03 Mart, 2025
DEĞİŞMEZ
DEĞİŞMEZ
01 Mart, 2025
GÜZEL İNSANLAR GÜZEL RAMAZANLAR
GÜZEL İNSANLAR GÜZEL
RAMAZANLAR
Şimdi ne yazayım size? Eski
ramazanları mı?
Eski ramazanlardan artık
söz etmenin çok da önemli olmadığını bu yıl iyice anladım… Her şey tabii ki
değişiyor da mesele o değil!
Eskiden ramazanlarda,
ramazan mânileri söylerdim. En son RamaZamname’yi söylemiştim… Eh, bu hayata da
bunu söylemek gerekir. Arşivinizde yoksa blog sayfamdan e-kitap olarak
indirebilirsiniz; çünkü gelecekte insanlar, bizim neler çektiğimizi bunu
okuyarak hem de gülerek anlayabilecekler… umarım!
Eskiden… keşke eskimeselerdi;
bir hoşgörü vardı. Bir sevgi seli vardı, akardı… O topun atılması bile başlı
başına bir olaydı; biri Alaattin’de biri Sille’de… Sofra başlarında, oruçlu
oruçsuz herkes huşu ile beklerken kalplerimizdeki sevgi, ilahi bir rahmetle
birleşirdi sanki…
Siyasallaşmamıştık; iftar
sofraları görgüsüzce gösteriş için kurulmuyordu; hiç kimse ellerinde sefertası,
yanında fotoğrafçılarla kapıları çakmıyordu…
Ne anlatayım ki size?
Neler kaybettiğimizi mi? Etrafınıza bir bakın; insanların birbirlerine bakışlarına
bakın, hitaplarına bakın, alışverişlerindeki adaba bakın? Kılık kıyafetlerine,
davranışlarına bakın anlarsınız… Şimdilerde özlenen, beklenen ne varsa eski
zamanlarda hayatın olağan akışı içerisinde yer alıyordu ve doğaldı… Hani şöyle
olsa, böyle olsa diyorsunuz ya, eskiden o dediklerinizin hepsi zaten vardı,
yitirdik…
Babam, ramazandan önce
ağzını yıkar, ramazan bitene kadar içmezdi. Günde iki cüz okurdu ki ramazan
bitince iki kere hatim indirmiş olurdu. Enteresan mı buldunuz? Daha da
enteresanı beni hep dindar ahbaplarına yollardı: Konya İslam Enstitüsü’nde
Dinler Tarihi dersi veren Av. Hayri Bolay, dini müzik üzerine eserleri bulunan
Doktor Ali Kemal Belviranlı, Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi’nin kurucusu ve
Müdürü Lütfi İkiz, ilk aklıma gelenler…
Küçücük bir çocuktum, bu
insanlar beni ciddiyetle karşılarına alır sohbet eder, anlatırlardı… İnsanların yaşam tarzlarına kimse
karışmazdı, dayatma diye bir şey, mahalle baskısı diye bir şey duymamıştık. Yaşam
biçimleri farklı olan insanlar birbirlerine daima hürmet ederlerdi.
Sonra hep beraber
siyasileştik… Sen oldu, ben oldu… İnananlar, inanmayanlar… iş o dereceye vardı
ki aynı evin içinde evlat, babaya söz eder oldu. Dava vardı ve kutsaldı… Hatta
öyle ki dava, dinin önüne geçmişti… Dava için bazı şeyler göz ardı edilir
olmuştu.
Bize neler yaptılar neler…
Oysa biz hep birlikte
mutluyduk, yarım somunu paylaşırdık iftar sofralarında… Herkes kendi yolunda
yürürdü, birbirimizin ayıbını aramazdık, açık kapı varsa örterdik… Din,
gerçekten Allah’ındı… Kula laf düşmezdi, kul kendini hâşâ yaratıcı yerine koyup
hüküm vermezdi… İnsanlar birbirine yardım ederken meşrebine bakmazdı, insan
olması yeterdi.
Mevlâna, Sadrettin Konevî,
Nasrettin Hoca, Yunus Emre, Hacı Veyiszade gibi insanları yetiştiren bu
topraklara sonradan siyaset musallat oldu… ve olanlar oldu…
Şimdilerde uyanmaya
başladık… mı? Günde beş vakit ezanların gürül gürül okunduğu ülkemizde eksik olan neydi ki? Ezan mı yoktu yoksa oruç mu tutamıyorduk? Zekat
verdiniz de karışan mı vardı?
Hatırladığım; eski
ramazanlardan sadece sevgiydi, kardeşlikti… attıkları adımların altında bir
karınca olabilir endişesiyle huşu içinde yürüyen insanlar… İnandıklarıyla
yaşantıları bir olan insanlar… Her ne yapıyorsa, gösterişe yer vermeyen
insanlar... İnsanlar inançlarında gerçekten samimiydiler.
Bu insanları alınlarındaki
nurdan tanırdınız…
Ah, Konya ah! Nurumuz
gitti, narımız mı geldi?
Ah, o güzel insanlar… güzel
atlara binip gittiler ama hâlâ içimizde özlemleri var ve bir gün geri gelecekler;
eminim…
TAHİR SAKMAN
28 Şubat, 2025
BAMYA ÇORBASINA KESİLMEK
BAMYA ÇORBASINA KESİLMEK
Kadınlar Pazarı kim, biz
kim… “Bamya fiyatları mı” dedi birisi? Sormayın!
Ben sormak gafletinde
bulundum: Tam cevap verecekti ki, bir adam koşarak geldi sanırım patron,
öbürünün cevap vermesine meydan vermeden 4 bin dedi, dört bin, yazıyla da… hem
vallaha hem billaha… hatta tallaha…
Sonra döndü “şu var” dedi,
“3500…” Çorum’un bamya borsasından falan söz etti ki ben hiç duymamıştım,
cahilliğimden utandım yüz gram aldım, utancımı bastırmak için… 400 lira…
Balon almış çocuk
sevinçleriyle gidiyordum ki… yan dükkânda gözüme ilişti ve yine sormak
gafletinde bulundum… “3500” dedi… aldığım bamyaya baktım bir de o bamyaya
aynısı değilse de tıpkısı…
Artık coşmuştum “ver iki
yüz gram” demişim… Hatırladığım en son şey 700 lira… önceki de 400, etti mi
size bin yüz…
Madem bamya çorbasından
söz ettik şimdi Hacı Veyiszade merhumun sünnetinden söz etmesek olmaz: Malum
bamya çorbası Konya’da düğünlerin de vazgeçilmezidir. Sofraya kaynar olarak
gelir ve Konyalı olmayanlar hele bir de metal kaşıkla hemen dalarsa yandığının
resmidir…
Hacı Veyiszade bamya
çorbası gelince hem sıcaklığını düşürmek için hem de yağını biraz seyreltmek
için bir bardak su dökermiş… Siz de öyle yapın Konyalı olmayanlar, ağzınız
yanmasın. Bakın, “dimedi dimeyin…”
Ramazanın iftar
sofralarında bamya çorbası olmazsa, eksik kalır bir yanı, öbür yanı da su
böreği… daha bunun kasap tarafı da var; kuşbaşısı var, içine az kuyruk yağı
doğramazsanız yine olmaz… Mübarek kuyruk yağı şöle (şöyle değil) deryalarda
dolanan gemiler gibi bamyanın üzerinde dolanmazsa… ı-ıh, olmaz!
Neyse ben en azından bamya
kısmını hallettim, bir sonraki ayda kasaba uğrarım… Niye olacak canım kesilmek
için…
TAHİR SAKMAN
26 Şubat, 2025
KADINLAR PAZARI RÜYASI
KADINLAR PAZARI RÜYASI
Malum mübarek ramazan ayı
geldi çattı… Adettendir; Kadınlar Pazarı’na gittim, gözlerime inanamadım:
Bütün esnaflar tertemiz
önlükler giymişler, yetmemiş bütün dükkânların ışıl ışıl olması bir yana bütün
gıda maddeleri de pırıl pırıl. O dışarıda, kapı önlerinde aldığımız küflü
peynirler bile soğutmalı tezgahlara ihtimamla konulmuş, sanki sarraf vitrinindeki
altınlar gibi kurum kurum kuruluyor… Camekanlarda çok aradım ama tozun zerresini
bile bulmak mümkün değil…
O canım sakız gibi, kar
gibi yoğurtlar, siyah zümrüt gibi zeytinler, kayısı kuruları vitrinlerde, ağzı
açık hiçbir şey yok… Benim ağzım açık kalmış sadece; hayretten…
Esnaflar kapı önlerinde
size asılmıyorlar, içeri yönelirseniz sizi buyrunlarla karşılıyorlar; bir güler
yüz bir güler yüz, hoş geldiniz efendimler gırla… Yani almasam ayıp olur diyorsunuz
ve alıyorsunuz…
Fiyatlar da oldukça makul;
hani o geçmiş senelerdeki gibi “ramazan bereketi” deyip sakalını sıvazlayan esnaflar
gitmiş yerine müşteriye yardımcı olmak için çırpınan, oldukça kanaatkâr, hani o
özlediğimiz kibar esnaflar gelmiş. Çok şaşırdım, çok…
Ama olmuyor ki? Biz böyle
alışmamıştık; en azından insan biraz azarlar müşteriyi, değil mi ama?
Unutursam vallahi ayıp
olacak; esnafların hepsi de mi sakal tıraşı olur, yapma ya birader? İçlerinde
hiç mi yok; sakal tıraşı olmamış, özensiz bir kıyafetle işe gelen? Yok efendim,
yok, bu esnaflara bir haller olmuş…
O yerlerde sürünen
kasaların içinde tavuk dedikleri parçalar falan kalkmış ortadan. Böyle hijyenik
bir ortamı ancak hastanelerde bulabilirsiniz, buna kefilim… Kötü kokular… ayıp
oluyor burası mis kokuyor mis!
Zabıtalar derseniz zaten
dolanıp duruyorlar ve daha şikayet olmadan faturaları ve etiketleri gözden
geçirip, satışa sunulan gıda maddelerinin sağlık koşullarına uygunluğunu an be
an takip ediyorlar. Gözlerim yaşardı…
Esasen zabıtaya ne hacet; vicdandan
daha büyük, daha etkili bir kolluk olabilir mi? Tabii ki olamaz ve bu Kadınlar
Pazarı da bunun ispatı değilse nedir? Esnaflar; vicdanlarını zabıta yapmışlar…
Rüyada mıyım sormayın; vallahi
de rüya gibiydi, billahi de…
Ama unutmayın; rüyalar da
bir gün gerçek olabilir… de… ya Kadınlar Pazarı?
NOT: Yazıda bahsi geçen
mekânların ve pazarların gerçek pazarlarla isim benzerliğinden başka ortak bir
yönü yoktur. Yazı tamamen hayal ürünü olup gerçeklerle isim benzerliğinden
başka hiçbir alakası yoktur.
TAHİR SAKMAN
21 Şubat, 2025
ACINIZ NERELİ
ACINIZ NERELİ
gelen
giden adı üstünde göç pazarı
bir
tarafı kafkas’tır bir tarafı rumeli
takasa
verilmiş hayatlar
soramam
size acınız nereli
selanik’ten
gelmiş dedesi
ne
oralıdır ne buralı
papuç
değil a be kuzum
gökyüzü
boyar bir kanadı yaralı
Bu Muhacir Pazarı, Anadolu’nun
yazgısını anlatır kestirmeden…
Adı üstünde Muhacir
Pazarı; burada hayatlar pazarlanmış, hikâyeler unutulsa da bazı acılar hep taze…
Dünün, hüzünlü Roman neşesi el ayak çekmiş… başka mevzular yaralıyor şimdi…
Oturduğumuz evin gökyüzüne
açılan bir penceresi vardı; oradan, gece yıldızlara bakarak uyurdum.
Samanyolunu düşlermişim ki… şiirlerim hep yıldız dolu. Kar yağdığı zamanlar beyaza
bürünürdü her yer, tertemiz olurdu… Evimizin -özür dilerim- “gavur evi”
olduğunu söylerlerdi, mübadelede gitmiş olmalılar. Yazın, babam damda hazır
duran dam yuvağı ile tuz serperek damı sertleştirmeye çalışırdı, olmadı çevre
köylerden eşeklerle gelen çorak toprağı dama serdirir sonra yuvaklanırdı ki
dam akmasın…
Aktığı zaman çok hoşuma
giderdi; “esnaf dükkânı, akmasa damlar” derdi babam, altına tenekeden yapılma
helva leğenini koyarken… Eskiden çöğen helvaları bakkallarda leğen içinde
satılırdı ve helva bitince tenekesi de ayrı satılırdı…
O leğene damlayan suların
sesi, mahallemizden eksik olmayan müzik sesi gibiydi. Belki de o ses, helvadan
geriye kalan lezzetti… Ne helvanız kaldı ne müziğiniz…
Alt katta ahır vardı…
İneklerimiz vardı ve evin hayadı mayıs dolardı ve tabii ki tezekler… Merdivenle
çıkılan bir tahtaboşumuz vardı, yaz geceleri nefes aldığımız ve ütü kordonuyla
bendenizin türküler söylediği… Vedat abim darbuka çalardı ve babamla birlikte
akşamları babam gazinoya gitmeden önce kısa bir fasıl geçerlerdi… (Vedat abimi keşfettiler ama beni bir türlü keşfedemediler. Sanattan anlamıyorlar!) Ahmet Gazi
Ayhan, bir sabah babamla oturaktan gelmişlerdi: Derin nefesler eşliğinde “tezek
kokusuna hasret kalmışım” dediğini de hatırlıyorum.
Yaşım çok küçüktü ama
hatıralarım o kadar çok büyük ki…
Çaldıran Sokak’ın üst
tarafında kahvehaneler vardı, müzisyenlerin iş bağladığı ve boş zamanlarında
vakit öldürdüğü. Geceleri papyon kravatla sahneye çıkan müzisyenleri burada günlük
kıyafetlerle görmek sizi şaşırtabilirdi. Hamallık da yaparlardı, boyacılık da…
Kimisi Kayalı Park’taki PTT’nin yanında sıralanır, ayakkabı boyardı. Burası tam
bir açık hava lostra salonu gibiydi… Oysa onlar gökyüzünü boyayan insanlardı…
Tatar Camisi… Mahallede Tatar
göçmenler de vardı, halamın bana aktardığına göre (ki halam Tatar’dı, dedemin
ikinci eşinden olan kızıydı) burada yaşayan Tatarlar, Kafkas göçmeniydi…
Halamın akrabaları burada otururdu ve halam yaz tatilinde geldiği zaman bizim
eve ziyarete gelirlerdi.
Çok renkli bir mahalleydi
bizimki… Tatarlar, Romanlar ve çevre köylerden yazın taşınıp kışı burada
geçiren köylüler…
Merhum babam Mazhar Sakman’ın
okuduğu türkü gibiydi her şey:
/Gamayı vurdum yere
Yıkılaydı ganlı dere
Çağır sorun anneme
Benim vatanım nere/
Bu türküyü Muhacir Pazarı’yla
özdeşleştiririm her nedense… Sahi, benim vatanım nere?
Muhacir Pazarı’nın yazgısı
çok değişmedi… Önce Tatarlar gitti sonra Romanlar… köylüler çok önce
gitmişlerdi ve bizim gibi Konyalılar… Şimdilerde Suriyeli sığınmacılar bir ışık arıyor.
Anadolu’nun yazgısı vurulmuş Muhacir Pazarı’na… Gidenler, gelenler… göç göç
üstüne, sürüyor…
Göç; göç üstüne sürüyor ve
Muhacir Pazarı geleceğe ışık olmanın, umut olmanın telaşıyla badanalı evlerde
yaşama karışıyor… Müziğin sesi eksilse de hâlâ sevgiyle, inceden bir gırnata
sesi yüreğinizin kapılarını aralamaya devam ediyor.
TAHİR SAKMAN
19 Şubat, 2025
MUHACİR PAZARI’NDA ROMAN AKŞAMLARI
MUHACİR PAZARI’NDA ROMAN
AKŞAMLARI
şehir ışıklarını döküyor
geceye
binlerce ampul patlıyor
için için
kaç hikâye yaşanıyor kim
bilir
kaçaklar dolaşıyor sinsi
sinsi
bir sevgili arıyor
kaldırımlar
buz tutan yürekler umarsız
koşuyor kendisiz
karanlıklara
vitrinler gibi aydınlık
değil oysa
çevirme var ilerde belli
hangi çağa kaçsam
yakalanmam
kendimin olmadığı bir yer ve
sensiz
sirenler çalıyor bir
şafakta
belli belirsiz bir uzakta
kalemim gökyüzünde
direniyor
aklım uzakta gönlüm
tuzakta
şehir ışıklarını
söndürürken
yazgın sana dönüyor ve
isyanın
bir şeyler patlıyor yine
yeni bir yangın ve içinde
sen
dilsizdir oysa neler
görmüştür anlatamaz
zafer’e çıkan tüm
sokaklarda eksiktir yaşam
isyan kokar ve masum
olmayan aşklardan
geriye kalandır korkak bir
gözyaşı
muhacir pazarı’nda roman
akşamları
tasasız geçen günlerin
acısı saklıdır
park sineması’nda matine
varsa
halimizi oynar iki film
acıklıdır
gırnatanın sesi bölerken
uykuları
pandelacı mahmur kadehlere
gizlenmiş
meloş abla’nın kahkahası
duyulmuyor
kemancı deli demir
uyandırır duyguları
kim kaçmış geceye kim
çaldıran sokak'ta bir
çocuk
gündüz hamal gece müzisyen
notalara sığmaz şarkıları
bir çocuktum ben hep çocuk
gökyüzüne açılırdı
pencereler
tatar camisi’nde salalar
verilmiş
çorak damlı evlerde
yırtılmış perdeler
camlı köşk de yıkıldı
heyhat
bir alâattin kaldı bir de
ben
selçukya’dan emanet
dede bahçesi’ne gömülen
bu şehir hep böyledir
eskiden de yanardı
hikâyeler vardı suskun ve
anlatılmamış
yeter ki bir ışık düşsün
kuytu köşelere
ne anlatırsan anlat bu
kaldırımlar kanardı
/hey sen yalnız adam
sil her şeyi yaz yeni
baştan/
TAHİR SAKMAN
18 Şubat, 2025
SONSUZA IŞIK PARLATMAK VEYAHUT ŞEHRİN HAFIZASINDA BİR SATIRLIK YER
SONSUZA IŞIK PARLATMAK
VEYAHUT ŞEHRİN HAFIZASINDA BİR SATIRLIK YER
Her şey bir masal gibi
geliyor şimdi…
Dünün sisleri aralandıkça,
yüreğimi basan ateşler yakıyor dünümü, yarınımı… Emir Seyfettin Karasungur Türbesi’nin
duvarına oturmuşum, ellerim titriyor, yüreğim pır pır… Vedat abim Lubitel
makinenin basmış deklanşörüne…
Yaşantımın ikinci
kilometre taşlarından birisi ve yaşama yine devam demişim… Bir süre kirada
oturmuşuz; sanırım babaannem Vesile Hanım ile annem arasında bir sıkıntı olmuş
ve kiraya çıkmak zorunda kalmışız. Kız Öğretmen Okulu’nun arka tarafında Emir
Seyfettin Karasungur Türbesi civarında… Bir kadın vardı Yaşar teyze… Beni
ısırırdı, öylesine korkmuştum ki ondan… Meğerse o, beni küfrettirmek için
ısırırmış… O küfrü şimdi yazamam… (Bir ara kulağınıza fısıldarım.)
Annem, yağ kızartırken gazocağında,
kızgın yağa elimi batırmışım… Sol bileğimde hâlâ izini taşırım. Doktor çok kızmış
anneme, “senin elin yansaydı” demiş… Yaşamaya devam demişim yine…
Sonra Garipler’de…
Bildiniz mi? Vatan Caddesi’nin İhsaniye tarafı… Nedense oraya Garipler
denilirdi. Kim bilir, belki de o dönemlerde garip gureba insanların oturduğu bir
yerdi? Adalhan’ın karşısında şimdiki Barış Apartmanı’nın
olduğu yerde Romanlar çadır kurup tel gerer, cambazlar gösteri yaparlardı. Bir
gün tahtabacakla yapılan gösteriyi izleyip çok korkmuştum.
Anneannemin evi Garipler’deydi…
Şimdiki Petek Pastanesi’nin oralarda bir yerde, patika gibi bir yerden geçilirdi,
ev arka tarafta iki katlı bir evdi. Evin arka tarafından şehir ırmağı geçerdi
ve üzerinden sırıkla atlardık…
Anneannem Sultan Hanım, dominant
bir kadındı, tüm aileyi toplardı… Hatta bu yönüyle anaerkil bir aile demek bile
mümkündü. Rahmet olsun. Soğuk kış günlerinde gittiğimiz zaman dönüş saatine
yakın uyuma numarası yapardım ki orada kalayım… Yine öyle yaptım. Babamla
bisikletle geldiğimiz için beni ve annemi taşımak oldukça zordu.
Herkes gidince ben uyandım
tabii… Anneannem üst katta sobayı yakmış beni yatırmıştı ki…Genzimi bir şeyler
yakıyordu, gözlerim yaşarıyordu. Uyumaya çalışsam da ne mümkün, kalktım odanın
içinde bir tur attım, tekrar yattım… Işığı yakmak hiç aklıma gelmemişti.
Anneannem ayak sesimi
duymuş… Hayatım kurtulmuştu, yine yaşama devam diyecektim. Anneannem yukarı
gelip ışığı yakınca… Bir faciadan kurtulmuştum. Dumandan göz gözü görmüyordu,
Beni kaldırdı hemen, pencereleri açtı… Soba tutuşmamış, tütmüş her yeri duman
sarmıştı.
O evde, annemin babalığı Yusuf
dedem ne hikâyeler anlatırdı, üç gece bitmezdi… Portakalların kokusu evi sarardı,
ben, özellikle cin peri hikâyelerini dinlerken bir yerlere sokulurdum… Nasıl
bir bereketti, alın teriydi ki bütün aileyi ağırlardı… Bütün bir kış o evde
misafir eksik olmazdı. Yusuf dedem, un fabrikasında çalışırdı, hamallık
yapardı, aslen Erzurumluydu, Konya’ya gelmiş ve anneannemin ikinci eşi olmuştu.
Adil enişte vardı… O
gecelerde pişmaniye çekerdi. Yapı ustasıydı, anneannemin kız kardeşinin eşiydi.
Babam anlatır, gülerdik hep birlikte: Bir gün duvar yapmışlar, akşam yevmiye
almaya giderken ameleye “duvara dayan” demiş, Adil enişte… Parayı almışlar,
hızlı adımlarla oradan uzaklaşırken duvar göçmüş… Mübalağa olduğu kesin ama çok
gülerdik, Adil enişte dahil…
Bu sefer yer Sarıyakup
Caddesi’ndeki bağ evimiz… Küçük bir banyomuz vardı ama pek kullanılmazdı. Anam
beni kocaman bir leğene oturtur, yıkardı. Gözüme sabun kaçınca bağırırsam
sumsuğu da yerdim. Ah anacığım, o sumsuklarını bir daha yesem…
Kış günüydü… anam odun
sobasından aldığı kömürleri mangala doldurmuştu, ben üşümeyeyim diye… Bol
sumsuklu yıkanma faslı sonrasında kendimi kaybetmişim… O yıllarda öyle hemen
doktora koşmak yoktu, tedavi evde başlar ve devam ederdi. Keskin bir sirke
kokusuyla gözümü açtım. Anam, turşunun suyunu bardağa doldurmuş bana içirmeye
çalışıyordu… Ölseydim, şimdi kim hatırlardı ki? Mezarımı derin kazarlar mıydı?
Pardon çok arabesk oldu…Son satırı yok saydım.
Rüya gibi günlermiş meğer…
ben kilometre taşlarını atlayarak geçmiştim o günlerde ve yaşama merhaba
demişim hep yeniden…
Zaman ne getirecek; karşıma çıkacak olan yeni kilometre taşlarını geçebilecek miyim,
bilmiyorum ama yaşam serüvenim beni nereye çekecek olursa olsun, hazır olduğumu
hissediyorum.
Bunca yıllık yaşantım, bir
rüya gibiydi; rüya içinde rüya… Yaşadıklarım, hayal miydi yoksa
hayal ettiklerimi mi yaşadım bilmiyorum ama artık fark etmiyor. Bu benim
hayatımdı ve şehrin hafızasında bir satırlık bir yer tutabilmenin telaşıydı
belki beni yaşama bağlayan… Onca hay huyun içinde Konyalı gibi, Selçukyalı gibi
yaşadım…
Asırlar yürürken, şehrin
ışıkları yine parlayacak sonsuza… Ve nice Konyalı, o ışıkları parlatmaya devam
edecek…
TAHİR SAKMAN
17 Şubat, 2025
SOKAK ARASINDA TOP OYNAMAK
SOKAK ARASINDA TOP OYNAMAK
Sokak aralarında top
oynamanın tadını şimdiki nesil bilmez sanırdım, yanılmışım…
Bazen bir at arabası geçer
üstünüzden, bazen fayton ama maç durmaz; maç durursa hayat dururdu sanki… O
naylon toplar patlayıncaya kadar… Ben en çok Metin Oktay olurdum, bir yanım hep
kraldı…
Selimiye Mahallesi...
şimdilerde Sahip Ata olmuş, Çaldıran Sokak’ta top oynuyordum, sokakta değil
sanki gökyüzünde… Bir atın nallarını yakından gördüm ve tekerlerini… 5-6
yaşlarında olmalıyım, bende öyle bir yer etmiş ki dün gibi hatırlıyorum…
Vedat abimin bana
öğrettiği gibi kalecilik yapmıyordum; çünkü ben artık Metin Oktay’ım, Varol da
başkası olsun, bu seferlik…
Gol atacaktım… ama araba
izin vermedi… Ekmek arabası, o yıllarda mahallelerde ekmek satan arabalar.
Şehirdeki en meşhur ekmek satıcısı Hayık amca vardı ama ben hatırlayamıyorum, o
muydu üzerimden geçen?
O olsaydı eğer yani Ekmekçi
Hayık amca olsaydı kesin beni o halde bırakmazdı sonra ziyaretime gelir hâl
hatır sorardı… Çünkü o başka bir Konyalıydı; yüreği sevgi dolu, insanı insan
olduğu için seven bir can, toprağına bağlı…
Bir hafta evde yattım,
ayağa kalkamadım; annem, babama “yüklükten düştü” demiş… Şimdi siz yani gençler
yüklüğü de bilmezsiniz, hem nereden bileceksiniz ki sizin hiç yüklüğünüz
olmamıştır, haklısınız… Annenize sorun, yok o da bilmez, en iyisi ninenize
sorun o size anlatır…
İnsan hayatında kilometre
taşları vardır, yol sapağı gibi; bir yanı yaşama devamdır öbür yanı malum…
Hayatımdaki ilk kilometre
taşıydı bu benim, yaşamı seçmişim…
Haber izlerken… iki çocuk,
hayali voleybol oynuyor… ilginç değil mi? Aslında onlar gökyüzünde oynuyorlar;
en saf halleriyle… arabaların arasında kendilerine bir cennet yaratmışlar belli
ki…
Sizin yasaklarınız
umurlarında değil; betonlarınızla işgal ettiğiniz o sokaklarda fidanlar
yeşeriyor… Yarınlar yemyeşil, bizimki bir umut…
Bir moto kurye çocukların
saf dünyasının kapılarını aralıyor ve gidip top satın alıp hediye ediyor… Çocuklar
sevinç yumağı… Gözlerinizi kapatın ve hayal edin; çocukların sevincini anlatmak
mümkün değil…
Hâlâ umut var biliyor
musunuz?
Hem de her şeye rağmen;
size rağmen, bize rağmen… Bu çocuklar var olduğu müddetçe, hayal kurdukça…
adımlarını bulutlara doğru attıkça; umutsuzluğa asla yer olmayacak ülkemde… Gazi
Mustafa Kemal Atatürk gibi, umutlarımız hep var olacak…
Haydi çocuklar;
smaçlarınız, geleceğimizin teminatı olacak…
TAHİR SAKMAN
13 Şubat, 2025
KIRIN KAŞIKLARINIZI
KIRIN KAŞIKLARINIZI
Haberleri izliyorum…
Haberler mi beni izliyor
yoksa ben mi haberleri… İçim parçalanıyor… Bir anne, çocuğunu balıkçı tezgâhından uzaklaştırmaya çalışıyor, paramparça…
Bir çocuk ağlayınca
kıyamet kopmuyorsa; sevsinler bu dünyanın adaletini, sevsinler bilmem kaç
milyar insanın, içi boş felsefe dolu kelimelerini, şiirlerini, öykülerini…
Neye yararsınız siz? İçinizi
parçalamıyorsa bir çocuğun ağlaması?
Haber devam ediyor, benim
de içimin parçalanması:
Balıkçının da içi
parçalanmış olmalı ki çocuğa bir balık veriyor, çocuk kucaklıyor sıkı sıkı…
sanki balıkçı cayar da geri isterse vermem der gibi…O masum gözlerindeki hüzün
yerini bir anda sonsuz bir sevince bırakıyor, sarılıyor balığa; balık da
neredeyse boyu kadar var çocuğun…
Koşarak gidiyor, koşarak…
Umutlarım koşuyor o
çocukla, paramparça yüreğim kendini toparlamaya çalışırken…
Haber… ah, bu haberler… Bu
haberleri kapatın; görmeyelim, duymayalım ki rahat edelim…
Bir bakkal; geçmiş zaman
bakkalı gibi, mahalle de öyle zaten… Başkentte, nasıl göreceksiniz ki,
göremezsiniz ama haberciler görmüş:
Taneyle çocuk bezi
satıyorlar… Kuru fasulye 7,5 lira olunca türkü yakanlar, çocuk bezinin taneyle
satıldığını duyunca eminim buna da türkü yakacaklardır: Beste var zaten,
sözleri eksik… Düğüm düğüm boğazlarımızda…
Diyemediklerimizi kim
diyecek?
Çocuklar ağlarsa, bir
çocuğun gözünden düşen yaşlar alev olup bu dünyayı yakmazsa…
Katlarınız, arabalarınız
ve cüzdanlarınızdan dökülen… Kırın kaşıklarınızı…
Bir topun peşinde koştuğunuz kadar çocuklarınızın peşinde koşmuyorsanız... gol mü, penaltı mı, konuştuğunuz kadar ağlayan çocukları konuşmuyorsanız, kırın kaşıklarınızı...
Yok, ben vazgeçtim sizinle
uğraşamam ama bir çocuğun gözündeki yaş sizi yakar, kırın kaşıklarınızı…
TAHİR SAKMAN
07 Şubat, 2025
ZAMANA İHANET ETMEK
![]() |
Kapanmadan önceki son fotoğrafta Necati Ercengiz, sanki mazinin ihtişamlı günlerine hüzünlü bir bakış atarken... Fotoğraf; T. Sakman |
ZAMANA İHANET ETMEK
Şimdi tarih oldu…
Gözümüzün önünde, bizim vefasızlığımıza
baka baka…
Sizi bilmem ama ben bazı
mekânları çok önemsiyorum… Müzelerin nasılsa bir koruyucuları var,
kütüphanelerin de ama ya zanaatkârların? Yıllarca hizmet ettiği; iş ürettiği,
aş ürettiği ve zanaat icra ettiği…
![]() |
Zamana meydan okumak yerine zamanla uyumlu çalışmanın sırrını keşfeden Mustafa Yavuz usta, şehrin en yaşlı saatçisi olarak zamana ayar vermeyi sürdürüyor. Fotoğraf; T. Sakman |
![]() |
Bedesten'in Hükümet Meydanı'na bakan
tarafında olan Adil ustanın dükkânı. Bu küçük dükkânda şehre nice saatçi
onarım ustaları yetişmiştir. Fotoğraf: Recai Kıcıkoğlu Koleksiyonu. |
Şehirde marka olmuş, simge
olmuş mekânları yaşatmak zor olmamalı… onların hatıraları, tezgâhlarına sinen
ustalık hikâyeleri eminim bize seslenmek için fırsat ararken… Bizlere, birer
birer kapanan bu dükkânları hüzünle izlemek kalıyor…
Şen Saatçi, ülkemizin
saatçilik piyasasında önemli bir yeri olan ve “Konyalı Saatçi” ismiyle zaman
piyasasında haklı bir yer edinen ailenin ilk nesil saatçisi olan Mukadder
Nalçacı tarafından 1950’li yıllarda kurulmuştur. Ailenin işlerini İstanbul’da
sürdürme kararından sonra önce Mustafa Kolat sonra Necati Ercengiz ve ortakları
devralarak 2023 yılının sonuna kadar mesleği ve Şen Saatçi ismini onurla taşımışlardır.
Şehirde ciddi bir marka
olan Şen Saatçi’yi yazarken Necati (Ercengiz) abi ile olan sohbetimizde dükkânı kapatma
kararı aldıklarını ama o zamanlar bunu yazmamamı istemişti. Aradan birkaç ay
geçmişti ki Şen Saatçi tabelasının indirildiğini görünce şok olmuştum. Bir
devrin sonu gibi gelmiş, kendi dükkânımı kapatmış gibi üzülmüştüm.
Oysa bu tür yerler ne
olursa olsun yaşamalıydı; şehrin simge dükkânlarının kapanmasına mani
olmalıydık, izin vermemeliydik…
Şehirde eskiye dair ne
varsa hızla yok ederken… hafızamızı yok ediyoruz farkında mısınız?
![]() |
Mazhar Sakman, Tevkifiye Caddesi'nde şimdi mazi olan dükkânında. Fotoğraf; T. Sakman Koleksiyonu. |
Ustalar sadece saat tamirini
değil, insanların gözü gibi baktığı ve hatıralarının baş köşesinde yer eden
saatlerin önemini çıraklarına aktarırken aslında iyi ahlakı ve insana; saygıyı,
sevgiyi de öğretirler. Zamana hürmeti olmayan bir saatçiyi ben bugüne kadar
görmedim. Zamanı ince ince işlerlerken, bu dünyanın aslında sonlu olduğunu, işleyen
zamana saatlerle birlikte insan ömrünün eşlik ettiğini her zaman hatırlatırlar.
Eğer çevrenizde bir saat tamircisi varsa bilin ki o, yaptığı paha biçilmez
tamirin, hayatlarımıza dokunan zamanların ustasıdır…
Mazhar Sakman’ın Tevkifiye
Caddesi’ndeki, Mehmet Dikilitaş’ın Bedesten’deki, Adil Özselçuk ustanın Hükümet
Meydanı’ndaki dükkânları kapanırken sessiz sedasız… Tik takların sesi
duyulmazsa… Zamana ihanet ediyoruz…
![]() |
Şehrin yetkin ustalarından soldan sağa; Ahmet Sami Kalaycı, Hüseyin Karadeli, Mehmet Emin Haksever. Fotoğraf; T. Sakman |
![]() |
Tahir Sakman'ın Türbe Caddesi'ndeki iş yerinde, sol başta merhum Uysal Saatçi Mehmet Dikilitaş. Fotoğraf; T. Sakman. |
06 Şubat, 2025
O BENİM KIZ ABİMDİR
O BENİM KIZ ABİMDİR
ağzına sakızdır kahpe dünya
çiğner/ yalanı dolanı/ sevmez
sevdi mi allah’ına dek sever
ay’a renk verir aynasındaki ışık/ hüzün
yıkamaz/ yıkarsa yalan yıkar
bir de kahpelikler
o benim kız abimdir
harbiden kızdır
içinde bir çocuk koşar
saklandığı bahçeden kalabalık türkülere/
sevinçten kelebeklere/ uçurtmadır
yüreği vardır kimse anlamaz/ istemez zaten
savurur saçlarını/ rüzgârı bile yalnız eser
yağmuru acıya çalar/ umutları renksiz
o benim kız abimdir
yıldız taşır gecelere/ siz göremezsiniz
gündüzlere güneş döker
görseniz de göremezsiniz/
yaşamın nefesini/ zamanın geçersizliğini
yitik ülkedir yalnızca mehtaba açık
ağlarken ağlayan gülerken gülen
o benim kız abimdir
direnir erkek gibi yazgısına/ ak kâğıttır kara kalemdir
kadın olmanın onuruna
bilir ki hayat yaşanmak içindir
ve başında bir kep/ hayata dönük
isterdim/ sizin de kız abiniz olsun
belki/ belkisiz/ isterseniz olabilir/ yüreği herkese yeter
insan olmak hep almak değildir
çoğu kez de vermek gerek
sadece benim kız abim değil ki/ herkesindir
verir herkese/ yıldızlardan topladığı çiçekleri
güneşine serperek
TAHİR SAKMAN
05 Şubat, 2025
SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERİ ÜZERİNE
SOSYAL MEDYA GÜNLÜKLERİ ÜZERİNE
Ahmet (Ergun) abiyle bizim tanışmamız
çok sonraları oldu…
Önce merhum babası Avukat Besim Ergun
amcayla, babamın Tevkifiye Caddesi’ndeki dükkânında sonra Sarıyakup Caddesi’ndeki
bağ evimizde yapılan oturaklarda tanıma onuruna eriştiğim insanlardan bir
tanesidir.
Besim amcanın; hoş sohbetini, güler yüzünü
ama illaki babama olan takılmalarından çok sevdim. Bir gün bizim evde yine
oturak düzenlenmişti. Kapı çalınınca açtım, gelen Besim amcaydı. Evin hayadına bile
adım atmadan pardösüsünün iç cebinden, gazete kâğıdına sarılı büyük rakı
şişesini çıkardı ve bağırdı; “Len Mazhar, bak şişeyi getirdim…”
Meğerse babam “şişeyi görmezsem kapıyı
açmam” diye takılmış. Tabii ki tanışıklıkları çok eski, Konya Muallim Mektebi’nden…
Onlar hatıraların arasında kaybolup giderken benim hafızama çok şey
kaydedildiğini çok sonraları anlayacaktım.
Doğrusu bu konuda oldukça şanslıyım.
Yazın hayatına adım atmama da “o sohbetler nedeniyledir” desem yeridir. Evimizin,
o mütevazı kerpiç odalarındaki sohbetlerin lezzetini kaybedince anladım. Ülkemizin
ve şehrimizin kalburüstü edebiyatçıları, müzisyenleri, folklorcuları ve hukukçularının
kültür, edebiyat, folklor üzerine konuşmaları benim için bir altyapı
oluşturmuştur.
Çok sonraları Besim amcanın rahmetli
olmasından sonra bu sohbetlere zaman zaman genç bir avukat olarak katılan Ahmet
abimizle tanışma fırsatımız oldu ama o daha çok babamla sohbet ederken ben yine
iyi bir dinleyici ve kaydediciydim…
İki ciltten oluşan, toplamda bin sayfayı
aşan kitapları elime alınca ilk aklıma gelen bunlar oldu.
Büyük boy (23,5x16) ebadında ve
oldukça kaliteli bir baskıyla şamua kağıtlara düşen harfler her ne kadar “Sosyal
Medya Günlükleri” ismini taşısa da çoğu sayfasında, sosyal medyanın ötesine
düşen bir başvuru kitabı olarak göze çarpıyor. Konuların tasnifi özenle
yapıldığı belli olan kitabın insanı yormadan konuya girmesi ve ana hatlarıyla
ortaya koyması, Ahmet abinin ne kadar entelektüel bir birikiminin olduğunu da
açıklıyor gibidir. Ayrıca kapağı da çok beğendiğimi ifade etmeliyim.
Dedesinden kendisine kalan Meram’daki
evinde yer aldığını bildiğimiz ciddi büyüklükteki kütüphanesinin yansımalarını
okurken, onunla birlikte keyifli bir geziye çıktığımızı da fark ediyoruz.
“Felsefi İnançlar ve Dinler, Yakın Siyasi
tarihimiz, Hukuk ve Hukuki Yorumlar” şeklinde düzenlenen ilk kitapta, Atatürkçü
bir dünya görüşüne sahip ve onun inkılaplarına bağlı bir hukukçunun özellikle
yakın tarihimize bakış açısı, değerlendirmelere ayrı bir önem katıyor. Bu
bağlamda söylenecek en önemli sözün, şehr-i Konya’nın kadim ailelerinden birine
mensup olmasıyla birlikte; kendini sürekli yenileyen, bilgiye doymayan ve bu
sayede aydınlık tuttuğu ufuklarını paylaşmasından başka bir şey değildir
aslında…
Ve pek çok yazısını sosyal medyadan
hatırlamakla birlikte kağıda, mürekkebe ve harflere dökülmüş düşüncelerin somut
olarak elinizde tutmanın heyecanını hissediyorsunuz…
Sosyal medyada yazılanları kitap haline
getirme fikri bende de oluşmuştu ama bendeniz ancak e-kitap olarak
yayımlayabildim. Korona günlerinde tefrika ettiğim "Öteki Şehrin Hikâyesi/
Korona Günlükleri" isimli çalışmayı umarım bu yıl fiziksel baskısıyla sizlerle
buluşturabilirim. Ahmet abi elini çabuk tuttu ve ne iyi etti ki okuduğumuz yazılarını
yeniden bizlere hatırlama fırsatı verdi.
İkinci kitabın konuları “Osmanlı
Türkçesi ve Türk Dili, Eğitim ve Kültür, Gastronomi Yemek ve İçki Kültürü,
Nostalji-İstanbul Hafızası, Konya Hafızası-Tiyatro” bölümlerini kapsıyor ve bu
konu başlıkları nedeniyle benim daha çok ilgimi çektiğini itiraf etmeliyim.
Şehrin köklü bir ailesine mensup olmanın
getirdiği avantajla ve kendisinde olan şahsi merakla öğrendiği Osmanlıcasını bu
ciltte konuşturmuş Ahmet abi… Edebiyatla olan ilgisini de bu sayede
öğreniyoruz. Bazen bir gazelin bazen bir dörtlüğün ruhunu size günümüz
Türkçesiyle aktarırken sanat zevkine de tanıklık ediyorsunuz.
O naifliğiyle, yaşanmışlıklarını da anlatır;
yerel tarihin ötesine geçerek, kişisel tarihinden, yaşam serüvenindeki
hatıralarından da söz eder. Üzerindeki kruvaze takımın duble paçasından tutunuz,
bazen kravatıyla bazen de papyonuyla, şapkasıyla nerede durduğunu da işaret
eder. Karşınızda modern bir Bektaşi gibi duran bu adam sanki o pos bıyıklarının
her bir ucuna taktığı yaşamın güzelliklerini size anlatmak için çırpınır. Siz
ne kadar özenle giyinseniz de yanında durduğunuz anda tüm özenlerinizin boşa
olduğunu hatırlatır. Sizi sevgiyle kucaklayan gözlerinin içinde, bir çift
güvercin saflığıyla bakan bir adam, her zaman size saygıyı, sevgiyi yeniden
şekillendirerek öğretir gibidir.
Ama o hâlâ bir Konyalıdır, asla bundan
taviz vermez… Şehrin tanınmış yazarlarını, şairlerini, gazetecilerini veyahut
sıradan insanların hayatlarını yansıtır bazen yazılarında. O aristokrat bir görüntü
çizse de… ilk tanıdığınızda bu fikrinizden hemen vazgeçersiniz; çünkü o, bizden
biridir… İkinci kitapta tüm bunları daha sıcak hissedersiniz.
Şehrin; kültürü, sanatı, folkloru ve
anıları ikinci kitapta yer bulurken, şehirle ilgili önemli bir kaynak haline
gelmiştir. Gastronomiye olan özel ilgisi -her entelektüel gibi- kitaba Konya
yemeklerinin tarifi olarak girmiştir ki okurken o nefis yemeklerin rayihası
eminim burnunuzda tütecektir…
Eleştiri… eleştirmek kolaydır önemli
olan böyle bir eseri meydana getirecek bilgi birikimine ve cesaretine sahip
olmaktır; “İnsan bilgisi kadar düşünür, merakı kadar öğrenir, öğrendiği kadar
fikir sahibi olur, cesareti kadar ifade eder” diyor Ahmet abi ve devam ediyor, Nietzsche’nin
dediği gibi “Kendinden hiç söz etmemek soylu bir ikiyüzlülüktür” tuzağına asla
düşmüyor. Fikirlerine herkesin katılmamasını da hoş karşılar ve her zaman tartışmaktan
yanadır ama bir şartı vardır: Kütüphanesi’nde asılı olan şu veciz sözle bütünleşmiş
gibidir, Ahmet abi: “Lütfen okumadıysanız tartışmayalım…”
Şehrin kişilerinden söz ederken merhum
babamla olan dostluğundan bahisle iki fotoğrafa da yer vermiştir; “Saatçi Mazhar
Sakman” başlıklı yazısında… Her ne kadar fotoğraf altı yazıları karışsa da
maksat hasıl olmuştur. Bendenize ait “Konya Oturakları” kitabı ile ilgili
yazısını görmek de sürpriz oldu benim için.
Çok az da olsa alıntı yaptığı yazılar da
var kitapta, örnek vermek gerekirse bendenizin yazdığı “Folklor ve Ayıp”
başlıklı bir makalemi de kitaba alması beni çok duygulandırdı. Kitabın
içindekiler bölümünde makalenin yer almaması da kitapta gördüğümüz çok ender bir
tashih hatası, “zarfın değil mazrufun” kıymetli olduğunu bildiğimizden önemsiz
bir ayrıntı olarak göze çarpıyor.
Uzun seneler okunacak ve geleceğe
bırakılabilecek en güzel miras olarak hafızalarımızda daima yer tutacak bir
eser üzerine yazı yazmanın zorluğunu takdir edersiniz; Ahmet abi gibi şehir
ortalamasının çok üzerinde bir bilgi birikimine sahip bir insanın kaleminden
dökülen satırlar, şehir kültürünün yaşanmış canlı bir abidesi gibi her zaman
yolumuza ışık tutacaktır.
Ahmet abi çok önemli bir işi başarırken kendisine
söyleyecek tek sözümüz yazmaya devam olabilir; sen yaz ki Ahmet abi, bizler de
okuyalım…
“Bilmediğini bilmenin” erdemini
açıklarken “İnsanın çok az şey bildiğini fark edebilmesi için çok şey bilmesi
gerekir; çok bilmeden, çok az şey bildiğimizi fark edemezsiniz.” diyor Ahmet
abi…
Kitaplar; insanın cehaletini ortaya
çıkarır, bu yüzdendir belki az okuduğumuz veya hiç okumadığımız… Okumadıkça her
şeyi biliyorsunuz; ne güzel bir şeydir cehalet, her şeyi bilirsiniz!
Okudukça, cehaletimi ortaya çıkaran
satırların arasına gizliyorum kendimi… Ve onunki kadar fiyakalı olmasa da
şapkamı çıkarıyorum, Sosyal Medya Günlükleri’nin önünde saygıyla…
Ahmet abi, ne yaptın sen?
TAHİR SAKMAN
03 Şubat, 2025
GAZETECİ
GAZETECİ
Bazı insanlar vardır; onları
heyecanlarından kolayca tanırsınız…
Meslek aşkıyla koşarlar, halkın derdiyle
dertlenirler ve bu uğurda koşarken asla yorulmazlar, onları hemen tanırsınız,
bilirsiniz, yakından tanımasanız da dostluğundan asla şüpheye düşmezsiniz;
özleri, sözleri birdir, lafı asla eğip bükmezler; bazen gergin gibi görebilirsiniz
ama onun gerginliği, inanın sizler içindir, yalan dolan işleredir, onların
kızgınlığı… Tek dayandığı da sizlersiniz…
Bu insanlardan bir tanesidir,
gazetecidir… aslında gazeteci kelimesi bile başlı başına onu anlatmaya yeter
ama o, bu kimliğini -ki her dönemde onurla taşımasını bilmiştir- asla güç
sarhoşluğu içinde kullanmamıştır, tetikçilik yapmamıştır; o sadece gazetecidir…
Çekirdekten yetişmiştir; mesleğinin en
ince ayrıntısını yaşayarak öğrenmiştir. Onun içindir, bu ondaki dinmeyen
heyecan… Şehrin yüz akı gazetelerinden, merhum Yalçın Bahçıvan yönetimindeki
Yeni Meram gazetesinde haberden habere koşarken başladı onunla tanışıklığımız.
Ben şiir yazarken, o haber yazıyordu sonra ben köşe yazmaya başlayınca
dostluğumuz daha da arttı…
Sansasyonel haberleri o yakalardı,
şehrin gündemi ondan sorulurdu… Aynı zamanda Milliyet gazetesinin Konya
muhabiriydi sonra Sabah’a geçti… Dergiler çıkardı şehirde bir ilkti o zamanlar;”
Flaş Haber” dergisi, flaş haberlere imza attı, şehrin nabzını tuttu. “Konya Kent”
bir başka haber dergisiydi. “Konyasport” ismiyle müthiş bir dergi çıkardı, o da
şehirde bir ilkti ve uzun yıllar yayımlansa da o da Flaş gibi ekonomik
koşullara dayanamadı. Yetmedi, mücadeleye devam etti “Cönk” isimli kültür sanat
dergisi çıkardı. Genel yayın yönetmenliğini rahmetli Yalçın Dikilitaş abimiz
yaptı ama onun zamansız ölümü derginin ömrünü kısalttı.
Arşivindeki önemli fotoğrafları, şehir
kültürünün hizmetine sunmaktan her zaman onur duymuştur. Binlerle ifade
edebileceğimiz fotoğraflar içinde, haber fotoğrafları dışında, şehrimizin ve
ülkemizin sanatçıları, edebiyatçıları gibi şehir kültürüne ışık tutacak fotoğraf
arşivini araştırmacılar için her zaman açık tutmuştur. Bu konuda asla kıskanç
olmamıştır.
Merhum İbrahim Sur’un yazı işler müdürü
olduğu yıllarda, Türbe Caddesi’ndeki saatçi dükkânımda sık buluşur, laflardık;
ordan, burdan…
Ordan, burdan nerelere geldik; yıllar
üzerimize devrilmiş… ama o asla yıkılmadı, mücadele etti, dişiyle, tırnağıyla
kazıdı… mütevazılığından hiç vazgeçmedi; bir de gazeteciliğinden…
Şimdi şehrimizde yine bir ilke imza
atarken… sessizce işine bakıyor o; çünkü, o bir gazeteci…
Geçtiğimiz yıllarda yayımladığı “Konya
Olay” isimli gazetesini yeni nesil, internet televizyonuna dönüştürmenin haklı
mutluğunu yaşıyor. Şehrin, tek RTÜK’ten lisanslı internet televizyonu olan
Konya Olay TV’yi kesintisiz 24 saat yayımlamanın mutluluğunu yaşıyor. Ve gittikçe
artan bir izleyici popülasyonuyla şehir adına gurur duymamak elde değil…
Yeni projelerini anlatıyor heyecanla;
heyecan sanki o, Yeni Meram’daki muhabirin heyecanı; önemli bir haberi halka
yetiştirmenin heyecanı… mesleğe ilk başladığı günkü gibi… eğilmeden,
bükülmeden, dimdik…
İsmini yazmadım ama biliyorsunuz,
tanıyorsunuz… başka kim olabilir ki tabii ki gazeteci…
İsmini bilerek yazmadım; çünkü o bir
gazeteci…
Gazeteci kimliğini, isminin önüne
geçiren bir Konyalı:
O, bir gazeteci, teşekkürler Kemal
Soylu, şehre kattıkların için…
TAHİR SAKMAN
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)