidesi gibi süslediyse de şimdilerde o da unutuldu gitti…

Ben gaz ocağının sesini çok severdim yanına kıvrılıp yatardım kedi gibi… o yıllarda kedim yoktu ama küçücük bir köpeğim vardı, ne çok severdim onu... Sonra bir araba çiğnemişti galiba… arkasından çok ağlamıştım.

İlk bulaşık deterjanı yine biz bu mahalledeyken çıkmıştı. Kadınlar bayram etmişti resmen.

Plastik poşetlerin içinde satılıyordu, “Güneş Deterjanı…” Kül ile ovmaktan, sabun köpürtmekten kurtulmuşlardı; çabucak bulaşıklar yıkanıyor böylece sinemaya geç kalınmıyordu…

Sinemaya geç kalınmıyordu ama ya doğaya verilen zarar? O yıllarda kimsenin aklına bile gelmiyordu!

Anamdan çok dayak yediğim yıllar aynı zamanda… belki de sırpatlığım bundandır… öyle az buz değil, tokadın sesi Alâaddin’den duyulurdu…

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Udi Bestekâr Timur abinin isminin yeni yeni duyulduğu yıllar… Babamla bir ara, babamın Tevkifiye Caddesi’ndeki o merdiven altı dükkânın üstündeki -ki bir kişi o merdivenleri zor çıkardı, çok dardı- müzik aletleri ve malzemeleri satmak üzere ortak bir dükkân açmışlardı. Timur abi orada müzik dersleri de veriyordu. Sonra neden bilmiyorum kapattılar. Birçok gazinoda da akşamları birlikte sahne alıyorlardı. (Timur abi, bir paragrafta anlatılacak bir insan değil; onu ayrı bir yazı konusu yapmalıyım.)

Mehmet Ali (Renkligündoğdu) dayım vardı, çok iyi bağlama çalardı. Devlet Demiryolları’nda usta olarak çalışır, geceleri de şehrin muhtelif gazinolarında çalardı. İstasyon Gar Aile Bahçesi’nin yanı sıra Meram son duraktaki şimdi Kafem olarak hizmet veren yerde, o dönemler içkili gazino vardı, orada çalardı. Yakışıklı olduğunu söylememe gerek var mı?

Şimdiki gibi öyle kâğıt mendiller yoktu… Mendillerin bile bir asaleti, duruşu, nezaketi vardı. Hani her bayram, şekerin yanında biz çocukların cebine konulan süslü süslü hediye mendiller… Tabii her mendil, bizim çocuk mendilleri gibi masum değildi; dayım rujlu mendillerini anneme getirirdi yıkanması için de anlamazdım, meğerse… yengem duymasın bunu!

Dayım, küçükken müziğe merak sarmış ama öyle kolay mı bir bağlama almak… Çocuk aklıyla yağ tenekesine bir sopa çakmış, teller uydurmuş… Dayım çok yaratıcıydı, Garipler’deki evde ramazan akşamları Karagözcülere özenip limon kasasından kukla sahnesi bile yapmıştı, mumlarla aydınlatırdı.

Bir gece sabaha kadar ağlamış ve anneannem dayanamamış gitmiş bir cura almış dayıma… Sesi de güzeldi dayımın ve tezenesi de… yıllar sonra ben bir kasetini bulmuştum. “Kır onu” demişti de ben dinlememiştim… (O kaset hâlâ bende saklı.) Ne de olsa artık o bir hacıydı ve Konya’da gelenek olduğu üzere tövbe etmiş, sazı bırakmıştı…

Konya müziği için büyük kayıptı…

Bu tövbe meselesi oldukça enteresandır; kimisi “Konya toprağında çalmayacağım” diye kimisi ise “elime almayacağım” diye yemin eder ki ilerleyen günlerde hani canı çekerse kitaba uydurulsun diye…

Ayakkabısının içine başka şehirden toprak getirtip koyanların veyahut kanunu eline almadan, kucağına başkasının koymasından sonra çalanların hikâyeleri şehrin hafızasını süslerken, bu renk cümbüşünden nerelere geldiğimizin de kinayeli bir tablosu çizilir aslında…

O yılların anlayışıyla günümüzün anlayışı arasında eskilerin deyimiyle “arada Takkeli Dağ var” demek mümkün… Hatta “Loras var” bile diyebilirsiniz!

O insanların dünyası bir başa dünyaya evrildi (yoksa “çevrildi” demem mi daha uygun?) şimdi… ve galiba bizler yaşlandıkça da dünün yarı sisli, boz bulanık hatıraları arasında gezinirken, belki de dünü biraz abartıyoruz; çünkü bugünü hazırlayanın aslında dün olduğunu unutuveriyoruz.

Bir gün, bizi de unuturlar ama yazdıklarımız, anılarımız; şehrin ortak hafızasının en görkemli yerinde, dünün ihtişamını/hoşgörüsünü ve tabii ki o mutluluğu yaşamaya, sonsuza dek devam edecektir.

TAHİR SAKMAN




Timur Alpsakarya'nın gençlik yıllarından...


 Timur Alpsakarya 


KENDİNLE YARIŞMAK!

 


 

Yaklaşık iki aydır üzerinde çalışıyorum. İlk yazılarımın görüldüğü yıllardan başlayarak günümüzün sosyal medya mecrasında yazdığım makalelerin, araştırma ve incelemelerin künyesini çıkarıyorum.

%99’una ulaştım ve bunların künyelerini dijitale ortama aktardım. Çok az bir bölümüne ulaşamadım, onları da ilerleyen zaman dilimi içerisinde bulmayı umuyorum.

Neredeyse her konuda kalem yürütmüşüz; kendimize iş güç edinmişiz… ki hâlâ öyleyim; bu nasıl bir tutkudur ki?

“Anadolu Manşet” gazetesinde bir dönem genel yayın koordinatörü olarak çalışmanın haricinde profesyonel olarak da çalışmamama rağmen…

Çok cesur köşe yazıları yazmışım. Gezdiğim yerleri fotoğraflayıp onlarla ilgili yazı serileri yayımlamışım, söyleşiler hazırlamışım. Bu fotoğraflar için gezi masraflarının dışında banyo, baskı işleri için harcanan para sonra zaman…

Başka bir tutku başka bir heyecandı o günler…

"öteki-sanat" ismiyle kültür sanat sayfası hazırlamıştım bir dönem, müthişti... ama hep yalnızdım...

Konya folkloru, Konya oturakları ve türkü kültürü ile ilgili hatta insanları ile ilgili öyle şeyler yazmışım ki… şiirler, mâniler... bunların bir kısmı kitap oldu ama daha kitaplaşmayı bekleyen onca yazı var…

Bu yazılardan bir seçki hazırlıyorum ki oldukça hacimli olmasının yanı sıra dünün Konya’sı ve Türkiye’si hakkında açılımlara da sahne olacak… Belki de ikiye hatta üçe bölmeliyim; çünkü sanırım 700 sayfayı aşkın bir kaynak olacak…

Hatta öyle ki asıl işimin önüne geçmişti bu heves… Dükkânımı kapatıp basın toplantısı izlemeye neden giderdim ki?

Hiçbir gazete bir makara film bile vermemişti oysa… Zor günlerim olmuştu, iş aradığım günler… Kapıları yüzüme kapanmıştı, bir tek Sabri Altun ağabey gazeteyi bana emanet etmişti… Bir de Seyit Küçükbezirci ağabeyim hep yanımdaydı…

Yazılarımdaki keskinliğim, inandığım değerlerim, kimi çevrelerin siyasal çekinceleri miydi bu sonucu hazırlayan?

Bir günde 6 basın toplantısına gittiğimi ve bunları haberleştirdiğimi biliyorum. İnanılmaz bir hızla kendimle yarıştığım yıllar…

“Yavaş Tahir”, “Yavaşla Tahir” diye uyarırlardı merhum şair dostum, abim Nevzat Küçükerdoğan ile Seyit Küçükbezirci abim… Yalçın Dikilitaş’ı anmasam eksik kalır, onun da çok açık desteğini gördüm tabii bu arada İbrahim Sur’u unutmak hiç olmaz…

Hepsine rahmet olsun, beni böyle burada, tek başıma bırakıp gittiler…

Ama hiç şikayetçi olmadım; onlar bana okul görevi gördü, inadına yazdım, severek yazdım, yazdıkça daha da çok sevdim daha da çok yazdım.

Kendimi asla kısıtlamadım, okudum, araştırdım öğrendim, eksiklerimi kapattım, kendimi geliştirdim. Ve hâlâ kendimi geliştirmenin, yazmanın peşindeyim.

Üslubum, o günlerin sonucudur.

Sadece yazılarımın künyesi bile 60 sayfayı geçti, neredeyse bir kitap hacmine ulaştı.

Çok seviniyorum çok da üzülüyorum… Çok daha farklı şeyler yapabilirdim: biliyorum, bende o kapasite var ama…

"Kumaş iyi" demişti Âşık Salihi ağabeyim, "Kumaş iyi..."

Her neyse şikâyet yok, ben işime bakıyorum; geleceğin araştırmacına kaynaklar sunmaya devam…

 TAHİR SAKMAN




12 Ocak, 2022

GÖKYÜZÜNE BAK!







Çok şey yazmak istiyorum…
Avaz avaz haykırmak istiyorum ama…
Sönen hayatların arkasından ailelerin açıklamalarını okuyunca… vazgeçiyorum…
Umudumuz olan gençlerimizi, böyle yalnız böyle çaresiz mi bırakacağız?
Dün bir film izledim; “Don’t Look Up…”
“Gökyüzüne bak” diyordu, “Gökyüzüne bak!”
Mesele de burada başlıyor zaten:
Toprağa bakan bir gençlik olmamalı; gençlerimizin gözü ufuklarda olmalı, gökyüzüne bakmalı!
“İstikbal göklerdedir” sözünü hatırladınız mı? Boşuna dememiş; Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk…
Sanayide, tarımda, hayvancılıkta… okulda, eğitim ve öğretimde; yaşın ve işin ne olursa olsun, saçınızın bir teline bile kıyamayız, umudumuzsunuz, geleceğimizsiniz, lütfen; acil, hemen şimdi, şu an, vakit kaybetmeye tahammülümüz yok, haydi:
Gökyüzüne bak!
TAHİR SAKMAN




11 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅴ (KAVAKLARDAN GÖKYÜZÜNE)



 



Çocukluğumun o günleri müstesna günlermiş; günümüzdeki olumsuzlukları görünce bunu daha iyi anlıyorum.

Evvela “güven” diye bir şey vardı… Bir şeylerden korkmazdık, komşular kollar, gözetirdi ki zaten öyle şeylere gerek kalmazdı.

Muhacir Pazarı’nda, pazar kurulan alanın doğu yönünde Söylemez’in Konağı vardı… Halkın “Söylemez Sultan” ismini verdiği bu zat ile ilgili olarak anlatılanlar çoğu zaman şehir efsanesinden öteye gitmiyor.

[Şeyh Fazıl Hüseyin Efendi ismindeki bu zat ile ilgili olarak daha detaylı bilgi isteyenler için: KÜÇÜKDAĞ, Yusuf (1999), “Söylemez”, Yeni Gazete/Cönk, (7 Nisan).]

Konuşmuyormuş… ermiş vs. … Oysa adamcağız Hindistan’dan gelmiş ve tek kelime Türkçe bilmiyor, konuşsa ne olacak?

Neyse konumuz bu değil; Söylemez Sultan’ın konağının yan tarafları yani Larende Caddesi’nin [Sahipata Cad.] yan tarafı, bugün Etnografya Müzesi’nin olduğu tarafta ağaç pazarı vardı…

Uzun uzun, göğe doğru yükselen bir anıt gibiydi ağaçlar ve bu alan ağaçlardan oluşan labirentlerle doluydu. Buralarda biz korkmadan gece yarılarına kadar saklambaç oynardık. Öyle karışıktı ki bazen saklandığımız yeri bir daha bulmamız mümkün olmazdı. Gizli geçitler, dehlizler… masallardan öte bir yere açılan bir kapıydı bizim için. Gizem doluydu.

Çoğunluğu kavaklardan oluştuğu için o kavakların kendine has kokusu hâlâ sanki dünmüş gibi burnumda tüter. Biz çocuklar sanki kavaklara tırmanıp gökyüzüne ulaşmanın heyecanını yaşardık… Adrenalin?

Kötülük nedir bilmediğimiz için aklımıza bile gelmezdi. O küçük yaşımıza rağmen korkmadan nasıl oynardık? Bu, mahallemizin verdiği bir güven duygusu olmalıydı…

Şimdi bakıyorum; herkes sitelerin içine, kendilerini neredeyse hapsetmişler; kendi evlerine bile güvenliğin izni olmadan giremiyorlar! Bir tek pasaport sormadıkları kaldı!

Biz çocuklar çok mutluyduk; çünkü özgürdük… gökyüzü, her gün bizi kendine çağırırdı ve biz de bu çağrıya kulak verir, koşardık yalın ayaklarımızla…

Evimizin bodrumunda inek, dana eksik olmazdı… Dışarıya süt satmadığımız gibi dışarıdan da peynir yoğurt vs. satın almazdık, yediğimiz her şey kendi üretimimiz ve doğaldı.

O yıllarda birçok Konya evi böyleydi, herkes üretirdi. Şimdi artık o günler çok gerilerde kaldı hepimiz tüketiyoruz…

Hayvanların mayısları gübreleri haliyle evin hayatında (avlusunda) birikirdi…

Bir gün sabahın erken saatlerinde, babam bir misafir getirdi eve… Bizim hayada girince derin derin nefesler çekti ve özlem dolu bir sesle şöyle dediğini hatırlıyorum: “Ohh, özlemişim; mis gibi tezek kokusunu…”

Meğerse babamın arkadaşı ünlü bir bağlama sanatçısıymış ki o yıllarda tanımayan yoktu.

TRT Ankara Radyosu saz sanatçılarından olan Ahmet Gazi Ayhan, o sabah kahvaltıyı bizimle birlikte yaptı sonraki günlerde eşi ünlü türkücümüz Yıldız Ayhan’ı da getirmişti.

O yıl ve daha sonraki yıllarda, Ahmet Gazi Ayhan ve eşini çok sık görecektik. İstasyondaki Kelleci Celal Mercan’ın işlettiği kır gazinosunda her yıl programa gelirlerdi. Yıldız Ayhan o yılların flaş ismiydi, Konya’ya geldiği zaman olay olur, gazinoda yer bulmak zorlaşırdı.

Konya’nın ilk aile gazinosuydu sanırım. (Bu konsepte başka da olmadı.) Kelleci lakabı, istasyonda önceleri kelle sattığı için verilmiş, sonra bu bahçeyi kiralamış ve şehrin yaz akşamlarına bir soluk getirmiş.

istasyonda önceleri kelle satarmış sonra bu bahçeyi kiralamış ve şehrin yaz akşamlarına bir soluk getirmiş.

“İstasyon Gar Aile Bahçesi” ismiyle hizmet veren bu işletmeye, kimler gelmezdi ki… O yılların popüler sanatçıların tamamını buradan dinlemek imkânına kavuşurdu Konyalı.

Biz de annemle birlikte çok giderdik, Babam işte olduğu için annemle ikimiz giderdik. Bir keresinde Yıldız Ayhan’ın davetlisi olarak gitmiş, ön masalardan birine oturmuştuk. Yıldız Hanım o gece sahnede ailemizden bahsedip beni ve annemi onore etmişti. Bugün, böyle gidebileceğiniz bir yer yok sanırım. Bahçe ikiye bölünmüştü ama isteyen karışık da oturabilirdi. Bir tarafta erkekler diğer tarafta aileler… İçki servisi de yapılıyordu.

Ahmet Gazi Ayhan, Gar Aile Bahçesi’ndeki programını bitirdikten sonra babamın çalıştığı gazinoya gider, orası da kapandıktan sonra bir Konya evinde yapılan oturaklara misafir olurlarmış, babamla birlikte. Konya’da olduğu müddetçe neredeyse günün yarısını birlikte geçirirlerdi.

Usta bir bağlama sanatçısı olan merhum, babamla birlikte Konya türkülerini geçerlermiş. Babam ona birçok türkü verdiğini söylerdi.

Yıllar sonra TRT’de yayımlanan Can Etili’nin hazırladığı “Türkü Defteri” isimli programın çekimleri için Kemal Koldaş’la birlikte bizim eve gelen Yıldız Ayhan o günleri yad etmişti.  

Ahmet Gazi Ayhan ve eşi Yıldız Ayhan sır oldular, babam ve Kemal Koldaş da…

Ama biliyoruz ki tıpkı şairin dediği gibi “Baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş…”

Onun için bize düşen hâlâ nefesimiz varken; “Avazeyi bu âleme Davut gibi sal”maktan ibaret…

Şehrin semaları; sesinizi bir gün yansıtacaktır, eminim…

TAHİR SAKMAN



Mazhar Sakman, Yıldız Ayhan "Fırın Üstünde Fırın" türküsünü birlikte seslendiriyorlar:

06 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅳ (DAMDAKİ PENCERE)

 



Konya’nın yerli Romanları üzerine henüz bir araştırma yapılmadı, onların kökeni neresidir bilmiyorum ama meslek sahibi olduklarını özellikle sıcak demircilik yaptıklarını biliyorum. Onları ayırt etmek zaten imkânsız gibi bir şeydi tamamen asimile olmuşlardı.

Babaannemin Akbaş Mahallesi’ndeki evinin çevresinde yaşayanlar vardı, söylemeseler asla bilemezdiniz. İşlerinde güçlerinde, çevreleriyle uyumlu insanlardı. Zanaatlarıyla, insanlıklarıyla kendilerini kabul ettirmişlerdi.

Hatta o kadar ki Konya’nın eski Romanlarına, eski Konyalılar “bizim Romanlar” diyerek ne kadar benimsediklerini göstermişlerdir. Bunlardan şimdi kim kalmıştır bilemiyorum ama Konya’nın kadim zamanlarından gelen kültür mozaiğine ayrı bir renk kattıklarını düşünüyorum.

Babam bu evi satın alınca, (Muhacir Pazarı, Selimiye Mahallesi Çaldıran Sokak) eski Kız Öğretmen Okulu’nun (Şems-i Tebrizi Mahallesi) oradaki kira evinden buraya taşınmışız. Affedersiniz, yerel söylem böyleydi o zamanlar “Gavur evi” olduğunu söylerlerdi de ben anlamazdım… Muhtemelen mübadelede giden Rumlardan kalma bir evdi.

Ama çok sevmiştim; cümle kapısından içeri girince geniş sayılabilecek bir hayat karşılardı sizi… Hayadın sağında tuvalet vardı, o zamanlar Konya evlerinde tuvaletler hep dışarıda olurdu.

Zeminin biraz altında kalacak şekilde, yarı bodrumda, hayvanlar için ahır vardı, üst katta da bizim ev…

Cümle kapısının tam karşısında bir merdivenle çıkardık eve… Geniş bir tahtaboştan içeri girerdik. Antrenin sağında geniş bir misafir odası ki misafir olmadığı zamanlarda girmek cesaret isterdi benim için… Antrenin solundaki ilk oda benim odamdı…

İnsanın ailesi ve komşularının çoğunluğu müzisyen olunca… Vedat abime ve babam Mazhar Sakman’a özenmiş olmalıyım ki tahtaboşta ve tahtaboşun önündeki ahşaptan yapılma, balkonumsu çıkmanın üstüne çıkarak, elimde ütü kordonuyla konserler verirdim.

Damda pencere…

Sizin evinizde damda pencere var mı? Benim vardı; geceler boyu yıldızları seyrederek uyurdum. Kim bilir, belki de şair olmama sebep o damdaki penceredir?

Teknoloji bu kadar gelişti… bütün evlerin damlarına pencere yapsalar… ve yalnızca gökyüzüne açılsa tüm pencereler? Apartmanların tavanlarına bakmaktan sıkılmadınız mı?

Gökyüzüne açılan bir pencereniz yoksa… heyecanınız, sevinciniz… nereye gizlediniz?

Yazın mutlaka dam yuvaklanırdı… Eşeklerle çorak (toprak) getirirler, dama serilir sonra tuz atarlar, yuvakla sertleştirilirdi… değilse kar yağdı mı ev de esnaf dükkânına döner “akmazsa damlardı…”

Kar yağdığı günler, kocaman kocaman kürekleriyle dam küreyicileri dolaşırdı ki akmasa bile damların kürenmesi gerekirdi, sonuçta toprak dam, o ağırlığı kaldıramayabilirdi.

Bir de omuzlarına aldıkları uzun sopanın ucunda sallanan, geniş kapları olan yoğurtçular vardı, pek severdim… O lezzetler kaldı mı? Bir de mâniler söyleyerek geçen dondurmacılar…

Ah o kadar param olsaydı da o dondurmaların hepsini satın alıp mahallemizin tüm çocuklarına armağan etseydim… Roma dondurmasıymış… O yıllarda Maraş dondurmasından haberimiz yoktu… Eskimo dondurmasını bilirdik ama! O buzdan bir lezzet patlamasıydı, hâlâ arıyorum; heyhat, giden çoktan gitmiş…

Pamuk şekercileri unutursam eksik kalır… Üç tekerlekli bisikletin ön kısmında camekan içinde bir düzenek… Altta yanan gaz ocağı ve üzerine serpilen toz şekerleri… sonrası rengarenk bulutlardan bir düş; siz hangisini alırdınız, 10 kuruşa?

Elma şekercileri… ya şeytan şekercileri? Horozlu ister miydiniz? İyi de bunların hepsi para tuzağı… oysa biz çocuktuk; para da ne? Hayatımıza hiç sokmasaydınız da biz o sokaklarda masum masum oynasaydık…

Ne istediniz bizden?

Top oynuyorduk bir gün iyi hatırlıyorum; Çaldıran Sokak bize top sahasıydı… O kadar dalmışım ki beni uyarmaya çalışan sesleri tribünlerde yapılan tezahürat sanmışım… Atlı ekmek arabası üzerimden geçti… Ekmekçi Hayık mıydı bilmiyorum? Ama bir hafta on gün ayağa kalkamadığımı biliyorum. Annem babama yüklükten düştüğümü söylemiş…

Yüklüğü bilirsiniz değil mi? Bilenler, bilmeyenlere anlatsın!

Şimdi evlerinizde ne yüklüğünüz var ne ağzı açığınız…

Belki de o yüzdendir ağzımız açık baktığımız…

Babam saatçi dükkânını kapatıp eve gelir, akşam yemeğinden sonra çaldığı gazinoya gitmeden önce çeyrek saat kestirirdi. Uyanınca Vedat abimle kısa bir süre meşk ederlerdi. Vedat abim darbukayla eşlik ederdi…

Vedat abim (benim kadar olmasa da) çok yakışıklıydı. İzmir’den sömestri ve yaz tatillerinde Konya’ya geldiği zaman dünyalar benim olurdu. Mahallemizin kızlarını da ayrı bir heyecan sarardı. Bir komşunun, sarışın bir kızı vardı. Abime tutkundu biliyorum ama abimin planlarında evlilik yoktu o yıllarda… O dönemlerde Göztepe alt yapısında kaleciydi fakat talihsiz bir şekilde kolu kırılınca spor hayatı bitmişti.

Beni de kaleci yapacaktı, çalıştırırdı. Çaldıran sokakta top oynardık. Akşamları ise babamın velespitine biner gezmelere giderdik.

Düşünüyorum, bunca yıldır Vedat abimle hiçbir olumsuz anım olmadı. Ayrı bir dünyanın bir başka insanıdır. Yüreğindeki sevgileri herkesle paylaşmayı seven bir yapıdadır. O, müziğinin büyülü dünyasına kendini kaptırmıştı…

Önce bateri çaldı sonra gitar ve solist olarak uzun yıllar İzmir’de çalıştı ve besteleriyle kendine haklı bir yer edindi. Eserleri Türk pop müziğinin klasikleri arasına girerken ailemizin yüz akı oldu.

Onun şarkıları yaşanmış bir hayatın, notalarla, hüzünlü bir dansıdır. Kadim bir şehirden geriye kalan anıların, yeniden harman olup geleceğe sunulmasıdır. Zaten tüm yaşantımız da bunun için değil midir?

Vedat Abimin, Karma Ortaokulu'ndaki müzik öğretmeninin abime "sen müzisyen olacaksın" şeklindeki öngörüsü tutmuştu.

Vedat abim ilkokulu Altın Çeşme’de, ortaokulu ise Karma Ortaokulu’nda okudu. Lise yılları İzmir’de, Ticaret Lisesi’nde geçti… “Keşke” derdim “abim hep Konya’da olsa, tatil bitmese, abim gitmese…”

Hepimiz bir şekilde hayatın rüzgârları önünde savruluyoruz. Bu süreçte önemli olanın hayatlara dokunmak olduğunu biliyorum; kimin hayatına, kendinizinki de dâhil olmak üzere nasıl dokunduğunuzdur; sizi, siz yapan…

Bizler Sakmanlar olarak; babaannemden payımıza düşen bir sanat geleneğini, farklı versiyonlarıyla da olsa günümüze taşırken, Konya, her zaman kök saldığımız toprak olarak her zaman başımızın tacı olmuştur.

Her ne kadar, bendeniz “şehirle” hep kavgalı gibi görünsem de ki birçok şiirimde buna vurgu yapmışımdır; aslında kavgamız, sanatsız, tek düze bir yaşam dayatmalarınadır.

Hayatın tüm renklerini kucaklamamıza engel olmaya çalışanlaradır, itirazımız.

Şimdilerde ancak düşlerimizi süsleyen ve bizlerin bir zaman tüm ihtişamıyla yaşadığı/bildiği/gördüğü Konya’ya olan özlemdir.

“Size rağmen yaşadım” derken, “o size” rağmendir…

TAHİR SAKMAN









 

 

02 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅲ (ÇALGICILAR)



Muhacir Pazarı’nın müzisyenleri, yerel tabirle çalgıcıları, çocukluğumun en renkli insanlarıydılar. Pek çoğunun isimlerini yıllar sonra öğrensem de hafızamdaki yerleri yaşam sevinçleriyle her zaman dopdolu olmuştur.

Sabri İncel’i pek çok Konyalı bilir; usta bir klarnet sanatçısıydı ki eşi Adile Hanım da sahnelerin tozunu alan bir isimdi. Klarnet çalmasının yanında solistlik de yapardı ve özellikle Konya türkülerini yorumlamasıyla haklı bir ün yapmıştı. Klarnek sanatçılarının solistlik yapmasının zor olmasına rağmen o bunu da başarmış bir insandı..Sayın İncel’in kardeşi udi Sami İncel ile yollarımız yıllar sonra kesişecek ve birlikte birçok dinletiye imza atmak nasip olacaktı.

Erdoğan abi vardı darbuka çalardı, sonra Rahmi Konak vardı o da darbuka çalardı ki bu isimler sanatlarında Konya’da zirve isimlerdi. Yine klarnet Bekir abi vardı, çok mazlum bir candı. Vahit Bülbül (ritim), Yaşar Baloğlu (klarnet) gibi isimleri de unutmamak gerekir.

Aralarında yurt çapında isim yapanlar da vardı; bunların başında uzun yıllar TRT’de dinlediğimiz ve koro şefi olarak da görev yapan kemani Cavit Ünyaylar ki babam “eline kemanı ben verdim, ilk nota bilgisini benden öğrendi” der ve her zaman gururla ondan bahsederdi. Babamın Tevkifiye Caddesi’ndeki o küçücük saatçi dükkânına, Konya’ya her gelişinde uğrayıp “Hocam” diyerek elini öptüğüne çok şahit olmuşumdur.

Bizim o küçücük dükkân, sanatın merkezi gibiydi o yıllarda. İki kişinin zor sığdığı, merdiven altı diyebileceğiniz küçüklükte, Dedeler Hanı’nın Kebapçılar İçi’ne bakan tarafının tam karşısındaydı.

Ne sohbetler olurdu ayaküstü… Şehrimizdeki müzisyenlerin gündüzleri buluşma noktası gibiydi. Yıllar sonra tanıdığım bir müzisyen vardı; Konyalı değildi ama müthiş bir kemandı. Babam bir gün kemanıyla gelmesini söylemişti. Sonrası öyle bir taksim yapmıştı ki tüm esnaf toplanmıştı. “Deli Demir” lakaplı bu müzisyeni dünmüş gibi hatırlarım…

Denyo/deli demelerinin nedeni de ünlü solistlerin arkasında çalabilecekken pavyonlarda çalmayı tercih etmesine bağlarlardı. Özgür ruhlu bir adam olmalıydı, kapris çekecek bir insan değildi demek…

Yine bu ünlü isimlerden birisi de udi Hakkı Zambak’tır. Konya bu müzisyenlerle ne kadar iftihar etse azdır, bu insanların yerini doldurabildik mi? Hiç sanmıyorum; her ne kadar Muhacir Pazarı’nda müzisyen yetiştirme geleneği sürse de eski ihtişamını kaybetmiş görünüyor. Bu durumun nedenlerini de sosyo-ekonomik ve siyasi koşulların sanata bakış açısında aramamız gerektiğini düşünüyorum. Toplum dinamiklerinin evrildiği yere bakmamız bize ışık tutacaktır. 

Muhacir Pazarı’nı yurt tutan bu insanlar, gece gazinolarda çalarlar, hafta sonları da düğünlere giderlerdi. İnce ve kaba saz takımı olarak ayrı ayrı ekiplerle özellikle köy düğünlerine giderlerdi. Kaba saz takımı bilindiği gibi davul, klarnet veya zurnadan oluşurdu. İnce saz takımı ise ut, cümbüş, klarnet, ritim, kanun gibi enstrümanlardı.

Bu kadar sazende yetiştiren bu insanların içinden nedense bağlama çalan hiç yok gibidir, ben görmedim… Bu nedenle babam 12 telliyle ince saz takımına iştirak eder bu boşluğu doldururdu.

O dönemlerin köy düğünleri oldukça şaşaalı geçer dolayısıyla harman sonları başlayan düğünlerin vazgeçilmezleri olurlardı.

Şehirde o dönemlerde “kızlı kahve” ismiyle faaliyet gösteren mekânlar vardı ki yaşım itibariyle bunları bilmem mümkün değil ama çeşitli kaynaklarda ismi geçen ve hafızalarımızda yer eden Kadınlar Pazarı’nın karşısında, eskilerin bugün bile “Kayıklı Kahve Meydanı” dedikleri bölgede “Kayıklı Kahve” ismiyle hizmet veren bir işletme varmış.    

Konya’daki kızlı kahvelerin içinde en meşhuru olan bu Kayıklı Kahve’ye İstanbul’dan kantocular gelirler ve program yaparlarmış. Bildiğim kadarıyla buralarda alkol yokmuş, günümüz kafelerinin ilk örnekleri de diyebiliriz sanırım.

Daha sonraları "Tahir’in Gazinosu" ismiyle bilinen mekân açılmış, Rampalı Çarşı civarında bir yerde olduğunu söylerlerdi eskiler. Bu gazinoda fasıl yanında yöremizde “milli” denilen Konya türküleri de icra edilirmiş.

Bu gazinoların sahnesini dolduran müzisyenlerin pek çoğu gündüz başka işlerde de çalışırlardı. Ayakkabı boyacılığından tutunuz, boya badana işleri veya hamallık gibi güç işlerde de çalışarak, kimseye muhtaç olmamışlar, alın terleriyle yaşam mücadelesini sürdürmüşlerdir.

Eskiden Konya postanesinin yan tarafında lostracılar vardı ki bunlar aynı zamanda buzdolabı, para kasası gibi oldukça ağır yükleri taşımaya giderlerdi.

Muhacir Pazarı müzisyenlerini Konya’da o dönemlerde hayli yaygın olan barana müzisyenlerinden ayırmak gerekmektedir; çünkü barana müzisyenleri hayatlarını müzikten kazanan insanlar değildir. Belirli zamanlarda Konya türkülerini icra etmek için toplanmaktadırlar ve bunun dışında bir repertuvarları yoktur; onların repertuvarları Konya oturak türküleridir.

Muhacir Pazarı’nın bir de kadın müzisyenleri vardı. Bunlar salt kadınların olduğu nişan veya kına gecelerine gider, sanatlarını icra ederlerdi. Ne yazık ki bu insanlarla ilgili tıpkı, diğerleri gibi yeterli kayıt bulunmuyor. Pek çoğumuzun düğünlerini şenlendiren bu isimsiz müzisyenleri minnetle anıyorum.

Bu insanları eğlence sektörünün bir parçası gibi görmenin yanlışlığını da biliyoruz; müzik eğlencenin çok ötesinde bir kültürdür, ulusların kimliğidir, toplumun çimentosudur.

Tabii ki Muhacir Pazarı müzisyenlerinin dışında yerli Konyalılar da vardı, hayatını müzikle kazanan… (Bunları da bir başka yazıya bırakıyorum). Bu insanlar hep birlikte hayat mücadelesine girerken müziğin evrensel kulvarında birlikte kader birliği etmişlerdir. Bunların başında da babam Mazhar Sakman gelmektedir.

Yaşam porte üzerine dizilen notalar gibi inişleriyle çıkışlarıyla akarken önemli olanın onu kaçırmamak olduğunu biliyorum; çünkü bir notayı kaçırırsanız tüm melodiyi kaçırabilirsiniz…

Bazen “es” vermek de gerekiyor ama yeri ve zamanı gelince…

Hayatın ritmini yakaladığınız zaman o size zamanı gelince hatırlatacaktır es vermeniz gereken yeri…

Size düşen yaşam melodisine ayak uydurmaktır. Hayatınızın ritmini ancak siz yakalayabilirsiniz, başkası sizin yerinize o ritme asla ayak uyduramaz!

TAHİR SAKMAN







 

SEVGİLERİMİ SİZLER İÇİN BÜYÜTÜYORUM

Bir yıl daha geçti ömrümüzden; sararan yaprakların kaçınılmaz akıbeti gibi bir yıl daha düştü ömür hanemizden... Oysa biz şen şakrak türkülerin nağmelerinde kendimizi unuturken hatırlamaya çalıştığımız, aslında unutmak için çabaladığımız bir başka beni öteki baharlara öteledik...

Bu kaçıncı bir yıldır; ellerinden gül düşmeyeli, bu kaçıncı yıldır; gözlerime gözlerinin değmediği... Masal sarhoşluklarında boyamıştım her şeyi bahara; kış diye bir mevsimi unutarak..

Yaslarımı bıraktım çoktan, çoktan gömdüm resimleri yarı sisli gecelere ve düşlerim ay ışıklarıyla dolarken "hangi boşluk beni daha iyi sarar" telaşındayım şimdi...

Kırdıklarım, üzdüklerim varsa ki ki, şundan emin olun kasıtlı olmamıştır; hepinizden özür diliyorum. Bir anlık bile olsa tebessümünüzü benden yana çevirmenize engel olan her ne varsa bağışlanmayı diliyorum.

Bende haklarınız varsa hepsini helal ettim, kırgın değilim aksine kalbim tebessüm dolu yarınlarınız için...

Bu ruh, ruhlarınızdan özür diler ve sevgilerini sizler için büyütür; nice yıllar barış ve sağlıkla, bolluk ve bereketle bütünün en yüksek hayrına hep birlikte mutlu olmak için...

TAHİR SAKMAN






KURAKLIK

 Bu da suyu çekilen Altınapa Barajı... içimiz kuruyor farkında mısınız?

©Fotoğraflar: Tahir Sakman






 Mutluluk Bankası'nın Sevgi Şubesi’nde, 2022 nolu hesabınıza, varsayım olarak 365 gün daha yatırılmıştır. Günlerinizin ne zaman biteceğini bilemiyoruz. Yaşadığınızın farkındaysanız mutlu bir şekilde harcamanızı öneririz, çünkü krediniz her an bitebilir... MUTLU YILLAR...