YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

28 Şubat, 2025

BAMYA ÇORBASINA KESİLMEK


 

BAMYA ÇORBASINA KESİLMEK
 
Kadınlar Pazarı kim, biz kim… “Bamya fiyatları mı” dedi birisi? Sormayın!
 
Ben sormak gafletinde bulundum: Tam cevap verecekti ki, bir adam koşarak geldi sanırım patron, öbürünün cevap vermesine meydan vermeden 4 bin dedi, dört bin, yazıyla da… hem vallaha hem billaha… hatta tallaha…
 
Sonra döndü “şu var” dedi, “3500…” Çorum’un bamya borsasından falan söz etti ki ben hiç duymamıştım, cahilliğimden utandım yüz gram aldım, utancımı bastırmak için… 400 lira…
 
Balon almış çocuk sevinçleriyle gidiyordum ki… yan dükkânda gözüme ilişti ve yine sormak gafletinde bulundum… “3500” dedi… aldığım bamyaya baktım bir de o bamyaya aynısı değilse de tıpkısı…
 
Artık coşmuştum “ver iki yüz gram” demişim… Hatırladığım en son şey 700 lira… önceki de 400, etti mi size bin yüz…
 
Madem bamya çorbasından söz ettik şimdi Hacı Veyiszade merhumun sünnetinden söz etmesek olmaz: Malum bamya çorbası Konya’da düğünlerin de vazgeçilmezidir. Sofraya kaynar olarak gelir ve Konyalı olmayanlar hele bir de metal kaşıkla hemen dalarsa yandığının resmidir…
 
Hacı Veyiszade bamya çorbası gelince hem sıcaklığını düşürmek için hem de yağını biraz seyreltmek için bir bardak su dökermiş… Siz de öyle yapın Konyalı olmayanlar, ağzınız yanmasın. Bakın, “dimedi dimeyin…”
 
Ramazanın iftar sofralarında bamya çorbası olmazsa, eksik kalır bir yanı, öbür yanı da su böreği… daha bunun kasap tarafı da var; kuşbaşısı var, içine az kuyruk yağı doğramazsanız yine olmaz… Mübarek kuyruk yağı şöle (şöyle değil) deryalarda dolanan gemiler gibi bamyanın üzerinde dolanmazsa… ı-ıh, olmaz!
 
Neyse ben en azından bamya kısmını hallettim, bir sonraki ayda kasaba uğrarım… Niye olacak canım kesilmek için…
 
TAHİR SAKMAN
 
 

26 Şubat, 2025

KADINLAR PAZARI RÜYASI

 

KADINLAR PAZARI RÜYASI
 
Malum mübarek ramazan ayı geldi çattı… Adettendir; Kadınlar Pazarı’na gittim, gözlerime inanamadım:
 
Bütün esnaflar tertemiz önlükler giymişler, yetmemiş bütün dükkânların ışıl ışıl olması bir yana bütün gıda maddeleri de pırıl pırıl. O dışarıda, kapı önlerinde aldığımız küflü peynirler bile soğutmalı tezgahlara ihtimamla konulmuş, sanki sarraf vitrinindeki altınlar gibi kurum kurum kuruluyor… Camekanlarda çok aradım ama tozun zerresini bile bulmak mümkün değil…
 
O canım sakız gibi, kar gibi yoğurtlar, siyah zümrüt gibi zeytinler, kayısı kuruları vitrinlerde, ağzı açık hiçbir şey yok… Benim ağzım açık kalmış sadece; hayretten…
 
Esnaflar kapı önlerinde size asılmıyorlar, içeri yönelirseniz sizi buyrunlarla karşılıyorlar; bir güler yüz bir güler yüz, hoş geldiniz efendimler gırla… Yani almasam ayıp olur diyorsunuz ve alıyorsunuz…
 
Fiyatlar da oldukça makul; hani o geçmiş senelerdeki gibi “ramazan bereketi” deyip sakalını sıvazlayan esnaflar gitmiş yerine müşteriye yardımcı olmak için çırpınan, oldukça kanaatkâr, hani o özlediğimiz kibar esnaflar gelmiş. Çok şaşırdım, çok…
 
Ama olmuyor ki? Biz böyle alışmamıştık; en azından insan biraz azarlar müşteriyi, değil mi ama?
 
Unutursam vallahi ayıp olacak; esnafların hepsi de mi sakal tıraşı olur, yapma ya birader? İçlerinde hiç mi yok; sakal tıraşı olmamış, özensiz bir kıyafetle işe gelen? Yok efendim, yok, bu esnaflara bir haller olmuş…
 
O yerlerde sürünen kasaların içinde tavuk dedikleri parçalar falan kalkmış ortadan. Böyle hijyenik bir ortamı ancak hastanelerde bulabilirsiniz, buna kefilim… Kötü kokular… ayıp oluyor burası mis kokuyor mis!
 
Zabıtalar derseniz zaten dolanıp duruyorlar ve daha şikayet olmadan faturaları ve etiketleri gözden geçirip, satışa sunulan gıda maddelerinin sağlık koşullarına uygunluğunu an be an takip ediyorlar. Gözlerim yaşardı…
 
Esasen zabıtaya ne hacet; vicdandan daha büyük, daha etkili bir kolluk olabilir mi? Tabii ki olamaz ve bu Kadınlar Pazarı da bunun ispatı değilse nedir? Esnaflar; vicdanlarını zabıta yapmışlar…
 
Rüyada mıyım sormayın; vallahi de rüya gibiydi, billahi de…
 
Ama unutmayın; rüyalar da bir gün gerçek olabilir… de… ya Kadınlar Pazarı?
 
NOT: Yazıda bahsi geçen mekânların ve pazarların gerçek pazarlarla isim benzerliğinden başka ortak bir yönü yoktur. Yazı tamamen hayal ürünü olup gerçeklerle isim benzerliğinden başka hiçbir alakası yoktur.
 
TAHİR SAKMAN
 
 
 

21 Şubat, 2025

ACINIZ NERELİ



 




ACINIZ NERELİ
 
gelen giden adı üstünde göç pazarı
bir tarafı kafkas’tır bir tarafı rumeli
takasa verilmiş hayatlar
soramam size acınız nereli
 
selanik’ten gelmiş dedesi
ne oralıdır ne buralı
papuç değil a be kuzum
gökyüzü boyar bir kanadı yaralı
 
Bu Muhacir Pazarı, Anadolu’nun yazgısını anlatır kestirmeden…
 
Adı üstünde Muhacir Pazarı; burada hayatlar pazarlanmış, hikâyeler unutulsa da bazı acılar hep taze… Dünün, hüzünlü Roman neşesi el ayak çekmiş… başka mevzular yaralıyor şimdi…
 
Oturduğumuz evin gökyüzüne açılan bir penceresi vardı; oradan, gece yıldızlara bakarak uyurdum. Samanyolunu düşlermişim ki… şiirlerim hep yıldız dolu. Kar yağdığı zamanlar beyaza bürünürdü her yer, tertemiz olurdu… Evimizin -özür dilerim- “gavur evi” olduğunu söylerlerdi, mübadelede gitmiş olmalılar. Yazın, babam damda hazır duran dam yuvağı ile tuz serperek damı sertleştirmeye çalışırdı, olmadı çevre köylerden eşeklerle gelen çorak toprağı dama serdirir sonra yuvaklanırdı ki dam akmasın…
 
Aktığı zaman çok hoşuma giderdi; “esnaf dükkânı, akmasa damlar” derdi babam, altına tenekeden yapılma helva leğenini koyarken… Eskiden çöğen helvaları bakkallarda leğen içinde satılırdı ve helva bitince tenekesi de ayrı satılırdı…
 
O leğene damlayan suların sesi, mahallemizden eksik olmayan müzik sesi gibiydi. Belki de o ses, helvadan geriye kalan lezzetti… Ne helvanız kaldı ne müziğiniz…
 
Alt katta ahır vardı… İneklerimiz vardı ve evin hayadı mayıs dolardı ve tabii ki tezekler… Merdivenle çıkılan bir tahtaboşumuz vardı, yaz geceleri nefes aldığımız ve ütü kordonuyla bendenizin türküler söylediği… Vedat abim darbuka çalardı ve babamla birlikte akşamları babam gazinoya gitmeden önce kısa bir fasıl geçerlerdi… (Vedat abimi keşfettiler ama beni bir türlü  keşfedemediler. Sanattan anlamıyorlar!) Ahmet Gazi Ayhan, bir sabah babamla oturaktan gelmişlerdi: Derin nefesler eşliğinde “tezek kokusuna hasret kalmışım” dediğini de hatırlıyorum.
 
Yaşım çok küçüktü ama hatıralarım o kadar çok büyük ki…
 
Çaldıran Sokak’ın üst tarafında kahvehaneler vardı, müzisyenlerin iş bağladığı ve boş zamanlarında vakit öldürdüğü. Geceleri papyon kravatla sahneye çıkan müzisyenleri burada günlük kıyafetlerle görmek sizi şaşırtabilirdi. Hamallık da yaparlardı, boyacılık da… Kimisi Kayalı Park’taki PTT’nin yanında sıralanır, ayakkabı boyardı. Burası tam bir açık hava lostra salonu gibiydi… Oysa onlar gökyüzünü boyayan insanlardı…
 
Tatar Camisi… Mahallede Tatar göçmenler de vardı, halamın bana aktardığına göre (ki halam Tatar’dı, dedemin ikinci eşinden olan kızıydı) burada yaşayan Tatarlar, Kafkas göçmeniydi… Halamın akrabaları burada otururdu ve halam yaz tatilinde geldiği zaman bizim eve ziyarete gelirlerdi.
 
Çok renkli bir mahalleydi bizimki… Tatarlar, Romanlar ve çevre köylerden yazın taşınıp kışı burada geçiren köylüler…
 
Merhum babam Mazhar Sakman’ın okuduğu türkü gibiydi her şey:


/Gamayı vurdum yere 
Yıkılaydı ganlı dere    
Çağır sorun anneme
Benim vatanım nere/
 
Bu türküyü Muhacir Pazarı’yla özdeşleştiririm her nedense… Sahi, benim vatanım nere?
 
Muhacir Pazarı’nın yazgısı çok değişmedi… Önce Tatarlar gitti sonra Romanlar… köylüler çok önce gitmişlerdi ve bizim gibi Konyalılar… Şimdilerde Suriyeli sığınmacılar bir ışık arıyor. Anadolu’nun yazgısı vurulmuş Muhacir Pazarı’na… Gidenler, gelenler… göç göç üstüne, sürüyor…
 
Göç; göç üstüne sürüyor ve Muhacir Pazarı geleceğe ışık olmanın, umut olmanın telaşıyla badanalı evlerde yaşama karışıyor… Müziğin sesi eksilse de hâlâ sevgiyle, inceden bir gırnata sesi yüreğinizin kapılarını aralamaya devam ediyor.
 
TAHİR SAKMAN



 

19 Şubat, 2025

MUHACİR PAZARI’NDA ROMAN AKŞAMLARI



MUHACİR PAZARI’NDA ROMAN AKŞAMLARI
 
şehir ışıklarını döküyor geceye
binlerce ampul patlıyor için için
kaç hikâye yaşanıyor kim bilir
 
kaçaklar dolaşıyor sinsi sinsi
bir sevgili arıyor kaldırımlar
buz tutan yürekler umarsız
koşuyor kendisiz karanlıklara
 
vitrinler gibi aydınlık değil oysa
çevirme var ilerde belli
hangi çağa kaçsam yakalanmam
kendimin olmadığı bir yer ve sensiz
 
sirenler çalıyor bir şafakta
belli belirsiz bir uzakta
kalemim gökyüzünde direniyor
aklım uzakta gönlüm tuzakta

şehir ışıklarını söndürürken
yazgın sana dönüyor ve isyanın
bir şeyler patlıyor yine
yeni bir yangın ve içinde sen
 
dilsizdir oysa neler görmüştür anlatamaz
zafer’e çıkan tüm sokaklarda eksiktir yaşam
isyan kokar ve masum olmayan aşklardan
geriye kalandır korkak bir gözyaşı
 
muhacir pazarı’nda roman akşamları
tasasız geçen günlerin acısı saklıdır
park sineması’nda matine varsa
halimizi oynar iki film acıklıdır
 
gırnatanın sesi bölerken uykuları
pandelacı mahmur kadehlere gizlenmiş
meloş abla’nın kahkahası duyulmuyor
kemancı deli demir uyandırır duyguları
 
kim kaçmış geceye kim
çaldıran sokak'ta bir çocuk
gündüz hamal gece müzisyen
notalara sığmaz şarkıları
 
bir çocuktum ben hep çocuk
gökyüzüne açılırdı pencereler
tatar camisi’nde salalar verilmiş
çorak damlı evlerde yırtılmış perdeler
 
camlı köşk de yıkıldı heyhat
bir alâattin kaldı bir de ben
selçukya’dan emanet
dede bahçesi’ne gömülen
 
bu şehir hep böyledir eskiden de yanardı
hikâyeler vardı suskun ve anlatılmamış
yeter ki bir ışık düşsün kuytu köşelere
ne anlatırsan anlat bu kaldırımlar kanardı
 
/hey sen yalnız adam
sil her şeyi yaz yeni baştan/
 
TAHİR SAKMAN
 
 



18 Şubat, 2025

SONSUZA IŞIK PARLATMAK VEYAHUT ŞEHRİN HAFIZASINDA BİR SATIRLIK YER


 

SONSUZA IŞIK PARLATMAK VEYAHUT ŞEHRİN HAFIZASINDA BİR SATIRLIK YER
 
Her şey bir masal gibi geliyor şimdi…
 
Dünün sisleri aralandıkça, yüreğimi basan ateşler yakıyor dünümü, yarınımı… Emir Seyfettin Karasungur Türbesi’nin duvarına oturmuşum, ellerim titriyor, yüreğim pır pır… Vedat abim Lubitel makinenin basmış deklanşörüne…
 
Yaşantımın ikinci kilometre taşlarından birisi ve yaşama yine devam demişim… Bir süre kirada oturmuşuz; sanırım babaannem Vesile Hanım ile annem arasında bir sıkıntı olmuş ve kiraya çıkmak zorunda kalmışız. Kız Öğretmen Okulu’nun arka tarafında Emir Seyfettin Karasungur Türbesi civarında… Bir kadın vardı Yaşar teyze… Beni ısırırdı, öylesine korkmuştum ki ondan… Meğerse o, beni küfrettirmek için ısırırmış… O küfrü şimdi yazamam… (Bir ara kulağınıza fısıldarım.)
 
Annem, yağ kızartırken gazocağında, kızgın yağa elimi batırmışım… Sol bileğimde hâlâ izini taşırım. Doktor çok kızmış anneme, “senin elin yansaydı” demiş… Yaşamaya devam demişim yine…
 
Sonra Garipler’de… Bildiniz mi? Vatan Caddesi’nin İhsaniye tarafı… Nedense oraya Garipler denilirdi. Kim bilir, belki de o dönemlerde garip gureba insanların oturduğu bir yerdi?   Adalhan’ın karşısında şimdiki Barış Apartmanı’nın olduğu yerde Romanlar çadır kurup tel gerer, cambazlar gösteri yaparlardı. Bir gün tahtabacakla yapılan gösteriyi izleyip çok korkmuştum.
 
Anneannemin evi Garipler’deydi… Şimdiki Petek Pastanesi’nin oralarda bir yerde, patika gibi bir yerden geçilirdi, ev arka tarafta iki katlı bir evdi. Evin arka tarafından şehir ırmağı geçerdi ve üzerinden sırıkla atlardık…
 
Anneannem Sultan Hanım, dominant bir kadındı, tüm aileyi toplardı… Hatta bu yönüyle anaerkil bir aile demek bile mümkündü. Rahmet olsun. Soğuk kış günlerinde gittiğimiz zaman dönüş saatine yakın uyuma numarası yapardım ki orada kalayım… Yine öyle yaptım. Babamla bisikletle geldiğimiz için beni ve annemi taşımak oldukça zordu.
 
Herkes gidince ben uyandım tabii… Anneannem üst katta sobayı yakmış beni yatırmıştı ki…Genzimi bir şeyler yakıyordu, gözlerim yaşarıyordu. Uyumaya çalışsam da ne mümkün, kalktım odanın içinde bir tur attım, tekrar yattım… Işığı yakmak hiç aklıma gelmemişti.
 
Anneannem ayak sesimi duymuş… Hayatım kurtulmuştu, yine yaşama devam diyecektim. Anneannem yukarı gelip ışığı yakınca… Bir faciadan kurtulmuştum. Dumandan göz gözü görmüyordu, Beni kaldırdı hemen, pencereleri açtı… Soba tutuşmamış, tütmüş her yeri duman sarmıştı.
 
O evde, annemin babalığı Yusuf dedem ne hikâyeler anlatırdı, üç gece bitmezdi… Portakalların kokusu evi sarardı, ben, özellikle cin peri hikâyelerini dinlerken bir yerlere sokulurdum… Nasıl bir bereketti, alın teriydi ki bütün aileyi ağırlardı… Bütün bir kış o evde misafir eksik olmazdı. Yusuf dedem, un fabrikasında çalışırdı, hamallık yapardı, aslen Erzurumluydu, Konya’ya gelmiş ve anneannemin ikinci eşi olmuştu.
 
Adil enişte vardı… O gecelerde pişmaniye çekerdi. Yapı ustasıydı, anneannemin kız kardeşinin eşiydi. Babam anlatır, gülerdik hep birlikte: Bir gün duvar yapmışlar, akşam yevmiye almaya giderken ameleye “duvara dayan” demiş, Adil enişte… Parayı almışlar, hızlı adımlarla oradan uzaklaşırken duvar göçmüş… Mübalağa olduğu kesin ama çok gülerdik, Adil enişte dahil…
 
Bu sefer yer Sarıyakup Caddesi’ndeki bağ evimiz… Küçük bir banyomuz vardı ama pek kullanılmazdı. Anam beni kocaman bir leğene oturtur, yıkardı. Gözüme sabun kaçınca bağırırsam sumsuğu da yerdim. Ah anacığım, o sumsuklarını bir daha yesem…
 
Kış günüydü… anam odun sobasından aldığı kömürleri mangala doldurmuştu, ben üşümeyeyim diye… Bol sumsuklu yıkanma faslı sonrasında kendimi kaybetmişim… O yıllarda öyle hemen doktora koşmak yoktu, tedavi evde başlar ve devam ederdi. Keskin bir sirke kokusuyla gözümü açtım. Anam, turşunun suyunu bardağa doldurmuş bana içirmeye çalışıyordu… Ölseydim, şimdi kim hatırlardı ki? Mezarımı derin kazarlar mıydı? Pardon çok arabesk oldu…Son satırı yok saydım.
 
 
Rüya gibi günlermiş meğer… ben kilometre taşlarını atlayarak geçmiştim o günlerde ve yaşama merhaba demişim hep yeniden…
 
Zaman ne getirecek; karşıma çıkacak olan yeni kilometre taşlarını geçebilecek miyim, bilmiyorum ama yaşam serüvenim beni nereye çekecek olursa olsun, hazır olduğumu hissediyorum.
 
Bunca yıllık yaşantım, bir rüya gibiydi; rüya içinde rüya… Yaşadıklarım, hayal miydi yoksa hayal ettiklerimi mi yaşadım bilmiyorum ama artık fark etmiyor. Bu benim hayatımdı ve şehrin hafızasında bir satırlık bir yer tutabilmenin telaşıydı belki beni yaşama bağlayan… Onca hay huyun içinde Konyalı gibi, Selçukyalı gibi yaşadım…
 
Asırlar yürürken, şehrin ışıkları yine parlayacak sonsuza… Ve nice Konyalı, o ışıkları parlatmaya devam edecek…
 
TAHİR SAKMAN
 
 

17 Şubat, 2025

SOKAK ARASINDA TOP OYNAMAK


 

SOKAK ARASINDA TOP OYNAMAK
 
Sokak aralarında top oynamanın tadını şimdiki nesil bilmez sanırdım, yanılmışım…
 
Bazen bir at arabası geçer üstünüzden, bazen fayton ama maç durmaz; maç durursa hayat dururdu sanki… O naylon toplar patlayıncaya kadar… Ben en çok Metin Oktay olurdum, bir yanım hep kraldı…
 
Selimiye Mahallesi... şimdilerde Sahip Ata olmuş, Çaldıran Sokak’ta top oynuyordum, sokakta değil sanki gökyüzünde… Bir atın nallarını yakından gördüm ve tekerlerini… 5-6 yaşlarında olmalıyım, bende öyle bir yer etmiş ki dün gibi hatırlıyorum…
 
Vedat abimin bana öğrettiği gibi kalecilik yapmıyordum; çünkü ben artık Metin Oktay’ım, Varol da başkası olsun, bu seferlik…
 
Gol atacaktım… ama araba izin vermedi… Ekmek arabası, o yıllarda mahallelerde ekmek satan arabalar. Şehirdeki en meşhur ekmek satıcısı Hayık amca vardı ama ben hatırlayamıyorum, o muydu üzerimden geçen?




 
O olsaydı eğer yani Ekmekçi Hayık amca olsaydı kesin beni o halde bırakmazdı sonra ziyaretime gelir hâl hatır sorardı… Çünkü o başka bir Konyalıydı; yüreği sevgi dolu, insanı insan olduğu için seven bir can, toprağına bağlı…
 
Bir hafta evde yattım, ayağa kalkamadım; annem, babama “yüklükten düştü” demiş… Şimdi siz yani gençler yüklüğü de bilmezsiniz, hem nereden bileceksiniz ki sizin hiç yüklüğünüz olmamıştır, haklısınız… Annenize sorun, yok o da bilmez, en iyisi ninenize sorun o size anlatır…
 
İnsan hayatında kilometre taşları vardır, yol sapağı gibi; bir yanı yaşama devamdır öbür yanı malum…
 
Hayatımdaki ilk kilometre taşıydı bu benim, yaşamı seçmişim…
 
Haber izlerken… iki çocuk, hayali voleybol oynuyor… ilginç değil mi? Aslında onlar gökyüzünde oynuyorlar; en saf halleriyle… arabaların arasında kendilerine bir cennet yaratmışlar belli ki…
 
Sizin yasaklarınız umurlarında değil; betonlarınızla işgal ettiğiniz o sokaklarda fidanlar yeşeriyor… Yarınlar yemyeşil, bizimki bir umut…
 
Bir moto kurye çocukların saf dünyasının kapılarını aralıyor ve gidip top satın alıp hediye ediyor… Çocuklar sevinç yumağı… Gözlerinizi kapatın ve hayal edin; çocukların sevincini anlatmak mümkün değil…
 
Hâlâ umut var biliyor musunuz?
 
Hem de her şeye rağmen; size rağmen, bize rağmen… Bu çocuklar var olduğu müddetçe, hayal kurdukça… adımlarını bulutlara doğru attıkça; umutsuzluğa asla yer olmayacak ülkemde… Gazi Mustafa Kemal Atatürk gibi, umutlarımız hep var olacak…
 
Haydi çocuklar; smaçlarınız, geleceğimizin teminatı olacak…
 
TAHİR SAKMAN
 
 

13 Şubat, 2025

KIRIN KAŞIKLARINIZI

 

KIRIN KAŞIKLARINIZI
 
Haberleri izliyorum…
 
Haberler mi beni izliyor yoksa ben mi haberleri… İçim parçalanıyor… Bir anne, çocuğunu balıkçı tezgâhından uzaklaştırmaya çalışıyor, paramparça…
 
Bir çocuk ağlayınca kıyamet kopmuyorsa; sevsinler bu dünyanın adaletini, sevsinler bilmem kaç milyar insanın, içi boş felsefe dolu kelimelerini, şiirlerini, öykülerini…
 
Neye yararsınız siz? İçinizi parçalamıyorsa bir çocuğun ağlaması?
 
Haber devam ediyor, benim de içimin parçalanması:
 
Balıkçının da içi parçalanmış olmalı ki çocuğa bir balık veriyor, çocuk kucaklıyor sıkı sıkı… sanki balıkçı cayar da geri isterse vermem der gibi…O masum gözlerindeki hüzün yerini bir anda sonsuz bir sevince bırakıyor, sarılıyor balığa; balık da neredeyse boyu kadar var çocuğun…
 
Koşarak gidiyor, koşarak…
 
Umutlarım koşuyor o çocukla, paramparça yüreğim kendini toparlamaya çalışırken…
 
Haber… ah, bu haberler… Bu haberleri kapatın; görmeyelim, duymayalım ki rahat edelim…
 
Bir bakkal; geçmiş zaman bakkalı gibi, mahalle de öyle zaten… Başkentte, nasıl göreceksiniz ki, göremezsiniz ama haberciler görmüş:
 
Taneyle çocuk bezi satıyorlar… Kuru fasulye 7,5 lira olunca türkü yakanlar, çocuk bezinin taneyle satıldığını duyunca eminim buna da türkü yakacaklardır: Beste var zaten, sözleri eksik… Düğüm düğüm boğazlarımızda…
 
Diyemediklerimizi kim diyecek?
 
Çocuklar ağlarsa, bir çocuğun gözünden düşen yaşlar alev olup bu dünyayı yakmazsa…
 
Katlarınız, arabalarınız ve cüzdanlarınızdan dökülen… Kırın kaşıklarınızı…


Bir topun peşinde koştuğunuz kadar çocuklarınızın peşinde koşmuyorsanız... gol mü, penaltı mı, konuştuğunuz kadar ağlayan çocukları konuşmuyorsanız, kırın kaşıklarınızı...
 
Yok, ben vazgeçtim sizinle uğraşamam ama bir çocuğun gözündeki yaş sizi yakar, kırın kaşıklarınızı…
 
TAHİR SAKMAN

07 Şubat, 2025

ZAMANA İHANET ETMEK

 

Kapanmadan önceki son fotoğrafta Necati Ercengiz, sanki mazinin ihtişamlı günlerine hüzünlü bir bakış atarken... Fotoğraf; T. Sakman


ZAMANA İHANET ETMEK
 
Şimdi tarih oldu…
 
Gözümüzün önünde, bizim vefasızlığımıza baka baka…
 
Sizi bilmem ama ben bazı mekânları çok önemsiyorum… Müzelerin nasılsa bir koruyucuları var, kütüphanelerin de ama ya zanaatkârların? Yıllarca hizmet ettiği; iş ürettiği, aş ürettiği ve zanaat icra ettiği…


Zamana meydan okumak yerine zamanla uyumlu çalışmanın sırrını keşfeden Mustafa Yavuz usta, şehrin en yaşlı saatçisi olarak zamana ayar vermeyi sürdürüyor. Fotoğraf; T. Sakman


Nafakalarını çıkarırken halka hizmet eden meslek erbapları… öğrenilmesi zor, icrası özel yetenek isteyen zanaatlar… Önceki yılın son aylarında “Zamana Ayar Veren Ustalar / Konya Saatçileri” ismiyle bir dizi paylaşımlar yapmış, şehrimizdeki saatçiliğin kökenleriyle, iz bırakan ustalardan bazılarını sizlere anlatmaya çalışmıştım. (Bu çalışmamı çok yakında kitap olarak sizlerle buluşturmayı umuyorum.)


Bedesten'in Hükümet Meydanı'na bakan tarafında olan Adil ustanın dükkânı. Bu küçük dükkânda şehre nice saatçi onarım ustaları yetişmiştir. Fotoğraf: Recai Kıcıkoğlu Koleksiyonu.



Şehrin saatçiliğinde çok önemli bir yeri olan Saray Çarşısı’ndaki Şen Saatçi’den de söz etmiştim… İlk kuruluşu 1950’li yıllara dayanan bu önemli müessese…

 
Şehirde marka olmuş, simge olmuş mekânları yaşatmak zor olmamalı… onların hatıraları, tezgâhlarına sinen ustalık hikâyeleri eminim bize seslenmek için fırsat ararken… Bizlere, birer birer kapanan bu dükkânları hüzünle izlemek kalıyor…
 
Şen Saatçi, ülkemizin saatçilik piyasasında önemli bir yeri olan ve “Konyalı Saatçi” ismiyle zaman piyasasında haklı bir yer edinen ailenin ilk nesil saatçisi olan Mukadder Nalçacı tarafından 1950’li yıllarda kurulmuştur. Ailenin işlerini İstanbul’da sürdürme kararından sonra önce Mustafa Kolat sonra Necati Ercengiz ve ortakları devralarak 2023 yılının sonuna kadar mesleği ve Şen Saatçi ismini onurla taşımışlardır.
 
Şehirde ciddi bir marka olan Şen Saatçi’yi yazarken Necati (Ercengiz) abi ile olan sohbetimizde dükkânı kapatma kararı aldıklarını ama o zamanlar bunu yazmamamı istemişti. Aradan birkaç ay geçmişti ki Şen Saatçi tabelasının indirildiğini görünce şok olmuştum. Bir devrin sonu gibi gelmiş, kendi dükkânımı kapatmış gibi üzülmüştüm.
 
Oysa bu tür yerler ne olursa olsun yaşamalıydı; şehrin simge dükkânlarının kapanmasına mani olmalıydık, izin vermemeliydik…
 
Şehirde eskiye dair ne varsa hızla yok ederken… hafızamızı yok ediyoruz farkında mısınız?


Mazhar Sakman, Tevkifiye Caddesi'nde şimdi mazi olan dükkânında. Fotoğraf; T. Sakman Koleksiyonu.


 “Bazı zanaatların yok olmasından endişe edilmiyor” desem haksızlık etmiş olurum ama… Bir nalbantlık, saraçlık, at arabası yapımı, testicilik, semercilik kadar konuşmuyoruz saatçiliği… Oysa bu mesleklerle birlikte anmak bile abes olabilir; çünkü saat tamirciliği, çok ince bir işçilik, özen ve azami dikkat gerektirir, yetmez; bir mühendislik harikası olan saatlerin kapağını açmak bile bazen bir çırağın yıllarını alabilir. İki yıla kadar varan sürelerde, mesleğe yeni başlayan çırakların eline tornavida bile verilmez, sadece izlemek öğretilir. Tabii bu izlemenin aslında bir sabır imtihanı olduğunu göz önüne alırsak; saat tamirciliğinin ne kadar zor olduğunu, öncelikli olarak sabır öğrenmek olduğunu, sabırdan sonra hüner geldiğini anlayabiliriz. 


Ustalar sadece saat tamirini değil, insanların gözü gibi baktığı ve hatıralarının baş köşesinde yer eden saatlerin önemini çıraklarına aktarırken aslında iyi ahlakı ve insana; saygıyı, sevgiyi de öğretirler. Zamana hürmeti olmayan bir saatçiyi ben bugüne kadar görmedim. Zamanı ince ince işlerlerken, bu dünyanın aslında sonlu olduğunu, işleyen zamana saatlerle birlikte insan ömrünün eşlik ettiğini her zaman hatırlatırlar. Eğer çevrenizde bir saat tamircisi varsa bilin ki o, yaptığı paha biçilmez tamirin, hayatlarımıza dokunan zamanların ustasıdır…

Mazhar Sakman’ın Tevkifiye Caddesi’ndeki, Mehmet Dikilitaş’ın Bedesten’deki, Adil Özselçuk ustanın Hükümet Meydanı’ndaki dükkânları kapanırken sessiz sedasız… Tik takların sesi duyulmazsa… Zamana ihanet ediyoruz…




Şehrin yetkin ustalarından soldan sağa; Ahmet Sami Kalaycı, Hüseyin Karadeli, Mehmet Emin Haksever. Fotoğraf; T. Sakman


Türbe Önü’ndeki muvakkithaneyi nasıl koruyamadıysak… Bu ustalar şehrin zamanına tanıklık eden ustalardı; sözleri dinlenir, her gittikleri yerde saygı görürlerdi; çünkü onlar birer zaman ustasıydı, saatçiydi. Saatçiler yanlarına asla güvenmedikleri insanlara mesleklerini öğretmezlerdi, yanlarına alacakları çırakları “kılı kırk yararak” alırlardı. Meslekte en önemli şeyin dürüstlük olması gerektiğini bilirlerdi.


Tahir Sakman'ın Türbe Caddesi'ndeki iş yerinde, sol başta merhum Uysal Saatçi Mehmet Dikilitaş. Fotoğraf; T. Sakman.


 
Şimdi bir avuç saatçi kaldı şehirde… Onlar da ustalarından gördüklerini yaşatmaya çalışıyorlar, teknolojiye yenik düşmeden zamanın çarkları düzgün dönsün diye direniyorlar…
 
TAHİR SAKMAN


06 Şubat, 2025

O BENİM KIZ ABİMDİR


 

O BENİM KIZ ABİMDİR
 
ağzına sakızdır kahpe dünya
çiğner/ yalanı dolanı/ sevmez
sevdi mi allah’ına dek sever
ay’a renk verir aynasındaki ışık/ hüzün
yıkamaz/ yıkarsa yalan yıkar
bir de kahpelikler
 
o benim kız abimdir
harbiden kızdır
içinde bir çocuk koşar
saklandığı bahçeden kalabalık türkülere/
sevinçten kelebeklere/ uçurtmadır
yüreği vardır kimse anlamaz/ istemez zaten
savurur saçlarını/ rüzgârı bile yalnız eser
yağmuru acıya çalar/ umutları renksiz


o benim kız abimdir
yıldız taşır gecelere/ siz göremezsiniz
gündüzlere güneş döker
görseniz de göremezsiniz/
yaşamın nefesini/ zamanın geçersizliğini
yitik ülkedir yalnızca mehtaba açık
ağlarken ağlayan gülerken gülen
 
o benim kız abimdir
direnir erkek gibi yazgısına/ ak kâğıttır kara kalemdir
kadın olmanın onuruna
bilir ki hayat yaşanmak içindir
ve başında bir kep/ hayata dönük
 
isterdim/ sizin de kız abiniz olsun
belki/ belkisiz/ isterseniz olabilir/ yüreği herkese yeter
insan olmak hep almak değildir
çoğu kez de vermek gerek
sadece benim kız abim değil ki/ herkesindir
verir herkese/ yıldızlardan topladığı çiçekleri
güneşine serperek
 
TAHİR SAKMAN
 
 

05 Şubat, 2025

SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERİ ÜZERİNE


 

SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERİ ÜZERİNE
 
Ahmet (Ergun) abiyle bizim tanışmamız çok sonraları oldu…
 
Önce merhum babası Avukat Besim Ergun amcayla, babamın Tevkifiye Caddesi’ndeki dükkânında sonra Sarıyakup Caddesi’ndeki bağ evimizde yapılan oturaklarda tanıma onuruna eriştiğim insanlardan bir tanesidir.
 
Besim amcanın; hoş sohbetini, güler yüzünü ama illaki babama olan takılmalarından çok sevdim. Bir gün bizim evde yine oturak düzenlenmişti. Kapı çalınınca açtım, gelen Besim amcaydı. Evin hayadına bile adım atmadan pardösüsünün iç cebinden, gazete kâğıdına sarılı büyük rakı şişesini çıkardı ve bağırdı; “Len Mazhar, bak şişeyi getirdim…”
 
Meğerse babam “şişeyi görmezsem kapıyı açmam” diye takılmış. Tabii ki tanışıklıkları çok eski, Konya Muallim Mektebi’nden… Onlar hatıraların arasında kaybolup giderken benim hafızama çok şey kaydedildiğini çok sonraları anlayacaktım.
 
Doğrusu bu konuda oldukça şanslıyım. Yazın hayatına adım atmama da “o sohbetler nedeniyledir” desem yeridir. Evimizin, o mütevazı kerpiç odalarındaki sohbetlerin lezzetini kaybedince anladım. Ülkemizin ve şehrimizin kalburüstü edebiyatçıları, müzisyenleri, folklorcuları ve hukukçularının kültür, edebiyat, folklor üzerine konuşmaları benim için bir altyapı oluşturmuştur.
 
Çok sonraları Besim amcanın rahmetli olmasından sonra bu sohbetlere zaman zaman genç bir avukat olarak katılan Ahmet abimizle tanışma fırsatımız oldu ama o daha çok babamla sohbet ederken ben yine iyi bir dinleyici ve kaydediciydim…
 
İki ciltten oluşan, toplamda bin sayfayı aşan kitapları elime alınca ilk aklıma gelen bunlar oldu.




 
Büyük boy (23,5x16) ebadında ve oldukça kaliteli bir baskıyla şamua kağıtlara düşen harfler her ne kadar “Sosyal Medya Günlükleri” ismini taşısa da çoğu sayfasında, sosyal medyanın ötesine düşen bir başvuru kitabı olarak göze çarpıyor. Konuların tasnifi özenle yapıldığı belli olan kitabın insanı yormadan konuya girmesi ve ana hatlarıyla ortaya koyması, Ahmet abinin ne kadar entelektüel bir birikiminin olduğunu da açıklıyor gibidir. Ayrıca kapağı da çok beğendiğimi ifade etmeliyim.
 
Dedesinden kendisine kalan Meram’daki evinde yer aldığını bildiğimiz ciddi büyüklükteki kütüphanesinin yansımalarını okurken, onunla birlikte keyifli bir geziye çıktığımızı da fark ediyoruz.




 
“Felsefi İnançlar ve Dinler, Yakın Siyasi tarihimiz, Hukuk ve Hukuki Yorumlar” şeklinde düzenlenen ilk kitapta, Atatürkçü bir dünya görüşüne sahip ve onun inkılaplarına bağlı bir hukukçunun özellikle yakın tarihimize bakış açısı, değerlendirmelere ayrı bir önem katıyor. Bu bağlamda söylenecek en önemli sözün, şehr-i Konya’nın kadim ailelerinden birine mensup olmasıyla birlikte; kendini sürekli yenileyen, bilgiye doymayan ve bu sayede aydınlık tuttuğu ufuklarını paylaşmasından başka bir şey değildir aslında…
 
Ve pek çok yazısını sosyal medyadan hatırlamakla birlikte kağıda, mürekkebe ve harflere dökülmüş düşüncelerin somut olarak elinizde tutmanın heyecanını hissediyorsunuz…
 
Sosyal medyada yazılanları kitap haline getirme fikri bende de oluşmuştu ama bendeniz ancak e-kitap olarak yayımlayabildim. Korona günlerinde tefrika ettiğim "Öteki Şehrin Hikâyesi/ Korona Günlükleri" isimli çalışmayı umarım bu yıl fiziksel baskısıyla sizlerle buluşturabilirim. Ahmet abi elini çabuk tuttu ve ne iyi etti ki okuduğumuz yazılarını yeniden bizlere hatırlama fırsatı verdi.
 
İkinci kitabın konuları “Osmanlı Türkçesi ve Türk Dili, Eğitim ve Kültür, Gastronomi Yemek ve İçki Kültürü, Nostalji-İstanbul Hafızası, Konya Hafızası-Tiyatro” bölümlerini kapsıyor ve bu konu başlıkları nedeniyle benim daha çok ilgimi çektiğini itiraf etmeliyim.
 
Şehrin köklü bir ailesine mensup olmanın getirdiği avantajla ve kendisinde olan şahsi merakla öğrendiği Osmanlıcasını bu ciltte konuşturmuş Ahmet abi… Edebiyatla olan ilgisini de bu sayede öğreniyoruz. Bazen bir gazelin bazen bir dörtlüğün ruhunu size günümüz Türkçesiyle aktarırken sanat zevkine de tanıklık ediyorsunuz.
 
O naifliğiyle, yaşanmışlıklarını da anlatır; yerel tarihin ötesine geçerek, kişisel tarihinden, yaşam serüvenindeki hatıralarından da söz eder. Üzerindeki kruvaze takımın duble paçasından tutunuz, bazen kravatıyla bazen de papyonuyla, şapkasıyla nerede durduğunu da işaret eder. Karşınızda modern bir Bektaşi gibi duran bu adam sanki o pos bıyıklarının her bir ucuna taktığı yaşamın güzelliklerini size anlatmak için çırpınır. Siz ne kadar özenle giyinseniz de yanında durduğunuz anda tüm özenlerinizin boşa olduğunu hatırlatır. Sizi sevgiyle kucaklayan gözlerinin içinde, bir çift güvercin saflığıyla bakan bir adam, her zaman size saygıyı, sevgiyi yeniden şekillendirerek öğretir gibidir.  
 
Ama o hâlâ bir Konyalıdır, asla bundan taviz vermez… Şehrin tanınmış yazarlarını, şairlerini, gazetecilerini veyahut sıradan insanların hayatlarını yansıtır bazen yazılarında. O aristokrat bir görüntü çizse de… ilk tanıdığınızda bu fikrinizden hemen vazgeçersiniz; çünkü o, bizden biridir… İkinci kitapta tüm bunları daha sıcak hissedersiniz.  
 
Şehrin; kültürü, sanatı, folkloru ve anıları ikinci kitapta yer bulurken, şehirle ilgili önemli bir kaynak haline gelmiştir. Gastronomiye olan özel ilgisi -her entelektüel gibi- kitaba Konya yemeklerinin tarifi olarak girmiştir ki okurken o nefis yemeklerin rayihası eminim burnunuzda tütecektir…
 
Eleştiri… eleştirmek kolaydır önemli olan böyle bir eseri meydana getirecek bilgi birikimine ve cesaretine sahip olmaktır; “İnsan bilgisi kadar düşünür, merakı kadar öğrenir, öğrendiği kadar fikir sahibi olur, cesareti kadar ifade eder” diyor Ahmet abi ve devam ediyor, Nietzsche’nin dediği gibi “Kendinden hiç söz etmemek soylu bir ikiyüzlülüktür” tuzağına asla düşmüyor. Fikirlerine herkesin katılmamasını da hoş karşılar ve her zaman tartışmaktan yanadır ama bir şartı vardır: Kütüphanesi’nde asılı olan şu veciz sözle bütünleşmiş gibidir, Ahmet abi: “Lütfen okumadıysanız tartışmayalım…”
 
Şehrin kişilerinden söz ederken merhum babamla olan dostluğundan bahisle iki fotoğrafa da yer vermiştir; “Saatçi Mazhar Sakman” başlıklı yazısında… Her ne kadar fotoğraf altı yazıları karışsa da maksat hasıl olmuştur. Bendenize ait “Konya Oturakları” kitabı ile ilgili yazısını görmek de sürpriz oldu benim için.




Çok az da olsa alıntı yaptığı yazılar da var kitapta, örnek vermek gerekirse bendenizin yazdığı “Folklor ve Ayıp” başlıklı bir makalemi de kitaba alması beni çok duygulandırdı. Kitabın içindekiler bölümünde makalenin yer almaması da kitapta gördüğümüz çok ender bir tashih hatası, “zarfın değil mazrufun” kıymetli olduğunu bildiğimizden önemsiz bir ayrıntı olarak göze çarpıyor.
 
Uzun seneler okunacak ve geleceğe bırakılabilecek en güzel miras olarak hafızalarımızda daima yer tutacak bir eser üzerine yazı yazmanın zorluğunu takdir edersiniz; Ahmet abi gibi şehir ortalamasının çok üzerinde bir bilgi birikimine sahip bir insanın kaleminden dökülen satırlar, şehir kültürünün yaşanmış canlı bir abidesi gibi her zaman yolumuza ışık tutacaktır.
 
Ahmet abi çok önemli bir işi başarırken kendisine söyleyecek tek sözümüz yazmaya devam olabilir; sen yaz ki Ahmet abi, bizler de okuyalım…
 
“Bilmediğini bilmenin” erdemini açıklarken “İnsanın çok az şey bildiğini fark edebilmesi için çok şey bilmesi gerekir; çok bilmeden, çok az şey bildiğimizi fark edemezsiniz.” diyor Ahmet abi…
 
Kitaplar; insanın cehaletini ortaya çıkarır, bu yüzdendir belki az okuduğumuz veya hiç okumadığımız… Okumadıkça her şeyi biliyorsunuz; ne güzel bir şeydir cehalet, her şeyi bilirsiniz!
 
Okudukça, cehaletimi ortaya çıkaran satırların arasına gizliyorum kendimi… Ve onunki kadar fiyakalı olmasa da şapkamı çıkarıyorum, Sosyal Medya Günlükleri’nin önünde saygıyla…
 
Ahmet abi, ne yaptın sen?
 
TAHİR SAKMAN
 

03 Şubat, 2025

GAZETECİ


GAZETECİ

 
Bazı insanlar vardır; onları heyecanlarından kolayca tanırsınız…
 
Meslek aşkıyla koşarlar, halkın derdiyle dertlenirler ve bu uğurda koşarken asla yorulmazlar, onları hemen tanırsınız, bilirsiniz, yakından tanımasanız da dostluğundan asla şüpheye düşmezsiniz; özleri, sözleri birdir, lafı asla eğip bükmezler; bazen gergin gibi görebilirsiniz ama onun gerginliği, inanın sizler içindir, yalan dolan işleredir, onların kızgınlığı… Tek dayandığı da sizlersiniz…
 
Bu insanlardan bir tanesidir, gazetecidir… aslında gazeteci kelimesi bile başlı başına onu anlatmaya yeter ama o, bu kimliğini -ki her dönemde onurla taşımasını bilmiştir- asla güç sarhoşluğu içinde kullanmamıştır, tetikçilik yapmamıştır; o sadece gazetecidir…




 
Çekirdekten yetişmiştir; mesleğinin en ince ayrıntısını yaşayarak öğrenmiştir. Onun içindir, bu ondaki dinmeyen heyecan… Şehrin yüz akı gazetelerinden, merhum Yalçın Bahçıvan yönetimindeki Yeni Meram gazetesinde haberden habere koşarken başladı onunla tanışıklığımız. Ben şiir yazarken, o haber yazıyordu sonra ben köşe yazmaya başlayınca dostluğumuz daha da arttı…




 
Sansasyonel haberleri o yakalardı, şehrin gündemi ondan sorulurdu… Aynı zamanda Milliyet gazetesinin Konya muhabiriydi sonra Sabah’a geçti… Dergiler çıkardı şehirde bir ilkti o zamanlar;” Flaş Haber” dergisi, flaş haberlere imza attı, şehrin nabzını tuttu. “Konya Kent” bir başka haber dergisiydi. “Konyasport” ismiyle müthiş bir dergi çıkardı, o da şehirde bir ilkti ve uzun yıllar yayımlansa da o da Flaş gibi ekonomik koşullara dayanamadı. Yetmedi, mücadeleye devam etti “Cönk” isimli kültür sanat dergisi çıkardı. Genel yayın yönetmenliğini rahmetli Yalçın Dikilitaş abimiz yaptı ama onun zamansız ölümü derginin ömrünü kısalttı.




 
Arşivindeki önemli fotoğrafları, şehir kültürünün hizmetine sunmaktan her zaman onur duymuştur. Binlerle ifade edebileceğimiz fotoğraflar içinde, haber fotoğrafları dışında, şehrimizin ve ülkemizin sanatçıları, edebiyatçıları gibi şehir kültürüne ışık tutacak fotoğraf arşivini araştırmacılar için her zaman açık tutmuştur. Bu konuda asla kıskanç olmamıştır.




 
Merhum İbrahim Sur’un yazı işler müdürü olduğu yıllarda, Türbe Caddesi’ndeki saatçi dükkânımda sık buluşur, laflardık; ordan, burdan…
 
Ordan, burdan nerelere geldik; yıllar üzerimize devrilmiş… ama o asla yıkılmadı, mücadele etti, dişiyle, tırnağıyla kazıdı… mütevazılığından hiç vazgeçmedi; bir de gazeteciliğinden…




 
Şimdi şehrimizde yine bir ilke imza atarken… sessizce işine bakıyor o; çünkü, o bir gazeteci…
 
Geçtiğimiz yıllarda yayımladığı “Konya Olay” isimli gazetesini yeni nesil, internet televizyonuna dönüştürmenin haklı mutluğunu yaşıyor. Şehrin, tek RTÜK’ten lisanslı internet televizyonu olan Konya Olay TV’yi kesintisiz 24 saat yayımlamanın mutluluğunu yaşıyor. Ve gittikçe artan bir izleyici popülasyonuyla şehir adına gurur duymamak elde değil…
 
Yeni projelerini anlatıyor heyecanla; heyecan sanki o, Yeni Meram’daki muhabirin heyecanı; önemli bir haberi halka yetiştirmenin heyecanı… mesleğe ilk başladığı günkü gibi… eğilmeden, bükülmeden, dimdik…




 
İsmini yazmadım ama biliyorsunuz, tanıyorsunuz… başka kim olabilir ki tabii ki gazeteci…
 
İsmini bilerek yazmadım; çünkü o bir gazeteci…
 
Gazeteci kimliğini, isminin önüne geçiren bir Konyalı:
 
O, bir gazeteci, teşekkürler Kemal Soylu, şehre kattıkların için…
 
TAHİR SAKMAN
 
 

02 Şubat, 2025

MÜBAREK ETLİ EKMEK


 

MÜBAREK ETLİ EKMEK


Konyalının karnı etli ekmek yemezse asla doymaz…
 
Bir yanımız etli ekmektir bizim, bir yanımız küflü peynir böreği… Saç böreğini de şöyle ayrı bir yere koyuyorum… Su böreği demezsem şimdi vallahi ayıp olacak, onu da “şoraya” koyuyorum…
 
Börek yiye yiye, mayalı hamur gibi veya dam yuvağı gibi olduk desem yeridir. Burası çiftçi memleketidir efendim, hamur işlerinden Konyalı asla vazgeçmez, bilesiniz!
 
Geçen yıl 250 liralara korkarak yediğimiz etli ekmek bu sene sebil… 80 lira…
 
Serbest piyasa rekabetinin nihayet bir faydasını gördü Konyalı… Memnun olmayanlar da olmuştur elbet ve haklı yönleri de yok değil; çünkü, bu fiyatlara mahalle fırınlarında satmak, zararına satış demektir ama günde birkaç bin etli ekmek satıyorsanız tabii ki ciddi kâr elde edebilirsiniz… İşletmenin adını yazmayacağım; ilan panolarından zaten tanıyorsunuz…
 
Çekinerek gitmiştik, cümbür cemaat ama… içerisi hınca hınç dolu, ahali kakılı… (Kakılıyı bilirsiniz değil mi?) İki fırın yanıyor, etli ekmek yetiştiremiyorlar. Önce lahmacun yedik 45 lira… çok beğendim ama dedim ya etli etmek yimezsek, karnımız doymayor…
 
Uzun tahtaların üzerinde geldi etli ekmek, boyu bir metre sanırım… çıtır çıtır, ağzınızda dağılıyor, eti sebzesi tam kıvamında, mahalle fırınında kendiniz yaptırsanız bu fiyata mal edersiniz biraz daha içli de olabilir ama bu çıtırlık eve gidene kadar kaybolur…




 
Tabii geleneksel etli ekmek müdavimleri ayrı… gelenekte etli ekmek böyle uzun değildir, hamuru biraz daha kalın, ovaldir ve uzun değildir; daha çok elips şeklindedir ve hamuru mayalıdır. Ama bu etli ekmeği de ben beğendim…
 
80 liraya karnınız doyuyor… Tartışmalar yansımıştı geçenlerde fiyat üzerine ve etin kalitesiyle ilgili ama işletmeci aldığı kasapların ismini vermişti yanılmıyorsam. Ben çok beğendim. İyi olmasa Konyalı bu kadar ilgi gösterir miydi? Altlı üstlü iki salonda bazı zamanlar yer bulmanız zorlaşıyor.
 
Ve personel güler yüzlü…
 
Ama biz etli ekmeği böyle uzun tahtalar üzerinde değil de gazete serip üzerinde yemeye alışkınız! Böylece etli ekmeğin kültüre olan katkısı da ortaya çıkar ki bu da ayrı bir merasimdir. Eğer Konyalı değilseniz, siz şimdi etli ekmeği nasıl yiyeceğinizi de bilmezsiniz… Şimdi anlatamam, bilenler bilmeyenlere anlatsın!
 
Bugün yine gitsem mi acaba, mübarek etli ekmek yimeye?
 
Neyse şu şiirimle idare edin şimdilik:
 

ETLİ EKMEK
 
Canım çekti yine bugün
Aklım aldın etli ekmek
Fırınlarda sıra mı var
Nerde kaldın etli ekmek
 
Kaburgadan etin kardım
Domatesle biber sardım
Azıcık da soğan yardım
Sanki baldın etli ekmek
 
Zırh altında sildim seni
Okşayarak dildim seni
Benden önce bildim seni
Aşka geldin etli ekmek
 
Mayalanıp dinlendin mi
Şu Konya’da ünlendin mi
Koltuklarda inledin mi
Yerken güldün etli ekmek
 
İlla bir buçuk olmalı
Yanına ayran dolmalı
Nazikçe elle bölmeli
Hep hayaldin etli ekmek
 
Küreklere verdim seni
Ateşlere sardım seni
Gazeteye serdim seni
Düne daldın etli ekmek
 
Yalan oldu her şey yalan
Bir rüyadır şimdi olan
İhtişamlı dünden kalan
Bir masaldın etli ekmek
 
Sanmayınız cefalıyım
Yiyenlere vefalıyım
Etli ekmek kafalıyım
Şimdi bildin etli ekmek
 
TAHİR SAKMAN