ÜZÜM YARATILMADAN ÖNCE
SARHOŞTUK
Bir akşamüstü yollarına
düşseydim…
Can kanatlarımı sana doğru
açıp, başımı sır kapısının önüne koysaydım… seher vakti rahmetin kokularına
gark olabilseydim:
“Aklım her an tövbe
eder.
Nefsim her an tövbemi
bozar.
Arada kalmış biçareyim
İyi ki senin kapın
var.”
Seni kapın hep açık…
Gazi Mustafa Kemal
Atatürk… Ülkemizin kurtarıcısı, Cumhuriyetimizin kurucusu, sık geldiği Konya’ya
18 Şubat 1931 günü 9’uncu defa geldiğinde, on bir gün kalmıştır. 21 Şubat 1931
gününü ise tamamen Mevlâna Müzesi’nde geçirmiştir.
Bu ziyaret sırasında eski
Konya Milletvekillerinden Fuat Gökbudak ve o günlerde Konya Asarı Atika Müzesi
Müdürü olan Yusuf Akyurt’un ayrı ayrı anlattıklarına göre Atatürk, müze
müdürünün odasına girer girmez, “niyaz penceresi” üzerindeki Hz. Pir’in Allah’a
seslendiği rubaisini görmüş ve çevirisini Hasan Ali Yücel’e yaptırmıştır:
“Ey keremde, yücelikte
ve nur saçıcılıkta güneşin, ayın, yıldızların kul olduğu sen. Garip âşıklar,
senin kapından başka bir kapıya yol bulmasınlar diye öteki bütün kapılar
kapanmış, yalnız senin kapın açık kalmıştır.”
Atatürk bunu duyunca çok
duygulanmış, derin düşüncelere dalmış ve sonra şöyle demiştir:
"Hey koca Sultan!
Evet, bütün tekkeleri kapattık; fakat senin kapın kapanmadı."
Senin kapın, kıyamete
kadar ışık olmaya devam edecek…
“Duydum ki, kapıma
gelmiş, tokmağı olmadığı için, kapıyı vurmadan geri dönmüşsün. Bilmez misin?
Kalp kapısının tokmağı yoktur. O ancak içeriden açılır...”
Benden, bana açılan
kapılar…
Vahdet nurlarında…
okyanusun içinde damla… okyanusta damla ararsan bil ki okyanusta okyanustan
başka bir şey yoktur… Damla; okyanustur… Evde, ev sahibinden başka kimse
yoktur:
“Bir damlayım, ama;
denizim aslında
görünüşte küçüğüm
bir zerrenin yarısından
da.
Aşk terazisinde
tartılsam eğer;
daha büyüğüm âlemden
de.
Bir damlayım,
bir damlayım, ama;
denizim aslında.
Bunu ben demiyorum,
bu aşkın sözü
bir “hiç”im ben;
bir “hiç” aslında.” ***
Sonrası yolu olmayan bir
yoldur; elsiz ayaksız gidilen:
“Sen kapları, testileri
hele bir kır, sular nasıl bir yol tutar, gider.”
Ne testiye kıyabildik ne
kaplara… Şimdi çelik çomak oynamakla meşgulüz:
“Testinin şekliyle ne
vakte kadar oyalanıp duracaksın? Nakşından geç, ırmağa, suya yürü...”
Bu çelik çomak oyununda
payımıza düşen bu mudur?
Hz. Pir’in kutsadığı
belde-i muhayyere’de semalarınızı kaç aydınlattı Hz. Pir? Şekille oyalanmaktan
görebildiniz mi? Dünya gamından kapanmış
gözleriniz, yasınızı bile tutmaktan…
“Kardeş, mezarıma
tefsiz gelme. Çünkü Tanrı meclisinde dertli olmak yaraşmaz...”
A Pirim, biz seni sekiz
asır anlamaktan aciz kalmışız, bize susmaktan başka ne yakışır:
“Anladım ki susmak bir
cüsse işi, derin denizlerin işi. Sığ suları en hafif rüzgârlar bile
coşturabiliyor. Derin denizleri ise ancak derin sevdalar. Anladım ki, derin ve
esrarengiz olan her şey susuyor. Anladım ki susan her şey derin ve heybetli…”
Ne kendimizi bilebildik ne
haddimizi:
“Bin sene de okusam, ne
biliyorsun diye sorsalar bana, haddimi bilirim derim.”
“Aşk” diye diye içini
boşalttık, kelime anlamını yitirdi ne kelime kaldı ne işaret ettiği:
“Aşk nedir? Benim gibi
olursan anlarsın.”
Ne kendimiz olabildik ne
de senin gibi… kimliksiz rüzgârların önünde savrulduk:
“Anam aşk, babam aşk,
peygamberim aşk, Allah'ım aşk. Ben bir aşk çocuğuyum, bu âleme aşkı ve sevgiyi
söylemeye geldim.”
Sonrası söz mülkünün
bittiği yerdir:
“Tanrı beni aşk
şarabından yaratmıştır. Ölsem, çürüsem bile gene o aşkım ben. Ben öylesine bir
sarhoşum ki, aslım aşk şarabı.”
Bizim sarhoşluğumuz
şımarıklığımızdandır… Âşıkların ah çekerken:
“Cihanda üzüm
yaratılmamışken bizim canımız sarhoştu.”
Korkularımız firakındandır
artık:
“Batmayı, gözden
kaybolmayı gördün ya, bir de doğmayı gör. Güneş ve aya batmaktan hiç ziyan gelir
mi?”
Eyvallah Pirim, eyvallah
Hu…
Nasıl ki doğduk ışığına,
vuslatın bize helaldir!
Her ânımız şeb-i arus, her
ışığımız sensin artık…
***Mevlâna, “Divan-ı
Kebir”, çev. Doç. Dr. Nuri Şimşekler.
TAHİR SAKMAN

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınız kişisel haklara ve yasalara uygun olmalıdır, yorumlarınızdan dolayı sorumlu olacağınızı lütfen unutmayınız.