YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

14 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅵ (KOMŞUNUN DUMANINDA PİŞMEK)

 




Çocukluğumun en renkli anıları Muhacir Pazarı’nda oturduğumuz yıllara ait olmalıydı ki aradan geçen bunca yıla rağmen bu kadar canlı hatırlayabiliyorum.

Aslında o yılların Konya’sı da oldukça renkli olmalıydı… Yaz akşamları Gar Aile Bahçesi’nin yanı sıra gidilebilecek bir hayli yer vardı. O yılların sıcak Konya’sında aklıma ilk gelen yer Karayolları Bahçesi’ydi…

Yaz akşamları oraya giderdik; çok nezih bir ortamdı, müzik dinlerdik. Yanılmıyorsam ünlü sanatçımız Neşe Karaböcek’i de ilk orada dinlemiştik. Neşe Karaböcek daha sonraki yıllarda hemşehrimiz Bestekâr Udi Timur Alpsakarya’nın ağabeyi Atilla Alpsakarya ile evlenmiş dolayısıyla yengemiz olmuştu.

Bir akşam buradaki bir gösteriden oldukça korkmuş, saklanacak yer aramıştım: Elbisesinin her yerinde farklı boylarda bıçakların asılı olduğu Kafkas kıyafetli bir adam, geniş bir tahtanın önünde duran kadın asistanına bıçaklar fırlatıyordu. Ne cesaret!

Nefesimi tutmuş izlerken gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Ortamın sessizliğini bıçakların vınlaması bozuyordu. Kadının arkasında bulunan tahtaya saplanan bıçakların tok sesi, beynimde uğultulara sebep oluyordu. Santim farkla kadının etrafına sıralanan bıçakların görüntüsü belki de bende bir travmaya neden olmuştur ki hâlâ bıçaklardan uzak durmayı yeğlerim.  

Devlet Tiyatrosu’nun olduğu bina, Konya İlk Halk Kitaplık binasıydı. Yan taraftaki bahçesi, çay bahçesi olarak hizmet verirken giriş katındaki büyük salonda çeşitli sanatsal faaliyetler yürütülürdü.

Bir kış günü annemle gitmiştik, Kutlu Payaslı’nın konseri vardı. Konserden sonra dışarı çıktığımızda lapa lapa yağan bir kar bizi karşılamıştı.

Düdüklü tencere biz buradayken çıkmıştı… Çocuk aklımla, düdük lafını duyunca çok sevinmiş, tencerede düdük aramıştım! Nasıl kolaylıktı; önce ocakta, maltızda pişen kuru fasulye sonra gaz ocağına terfi etmiş şimdi de düdüklü tencerede, eskisi gibi saatlerce imil imil pişmesini beklemeden kısa sürede hazır oluyordu.

Lezzet mi dediniz? Çok ararsınız…

Hani o, bizim Ayşe kadın fasulyemiz vardı ya “komşunun dumanında” pişen… Başarakavak köyünden gelenler?

Annemin acemiliğine denk gelmiş, tam soğumadan kapağını açınca olanlar olmuştu; kuru fasulyeler annemin elini, yüzünü yakmıştı… Böyle durumlarda eskilerin gerekçesi hazırdı zaten; “ustalık sindi” derlerdi…

Optimist marka gaz ocakları çok meşhurdu o zamanlar, diğer markalara göre sessizdi... Önce ispirto döküp yakılarak başlığının ısınması sağlanırdı ki havayla sıkıştırılan gaz yağı uçucu bir hâle dönüşüp yansın… Ara sıra tıkanırsa söner ve gaz yağı kokusu evi sarardı. Hemen özel iğnesiyle tıkanıklık giderilir ve tekrar yakılırdı.

Laf aramızda her ne kadar yenisini de alsak, bizim evde, evlenirken aldığımız düdüklü tencere hâlâ duruyor ve kırk yılı aşkın bir süredir pişirmeye devam ediyor. Bizimle birlikte o da pişiyor!

Tüp gazlar çıkınca gaz ocaklarının pabucu dama atıldı… çok sonraları allanıp pullanıp vitrinleri bir nostalji abidesi gibi süslediyse de şimdilerde o da unutuldu gitti…

Ben gaz ocağının sesini çok severdim yanına kıvrılıp yatardım kedi gibi… o yıllarda kedim yoktu ama küçücük bir köpeğim vardı, ne çok severdim onu... Sonra bir araba çiğnemişti galiba… arkasından çok ağlamıştım.

İlk bulaşık deterjanı yine biz bu mahalledeyken çıkmıştı. Kadınlar bayram etmişti resmen.

Plastik poşetlerin içinde satılıyordu, “Güneş Deterjanı…” Kül ile ovmaktan, sabun köpürtmekten kurtulmuşlardı; çabucak bulaşıklar yıkanıyor böylece sinemaya geç kalınmıyordu…

Sinemaya geç kalınmıyordu ama ya doğaya verilen zarar? O yıllarda kimsenin aklına bile gelmiyordu!

Anamdan çok dayak yediğim yıllar aynı zamanda… belki de sırpatlığım bundandır… öyle az buz değil, tokadın sesi Alâaddin’den duyulurdu…

Geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz Udi Bestekâr Timur abinin isminin yeni yeni duyulduğu yıllar… Babamla bir ara, babamın Tevkifiye Caddesi’ndeki o merdiven altı dükkânın üstündeki -ki bir kişi o merdivenleri zor çıkardı, çok dardı- müzik aletleri ve malzemeleri satmak üzere ortak bir dükkân açmışlardı. Timur abi orada müzik dersleri de veriyordu. Sonra neden bilmiyorum kapattılar. Birçok gazinoda da akşamları birlikte sahne alıyorlardı. (Timur abi, bir paragrafta anlatılacak bir insan değil; onu ayrı bir yazı konusu yapmalıyım.)

Mehmet Ali (Renkligündoğdu) dayım vardı, çok iyi bağlama çalardı. Devlet Demiryolları’nda usta olarak çalışır, geceleri de şehrin muhtelif gazinolarında çalardı. İstasyon Gar Aile Bahçesi’nin yanı sıra Meram son duraktaki şimdi Kafem olarak hizmet veren yerde, o dönemler içkili gazino vardı, orada çalardı. Yakışıklı olduğunu söylememe gerek var mı?

Şimdiki gibi öyle kâğıt mendiller yoktu… Mendillerin bile bir asaleti, duruşu, nezaketi vardı. Hani her bayram, şekerin yanında biz çocukların cebine konulan süslü süslü hediye mendiller… Tabii her mendil, bizim çocuk mendilleri gibi masum değildi; dayım rujlu mendillerini anneme getirirdi yıkanması için de anlamazdım, meğerse… yengem duymasın bunu!

Dayım, küçükken müziğe merak sarmış ama öyle kolay mı bir bağlama almak… Çocuk aklıyla yağ tenekesine bir sopa çakmış, teller uydurmuş… Dayım çok yaratıcıydı, Garipler’deki evde ramazan akşamları Karagözcülere özenip limon kasasından kukla sahnesi bile yapmıştı, mumlarla aydınlatırdı.

Bir gece sabaha kadar ağlamış ve anneannem dayanamamış gitmiş bir cura almış dayıma… Sesi de güzeldi dayımın ve tezenesi de… yıllar sonra ben bir kasetini bulmuştum. “Kır onu” demişti de ben dinlememiştim… (O kaset hâlâ bende saklı.) Ne de olsa artık o bir hacıydı ve Konya’da gelenek olduğu üzere tövbe etmiş, sazı bırakmıştı…

Konya müziği için büyük kayıptı…

Bu tövbe meselesi oldukça enteresandır; kimisi “Konya toprağında çalmayacağım” diye kimisi ise “elime almayacağım” diye yemin eder ki ilerleyen günlerde hani canı çekerse kitaba uydurulsun diye…

Ayakkabısının içine başka şehirden toprak getirtip koyanların veyahut kanunu eline almadan, kucağına başkasının koymasından sonra çalanların hikâyeleri şehrin hafızasını süslerken, bu renk cümbüşünden nerelere geldiğimizin de kinayeli bir tablosu çizilir aslında…

O yılların anlayışıyla günümüzün anlayışı arasında eskilerin deyimiyle “arada Takkeli Dağ var” demek mümkün… Hatta “Loras var” bile diyebilirsiniz!

O insanların dünyası bir başa dünyaya evrildi (yoksa “çevrildi” demem mi daha uygun?) şimdi… ve galiba bizler yaşlandıkça da dünün yarı sisli, boz bulanık hatıraları arasında gezinirken, belki de dünü biraz abartıyoruz; çünkü bugünü hazırlayanın aslında dün olduğunu unutuveriyoruz.

Bir gün, bizi de unuturlar ama yazdıklarımız, anılarımız; şehrin ortak hafızasının en görkemli yerinde, dünün ihtişamını/hoşgörüsünü ve tabii ki o mutluluğu yaşamaya, sonsuza dek devam edecektir.

TAHİR SAKMAN




Timur Alpsakarya'nın gençlik yıllarından...


 Timur Alpsakarya 


KENDİNLE YARIŞMAK!

 


 

Yaklaşık iki aydır üzerinde çalışıyorum. İlk yazılarımın görüldüğü yıllardan başlayarak günümüzün sosyal medya mecrasında yazdığım makalelerin, araştırma ve incelemelerin künyesini çıkarıyorum.

%99’una ulaştım ve bunların künyelerini dijitale ortama aktardım. Çok az bir bölümüne ulaşamadım, onları da ilerleyen zaman dilimi içerisinde bulmayı umuyorum.

Neredeyse her konuda kalem yürütmüşüz; kendimize iş güç edinmişiz… ki hâlâ öyleyim; bu nasıl bir tutkudur ki?

“Anadolu Manşet” gazetesinde bir dönem genel yayın koordinatörü olarak çalışmanın haricinde profesyonel olarak da çalışmamama rağmen…

Çok cesur köşe yazıları yazmışım. Gezdiğim yerleri fotoğraflayıp onlarla ilgili yazı serileri yayımlamışım, söyleşiler hazırlamışım. Bu fotoğraflar için gezi masraflarının dışında banyo, baskı işleri için harcanan para sonra zaman…

Başka bir tutku başka bir heyecandı o günler…

"öteki-sanat" ismiyle kültür sanat sayfası hazırlamıştım bir dönem, müthişti... ama hep yalnızdım...

Konya folkloru, Konya oturakları ve türkü kültürü ile ilgili hatta insanları ile ilgili öyle şeyler yazmışım ki… şiirler, mâniler... bunların bir kısmı kitap oldu ama daha kitaplaşmayı bekleyen onca yazı var…

Bu yazılardan bir seçki hazırlıyorum ki oldukça hacimli olmasının yanı sıra dünün Konya’sı ve Türkiye’si hakkında açılımlara da sahne olacak… Belki de ikiye hatta üçe bölmeliyim; çünkü sanırım 700 sayfayı aşkın bir kaynak olacak…

Hatta öyle ki asıl işimin önüne geçmişti bu heves… Dükkânımı kapatıp basın toplantısı izlemeye neden giderdim ki?

Hiçbir gazete bir makara film bile vermemişti oysa… Zor günlerim olmuştu, iş aradığım günler… Kapıları yüzüme kapanmıştı, bir tek Sabri Altun ağabey gazeteyi bana emanet etmişti… Bir de Seyit Küçükbezirci ağabeyim hep yanımdaydı…

Yazılarımdaki keskinliğim, inandığım değerlerim, kimi çevrelerin siyasal çekinceleri miydi bu sonucu hazırlayan?

Bir günde 6 basın toplantısına gittiğimi ve bunları haberleştirdiğimi biliyorum. İnanılmaz bir hızla kendimle yarıştığım yıllar…

“Yavaş Tahir”, “Yavaşla Tahir” diye uyarırlardı merhum şair dostum, abim Nevzat Küçükerdoğan ile Seyit Küçükbezirci abim… Yalçın Dikilitaş’ı anmasam eksik kalır, onun da çok açık desteğini gördüm tabii bu arada İbrahim Sur’u unutmak hiç olmaz…

Hepsine rahmet olsun, beni böyle burada, tek başıma bırakıp gittiler…

Ama hiç şikayetçi olmadım; onlar bana okul görevi gördü, inadına yazdım, severek yazdım, yazdıkça daha da çok sevdim daha da çok yazdım.

Kendimi asla kısıtlamadım, okudum, araştırdım öğrendim, eksiklerimi kapattım, kendimi geliştirdim. Ve hâlâ kendimi geliştirmenin, yazmanın peşindeyim.

Üslubum, o günlerin sonucudur.

Sadece yazılarımın künyesi bile 60 sayfayı geçti, neredeyse bir kitap hacmine ulaştı.

Çok seviniyorum çok da üzülüyorum… Çok daha farklı şeyler yapabilirdim: biliyorum, bende o kapasite var ama…

"Kumaş iyi" demişti Âşık Salihi ağabeyim, "Kumaş iyi..."

Her neyse şikâyet yok, ben işime bakıyorum; geleceğin araştırmacına kaynaklar sunmaya devam…

 TAHİR SAKMAN




12 Ocak, 2022

GÖKYÜZÜNE BAK!







Çok şey yazmak istiyorum…
Avaz avaz haykırmak istiyorum ama…
Sönen hayatların arkasından ailelerin açıklamalarını okuyunca… vazgeçiyorum…
Umudumuz olan gençlerimizi, böyle yalnız böyle çaresiz mi bırakacağız?
Dün bir film izledim; “Don’t Look Up…”
“Gökyüzüne bak” diyordu, “Gökyüzüne bak!”
Mesele de burada başlıyor zaten:
Toprağa bakan bir gençlik olmamalı; gençlerimizin gözü ufuklarda olmalı, gökyüzüne bakmalı!
“İstikbal göklerdedir” sözünü hatırladınız mı? Boşuna dememiş; Ulu Önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk…
Sanayide, tarımda, hayvancılıkta… okulda, eğitim ve öğretimde; yaşın ve işin ne olursa olsun, saçınızın bir teline bile kıyamayız, umudumuzsunuz, geleceğimizsiniz, lütfen; acil, hemen şimdi, şu an, vakit kaybetmeye tahammülümüz yok, haydi:
Gökyüzüne bak!
TAHİR SAKMAN




11 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅴ (KAVAKLARDAN GÖKYÜZÜNE)



 



Çocukluğumun o günleri müstesna günlermiş; günümüzdeki olumsuzlukları görünce bunu daha iyi anlıyorum.

Evvela “güven” diye bir şey vardı… Bir şeylerden korkmazdık, komşular kollar, gözetirdi ki zaten öyle şeylere gerek kalmazdı.

Muhacir Pazarı’nda, pazar kurulan alanın doğu yönünde Söylemez’in Konağı vardı… Halkın “Söylemez Sultan” ismini verdiği bu zat ile ilgili olarak anlatılanlar çoğu zaman şehir efsanesinden öteye gitmiyor.

[Şeyh Fazıl Hüseyin Efendi ismindeki bu zat ile ilgili olarak daha detaylı bilgi isteyenler için: KÜÇÜKDAĞ, Yusuf (1999), “Söylemez”, Yeni Gazete/Cönk, (7 Nisan).]

Konuşmuyormuş… ermiş vs. … Oysa adamcağız Hindistan’dan gelmiş ve tek kelime Türkçe bilmiyor, konuşsa ne olacak?

Neyse konumuz bu değil; Söylemez Sultan’ın konağının yan tarafları yani Larende Caddesi’nin [Sahipata Cad.] yan tarafı, bugün Etnografya Müzesi’nin olduğu tarafta ağaç pazarı vardı…

Uzun uzun, göğe doğru yükselen bir anıt gibiydi ağaçlar ve bu alan ağaçlardan oluşan labirentlerle doluydu. Buralarda biz korkmadan gece yarılarına kadar saklambaç oynardık. Öyle karışıktı ki bazen saklandığımız yeri bir daha bulmamız mümkün olmazdı. Gizli geçitler, dehlizler… masallardan öte bir yere açılan bir kapıydı bizim için. Gizem doluydu.

Çoğunluğu kavaklardan oluştuğu için o kavakların kendine has kokusu hâlâ sanki dünmüş gibi burnumda tüter. Biz çocuklar sanki kavaklara tırmanıp gökyüzüne ulaşmanın heyecanını yaşardık… Adrenalin?

Kötülük nedir bilmediğimiz için aklımıza bile gelmezdi. O küçük yaşımıza rağmen korkmadan nasıl oynardık? Bu, mahallemizin verdiği bir güven duygusu olmalıydı…

Şimdi bakıyorum; herkes sitelerin içine, kendilerini neredeyse hapsetmişler; kendi evlerine bile güvenliğin izni olmadan giremiyorlar! Bir tek pasaport sormadıkları kaldı!

Biz çocuklar çok mutluyduk; çünkü özgürdük… gökyüzü, her gün bizi kendine çağırırdı ve biz de bu çağrıya kulak verir, koşardık yalın ayaklarımızla…

Evimizin bodrumunda inek, dana eksik olmazdı… Dışarıya süt satmadığımız gibi dışarıdan da peynir yoğurt vs. satın almazdık, yediğimiz her şey kendi üretimimiz ve doğaldı.

O yıllarda birçok Konya evi böyleydi, herkes üretirdi. Şimdi artık o günler çok gerilerde kaldı hepimiz tüketiyoruz…

Hayvanların mayısları gübreleri haliyle evin hayatında (avlusunda) birikirdi…

Bir gün sabahın erken saatlerinde, babam bir misafir getirdi eve… Bizim hayada girince derin derin nefesler çekti ve özlem dolu bir sesle şöyle dediğini hatırlıyorum: “Ohh, özlemişim; mis gibi tezek kokusunu…”

Meğerse babamın arkadaşı ünlü bir bağlama sanatçısıymış ki o yıllarda tanımayan yoktu.

TRT Ankara Radyosu saz sanatçılarından olan Ahmet Gazi Ayhan, o sabah kahvaltıyı bizimle birlikte yaptı sonraki günlerde eşi ünlü türkücümüz Yıldız Ayhan’ı da getirmişti.

O yıl ve daha sonraki yıllarda, Ahmet Gazi Ayhan ve eşini çok sık görecektik. İstasyondaki Kelleci Celal Mercan’ın işlettiği kır gazinosunda her yıl programa gelirlerdi. Yıldız Ayhan o yılların flaş ismiydi, Konya’ya geldiği zaman olay olur, gazinoda yer bulmak zorlaşırdı.

Konya’nın ilk aile gazinosuydu sanırım. (Bu konsepte başka da olmadı.) Kelleci lakabı, istasyonda önceleri kelle sattığı için verilmiş, sonra bu bahçeyi kiralamış ve şehrin yaz akşamlarına bir soluk getirmiş.

istasyonda önceleri kelle satarmış sonra bu bahçeyi kiralamış ve şehrin yaz akşamlarına bir soluk getirmiş.

“İstasyon Gar Aile Bahçesi” ismiyle hizmet veren bu işletmeye, kimler gelmezdi ki… O yılların popüler sanatçıların tamamını buradan dinlemek imkânına kavuşurdu Konyalı.

Biz de annemle birlikte çok giderdik, Babam işte olduğu için annemle ikimiz giderdik. Bir keresinde Yıldız Ayhan’ın davetlisi olarak gitmiş, ön masalardan birine oturmuştuk. Yıldız Hanım o gece sahnede ailemizden bahsedip beni ve annemi onore etmişti. Bugün, böyle gidebileceğiniz bir yer yok sanırım. Bahçe ikiye bölünmüştü ama isteyen karışık da oturabilirdi. Bir tarafta erkekler diğer tarafta aileler… İçki servisi de yapılıyordu.

Ahmet Gazi Ayhan, Gar Aile Bahçesi’ndeki programını bitirdikten sonra babamın çalıştığı gazinoya gider, orası da kapandıktan sonra bir Konya evinde yapılan oturaklara misafir olurlarmış, babamla birlikte. Konya’da olduğu müddetçe neredeyse günün yarısını birlikte geçirirlerdi.

Usta bir bağlama sanatçısı olan merhum, babamla birlikte Konya türkülerini geçerlermiş. Babam ona birçok türkü verdiğini söylerdi.

Yıllar sonra TRT’de yayımlanan Can Etili’nin hazırladığı “Türkü Defteri” isimli programın çekimleri için Kemal Koldaş’la birlikte bizim eve gelen Yıldız Ayhan o günleri yad etmişti.  

Ahmet Gazi Ayhan ve eşi Yıldız Ayhan sır oldular, babam ve Kemal Koldaş da…

Ama biliyoruz ki tıpkı şairin dediği gibi “Baki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş…”

Onun için bize düşen hâlâ nefesimiz varken; “Avazeyi bu âleme Davut gibi sal”maktan ibaret…

Şehrin semaları; sesinizi bir gün yansıtacaktır, eminim…

TAHİR SAKMAN



Mazhar Sakman, Yıldız Ayhan "Fırın Üstünde Fırın" türküsünü birlikte seslendiriyorlar:

06 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅳ (DAMDAKİ PENCERE)

 



Konya’nın yerli Romanları üzerine henüz bir araştırma yapılmadı, onların kökeni neresidir bilmiyorum ama meslek sahibi olduklarını özellikle sıcak demircilik yaptıklarını biliyorum. Onları ayırt etmek zaten imkânsız gibi bir şeydi tamamen asimile olmuşlardı.

Babaannemin Akbaş Mahallesi’ndeki evinin çevresinde yaşayanlar vardı, söylemeseler asla bilemezdiniz. İşlerinde güçlerinde, çevreleriyle uyumlu insanlardı. Zanaatlarıyla, insanlıklarıyla kendilerini kabul ettirmişlerdi.

Hatta o kadar ki Konya’nın eski Romanlarına, eski Konyalılar “bizim Romanlar” diyerek ne kadar benimsediklerini göstermişlerdir. Bunlardan şimdi kim kalmıştır bilemiyorum ama Konya’nın kadim zamanlarından gelen kültür mozaiğine ayrı bir renk kattıklarını düşünüyorum.

Babam bu evi satın alınca, (Muhacir Pazarı, Selimiye Mahallesi Çaldıran Sokak) eski Kız Öğretmen Okulu’nun (Şems-i Tebrizi Mahallesi) oradaki kira evinden buraya taşınmışız. Affedersiniz, yerel söylem böyleydi o zamanlar “Gavur evi” olduğunu söylerlerdi de ben anlamazdım… Muhtemelen mübadelede giden Rumlardan kalma bir evdi.

Ama çok sevmiştim; cümle kapısından içeri girince geniş sayılabilecek bir hayat karşılardı sizi… Hayadın sağında tuvalet vardı, o zamanlar Konya evlerinde tuvaletler hep dışarıda olurdu.

Zeminin biraz altında kalacak şekilde, yarı bodrumda, hayvanlar için ahır vardı, üst katta da bizim ev…

Cümle kapısının tam karşısında bir merdivenle çıkardık eve… Geniş bir tahtaboştan içeri girerdik. Antrenin sağında geniş bir misafir odası ki misafir olmadığı zamanlarda girmek cesaret isterdi benim için… Antrenin solundaki ilk oda benim odamdı…

İnsanın ailesi ve komşularının çoğunluğu müzisyen olunca… Vedat abime ve babam Mazhar Sakman’a özenmiş olmalıyım ki tahtaboşta ve tahtaboşun önündeki ahşaptan yapılma, balkonumsu çıkmanın üstüne çıkarak, elimde ütü kordonuyla konserler verirdim.

Damda pencere…

Sizin evinizde damda pencere var mı? Benim vardı; geceler boyu yıldızları seyrederek uyurdum. Kim bilir, belki de şair olmama sebep o damdaki penceredir?

Teknoloji bu kadar gelişti… bütün evlerin damlarına pencere yapsalar… ve yalnızca gökyüzüne açılsa tüm pencereler? Apartmanların tavanlarına bakmaktan sıkılmadınız mı?

Gökyüzüne açılan bir pencereniz yoksa… heyecanınız, sevinciniz… nereye gizlediniz?

Yazın mutlaka dam yuvaklanırdı… Eşeklerle çorak (toprak) getirirler, dama serilir sonra tuz atarlar, yuvakla sertleştirilirdi… değilse kar yağdı mı ev de esnaf dükkânına döner “akmazsa damlardı…”

Kar yağdığı günler, kocaman kocaman kürekleriyle dam küreyicileri dolaşırdı ki akmasa bile damların kürenmesi gerekirdi, sonuçta toprak dam, o ağırlığı kaldıramayabilirdi.

Bir de omuzlarına aldıkları uzun sopanın ucunda sallanan, geniş kapları olan yoğurtçular vardı, pek severdim… O lezzetler kaldı mı? Bir de mâniler söyleyerek geçen dondurmacılar…

Ah o kadar param olsaydı da o dondurmaların hepsini satın alıp mahallemizin tüm çocuklarına armağan etseydim… Roma dondurmasıymış… O yıllarda Maraş dondurmasından haberimiz yoktu… Eskimo dondurmasını bilirdik ama! O buzdan bir lezzet patlamasıydı, hâlâ arıyorum; heyhat, giden çoktan gitmiş…

Pamuk şekercileri unutursam eksik kalır… Üç tekerlekli bisikletin ön kısmında camekan içinde bir düzenek… Altta yanan gaz ocağı ve üzerine serpilen toz şekerleri… sonrası rengarenk bulutlardan bir düş; siz hangisini alırdınız, 10 kuruşa?

Elma şekercileri… ya şeytan şekercileri? Horozlu ister miydiniz? İyi de bunların hepsi para tuzağı… oysa biz çocuktuk; para da ne? Hayatımıza hiç sokmasaydınız da biz o sokaklarda masum masum oynasaydık…

Ne istediniz bizden?

Top oynuyorduk bir gün iyi hatırlıyorum; Çaldıran Sokak bize top sahasıydı… O kadar dalmışım ki beni uyarmaya çalışan sesleri tribünlerde yapılan tezahürat sanmışım… Atlı ekmek arabası üzerimden geçti… Ekmekçi Hayık mıydı bilmiyorum? Ama bir hafta on gün ayağa kalkamadığımı biliyorum. Annem babama yüklükten düştüğümü söylemiş…

Yüklüğü bilirsiniz değil mi? Bilenler, bilmeyenlere anlatsın!

Şimdi evlerinizde ne yüklüğünüz var ne ağzı açığınız…

Belki de o yüzdendir ağzımız açık baktığımız…

Babam saatçi dükkânını kapatıp eve gelir, akşam yemeğinden sonra çaldığı gazinoya gitmeden önce çeyrek saat kestirirdi. Uyanınca Vedat abimle kısa bir süre meşk ederlerdi. Vedat abim darbukayla eşlik ederdi…

Vedat abim (benim kadar olmasa da) çok yakışıklıydı. İzmir’den sömestri ve yaz tatillerinde Konya’ya geldiği zaman dünyalar benim olurdu. Mahallemizin kızlarını da ayrı bir heyecan sarardı. Bir komşunun, sarışın bir kızı vardı. Abime tutkundu biliyorum ama abimin planlarında evlilik yoktu o yıllarda… O dönemlerde Göztepe alt yapısında kaleciydi fakat talihsiz bir şekilde kolu kırılınca spor hayatı bitmişti.

Beni de kaleci yapacaktı, çalıştırırdı. Çaldıran sokakta top oynardık. Akşamları ise babamın velespitine biner gezmelere giderdik.

Düşünüyorum, bunca yıldır Vedat abimle hiçbir olumsuz anım olmadı. Ayrı bir dünyanın bir başka insanıdır. Yüreğindeki sevgileri herkesle paylaşmayı seven bir yapıdadır. O, müziğinin büyülü dünyasına kendini kaptırmıştı…

Önce bateri çaldı sonra gitar ve solist olarak uzun yıllar İzmir’de çalıştı ve besteleriyle kendine haklı bir yer edindi. Eserleri Türk pop müziğinin klasikleri arasına girerken ailemizin yüz akı oldu.

Onun şarkıları yaşanmış bir hayatın, notalarla, hüzünlü bir dansıdır. Kadim bir şehirden geriye kalan anıların, yeniden harman olup geleceğe sunulmasıdır. Zaten tüm yaşantımız da bunun için değil midir?

Vedat Abimin, Karma Ortaokulu'ndaki müzik öğretmeninin abime "sen müzisyen olacaksın" şeklindeki öngörüsü tutmuştu.

Vedat abim ilkokulu Altın Çeşme’de, ortaokulu ise Karma Ortaokulu’nda okudu. Lise yılları İzmir’de, Ticaret Lisesi’nde geçti… “Keşke” derdim “abim hep Konya’da olsa, tatil bitmese, abim gitmese…”

Hepimiz bir şekilde hayatın rüzgârları önünde savruluyoruz. Bu süreçte önemli olanın hayatlara dokunmak olduğunu biliyorum; kimin hayatına, kendinizinki de dâhil olmak üzere nasıl dokunduğunuzdur; sizi, siz yapan…

Bizler Sakmanlar olarak; babaannemden payımıza düşen bir sanat geleneğini, farklı versiyonlarıyla da olsa günümüze taşırken, Konya, her zaman kök saldığımız toprak olarak her zaman başımızın tacı olmuştur.

Her ne kadar, bendeniz “şehirle” hep kavgalı gibi görünsem de ki birçok şiirimde buna vurgu yapmışımdır; aslında kavgamız, sanatsız, tek düze bir yaşam dayatmalarınadır.

Hayatın tüm renklerini kucaklamamıza engel olmaya çalışanlaradır, itirazımız.

Şimdilerde ancak düşlerimizi süsleyen ve bizlerin bir zaman tüm ihtişamıyla yaşadığı/bildiği/gördüğü Konya’ya olan özlemdir.

“Size rağmen yaşadım” derken, “o size” rağmendir…

TAHİR SAKMAN









 

 

02 Ocak, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM Ⅲ (ÇALGICILAR)



Muhacir Pazarı’nın müzisyenleri, yerel tabirle çalgıcıları, çocukluğumun en renkli insanlarıydılar. Pek çoğunun isimlerini yıllar sonra öğrensem de hafızamdaki yerleri yaşam sevinçleriyle her zaman dopdolu olmuştur.

Sabri İncel’i pek çok Konyalı bilir; usta bir klarnet sanatçısıydı ki eşi Adile Hanım da sahnelerin tozunu alan bir isimdi. Klarnet çalmasının yanında solistlik de yapardı ve özellikle Konya türkülerini yorumlamasıyla haklı bir ün yapmıştı. Klarnek sanatçılarının solistlik yapmasının zor olmasına rağmen o bunu da başarmış bir insandı..Sayın İncel’in kardeşi udi Sami İncel ile yollarımız yıllar sonra kesişecek ve birlikte birçok dinletiye imza atmak nasip olacaktı.

Erdoğan abi vardı darbuka çalardı, sonra Rahmi Konak vardı o da darbuka çalardı ki bu isimler sanatlarında Konya’da zirve isimlerdi. Yine klarnet Bekir abi vardı, çok mazlum bir candı. Vahit Bülbül (ritim), Yaşar Baloğlu (klarnet) gibi isimleri de unutmamak gerekir.

Aralarında yurt çapında isim yapanlar da vardı; bunların başında uzun yıllar TRT’de dinlediğimiz ve koro şefi olarak da görev yapan kemani Cavit Ünyaylar ki babam “eline kemanı ben verdim, ilk nota bilgisini benden öğrendi” der ve her zaman gururla ondan bahsederdi. Babamın Tevkifiye Caddesi’ndeki o küçücük saatçi dükkânına, Konya’ya her gelişinde uğrayıp “Hocam” diyerek elini öptüğüne çok şahit olmuşumdur.

Bizim o küçücük dükkân, sanatın merkezi gibiydi o yıllarda. İki kişinin zor sığdığı, merdiven altı diyebileceğiniz küçüklükte, Dedeler Hanı’nın Kebapçılar İçi’ne bakan tarafının tam karşısındaydı.

Ne sohbetler olurdu ayaküstü… Şehrimizdeki müzisyenlerin gündüzleri buluşma noktası gibiydi. Yıllar sonra tanıdığım bir müzisyen vardı; Konyalı değildi ama müthiş bir kemandı. Babam bir gün kemanıyla gelmesini söylemişti. Sonrası öyle bir taksim yapmıştı ki tüm esnaf toplanmıştı. “Deli Demir” lakaplı bu müzisyeni dünmüş gibi hatırlarım…

Denyo/deli demelerinin nedeni de ünlü solistlerin arkasında çalabilecekken pavyonlarda çalmayı tercih etmesine bağlarlardı. Özgür ruhlu bir adam olmalıydı, kapris çekecek bir insan değildi demek…

Yine bu ünlü isimlerden birisi de udi Hakkı Zambak’tır. Konya bu müzisyenlerle ne kadar iftihar etse azdır, bu insanların yerini doldurabildik mi? Hiç sanmıyorum; her ne kadar Muhacir Pazarı’nda müzisyen yetiştirme geleneği sürse de eski ihtişamını kaybetmiş görünüyor. Bu durumun nedenlerini de sosyo-ekonomik ve siyasi koşulların sanata bakış açısında aramamız gerektiğini düşünüyorum. Toplum dinamiklerinin evrildiği yere bakmamız bize ışık tutacaktır. 

Muhacir Pazarı’nı yurt tutan bu insanlar, gece gazinolarda çalarlar, hafta sonları da düğünlere giderlerdi. İnce ve kaba saz takımı olarak ayrı ayrı ekiplerle özellikle köy düğünlerine giderlerdi. Kaba saz takımı bilindiği gibi davul, klarnet veya zurnadan oluşurdu. İnce saz takımı ise ut, cümbüş, klarnet, ritim, kanun gibi enstrümanlardı.

Bu kadar sazende yetiştiren bu insanların içinden nedense bağlama çalan hiç yok gibidir, ben görmedim… Bu nedenle babam 12 telliyle ince saz takımına iştirak eder bu boşluğu doldururdu.

O dönemlerin köy düğünleri oldukça şaşaalı geçer dolayısıyla harman sonları başlayan düğünlerin vazgeçilmezleri olurlardı.

Şehirde o dönemlerde “kızlı kahve” ismiyle faaliyet gösteren mekânlar vardı ki yaşım itibariyle bunları bilmem mümkün değil ama çeşitli kaynaklarda ismi geçen ve hafızalarımızda yer eden Kadınlar Pazarı’nın karşısında, eskilerin bugün bile “Kayıklı Kahve Meydanı” dedikleri bölgede “Kayıklı Kahve” ismiyle hizmet veren bir işletme varmış.    

Konya’daki kızlı kahvelerin içinde en meşhuru olan bu Kayıklı Kahve’ye İstanbul’dan kantocular gelirler ve program yaparlarmış. Bildiğim kadarıyla buralarda alkol yokmuş, günümüz kafelerinin ilk örnekleri de diyebiliriz sanırım.

Daha sonraları "Tahir’in Gazinosu" ismiyle bilinen mekân açılmış, Rampalı Çarşı civarında bir yerde olduğunu söylerlerdi eskiler. Bu gazinoda fasıl yanında yöremizde “milli” denilen Konya türküleri de icra edilirmiş.

Bu gazinoların sahnesini dolduran müzisyenlerin pek çoğu gündüz başka işlerde de çalışırlardı. Ayakkabı boyacılığından tutunuz, boya badana işleri veya hamallık gibi güç işlerde de çalışarak, kimseye muhtaç olmamışlar, alın terleriyle yaşam mücadelesini sürdürmüşlerdir.

Eskiden Konya postanesinin yan tarafında lostracılar vardı ki bunlar aynı zamanda buzdolabı, para kasası gibi oldukça ağır yükleri taşımaya giderlerdi.

Muhacir Pazarı müzisyenlerini Konya’da o dönemlerde hayli yaygın olan barana müzisyenlerinden ayırmak gerekmektedir; çünkü barana müzisyenleri hayatlarını müzikten kazanan insanlar değildir. Belirli zamanlarda Konya türkülerini icra etmek için toplanmaktadırlar ve bunun dışında bir repertuvarları yoktur; onların repertuvarları Konya oturak türküleridir.

Muhacir Pazarı’nın bir de kadın müzisyenleri vardı. Bunlar salt kadınların olduğu nişan veya kına gecelerine gider, sanatlarını icra ederlerdi. Ne yazık ki bu insanlarla ilgili tıpkı, diğerleri gibi yeterli kayıt bulunmuyor. Pek çoğumuzun düğünlerini şenlendiren bu isimsiz müzisyenleri minnetle anıyorum.

Bu insanları eğlence sektörünün bir parçası gibi görmenin yanlışlığını da biliyoruz; müzik eğlencenin çok ötesinde bir kültürdür, ulusların kimliğidir, toplumun çimentosudur.

Tabii ki Muhacir Pazarı müzisyenlerinin dışında yerli Konyalılar da vardı, hayatını müzikle kazanan… (Bunları da bir başka yazıya bırakıyorum). Bu insanlar hep birlikte hayat mücadelesine girerken müziğin evrensel kulvarında birlikte kader birliği etmişlerdir. Bunların başında da babam Mazhar Sakman gelmektedir.

Yaşam porte üzerine dizilen notalar gibi inişleriyle çıkışlarıyla akarken önemli olanın onu kaçırmamak olduğunu biliyorum; çünkü bir notayı kaçırırsanız tüm melodiyi kaçırabilirsiniz…

Bazen “es” vermek de gerekiyor ama yeri ve zamanı gelince…

Hayatın ritmini yakaladığınız zaman o size zamanı gelince hatırlatacaktır es vermeniz gereken yeri…

Size düşen yaşam melodisine ayak uydurmaktır. Hayatınızın ritmini ancak siz yakalayabilirsiniz, başkası sizin yerinize o ritme asla ayak uyduramaz!

TAHİR SAKMAN







 

SEVGİLERİMİ SİZLER İÇİN BÜYÜTÜYORUM

Bir yıl daha geçti ömrümüzden; sararan yaprakların kaçınılmaz akıbeti gibi bir yıl daha düştü ömür hanemizden... Oysa biz şen şakrak türkülerin nağmelerinde kendimizi unuturken hatırlamaya çalıştığımız, aslında unutmak için çabaladığımız bir başka beni öteki baharlara öteledik...

Bu kaçıncı bir yıldır; ellerinden gül düşmeyeli, bu kaçıncı yıldır; gözlerime gözlerinin değmediği... Masal sarhoşluklarında boyamıştım her şeyi bahara; kış diye bir mevsimi unutarak..

Yaslarımı bıraktım çoktan, çoktan gömdüm resimleri yarı sisli gecelere ve düşlerim ay ışıklarıyla dolarken "hangi boşluk beni daha iyi sarar" telaşındayım şimdi...

Kırdıklarım, üzdüklerim varsa ki ki, şundan emin olun kasıtlı olmamıştır; hepinizden özür diliyorum. Bir anlık bile olsa tebessümünüzü benden yana çevirmenize engel olan her ne varsa bağışlanmayı diliyorum.

Bende haklarınız varsa hepsini helal ettim, kırgın değilim aksine kalbim tebessüm dolu yarınlarınız için...

Bu ruh, ruhlarınızdan özür diler ve sevgilerini sizler için büyütür; nice yıllar barış ve sağlıkla, bolluk ve bereketle bütünün en yüksek hayrına hep birlikte mutlu olmak için...

TAHİR SAKMAN






KURAKLIK

 Bu da suyu çekilen Altınapa Barajı... içimiz kuruyor farkında mısınız?

©Fotoğraflar: Tahir Sakman






 Mutluluk Bankası'nın Sevgi Şubesi’nde, 2022 nolu hesabınıza, varsayım olarak 365 gün daha yatırılmıştır. Günlerinizin ne zaman biteceğini bilemiyoruz. Yaşadığınızın farkındaysanız mutlu bir şekilde harcamanızı öneririz, çünkü krediniz her an bitebilir... MUTLU YILLAR...

  











31 Aralık, 2021

TÜM RUHLARI SEVGİYLE SELAMLIYORUM

TÜM RUHLARI SEVGİYLE SELAMLIYORUM
MUTLU YILLAR

Bu boyuttaki yaşam deneyimime sevgiyle katkılarda bulunan ve yeni tecrübeler edinmemi sağlayan 2021 yılına teşekkür ediyorum.
2021 yılındaki varsaydığım illüzyonun, 2022 yılında da bütünün en yüksek hayrına sevgi ve barış dolu olarak sürmesini, bolluk ve bereketle katlanarak refah içinde geçmesini, tüm varlıkların kendi farkındalıklarını geliştirerek özlerini açığa çıkarmalarını ve tüm varlıkların huzurla ve mutlulukla dolmalarını seçiyorum.
Bu seçimimi sevgiyle destekliyor, kalbimle onaylıyorum. 2022 yılının bana getireceklerini yaşantıma sevgiyle kabul ediyorum…
Tüm varlıklar mutlu olsun; canlı cansız, görünen görünmeyen, büyük küçük tüm varlıklar mutlu olsun! Barış tüm varlıkları sevgiyle kuşatsın. Tüm varlıklar mutlu olsun. Kalbimdeki sevgileri tüm varlıklarla paylaşıyorum, tüm varlıklar mutlu olsun…
Tüm ruhları sevgiyle selamlıyorum…
TAHİR SAKMAN
Google translation:
ALL THE RUTS LOVE
I would like to thank the year 2021 for contributing with the love of life experience at this dimension and for acquiring new experiences. I choose the illusion I have existed in 2021 to continue to be full of love and peace full of grace in 2022, to pass through prosperity with abundance and abundance, to make all the entities develop their own awareness, to open their essence and to fill all the beings with peace and happiness. I support this election with affection, I affirm with my heart. I admit with love of life that they will bring me to the year 2022...
Be happy with all beings; live inanimate, seemingly invisible, big and small be all beings happy! Peace surround all beings with love. All beings be happy. I share the love in my heart with all the beings, all beings happy ...
TAHİR SAKMAN



 

30 Aralık, 2021

DUYGULARIMIZ UCUZA MI GİTTİ?

 DUYGULARIMIZ UCUZA MI GİTTİ?


 Fotoğraf: https://www.fotokart.shop/urun/1967-konya-alaattin-camii-kartpostal-10677/ adresinden alıntılanmıştır.


Yılbaşının eskiden bir heyecanı vardı onu da mı yitirdik ne şimdilerde?
 
Çocukluğumda hatırladığım ilk yılbaşı Garipler’de… şimdi gençler bilmezler Garipler’i; Vatan Caddesi’nde kaldı bir bölümü, İhsaniye’nin içinde ayrı bir semt gibiydi. O zamanlar yoktu tabii Vatan Caddesi, buralar bahçeydi hep… Petek Pastanesi’nin yan tarafındaki İhsaniye Palalı Camisi’ne giden sokak, o zamanlar geniş bir caddeydi.
 
Merhum anneannemin evi buradaydı ve iki cepheliydi arka cephenin önünden şehir ırmağı geçerdi ve pek kullanılmazdı. Şimdi hepsi masal oldu…
 
Bütün bir aile toplanmıştı o gece… Babam yoktu tabii, gazinoda programı vardı. Portakallar soyuldu, mısırlar patlatıldı, çaylar zaten çoktan demli… Bir ara kulaklar radyoda amorti kazanan numaralardaydı sonra sıra tombala oynamaya geldi. Ne çok eğlenmiştim.
 
Kenevir helvası yapıldı mı hatırlamıyorum ama pişmaniye çekilmişti. Sohbet, muhabbet… o zamanlar PTT (pijama, terlik, televizyon) yoktu tabii, en fazla radyodan şarkılar, türküler dinlenirdi ki onu da sohbete tercih ederdik böyle günlerde…
 
Yılbaşı gelmeden 10-15 gün önce postanenin önünde kartpostalcılar sergi açarlardı. O nasıl bir renk cümbüşüydü… Binlerce kartpostalın meydana getirdiği bir görüntüyü gözünüzün önüne bir getirin…
 
İnsanlar abartısız saatlerini burada kartpostal seçmek için geçirirdi. Kar manzaralı, simli, pullu hatta müzikli… ama Konyalının favorisi Alâaddin Köşkü’nün beton şemsiyeli fotoğrafı olanıydı… (Nihayet onu da benzettik; şimdi onu da bulamazsınız!)
 
Tabii kartı alınca doğru postaneye… özenle yeni yıl kutlanır, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öpülürdü… Yer kalmışsa; “kestane kebap, acele cevap…”
 
Zarfın ağzını yapıştırmazdık ki ucuza gitsin… Ah o duygularımız o kadar ucuza gitti ki!
 
Şimdilerde dijital tebrikler yolluyoruz artık. Telefonla bile kutlamak ağır geliyor olmalı ki sosyal ağlardan…
 
Tebrik yazmak başlı başına bir saygı ve görgü işi… Düşünüyorum; tebrik yazabileceğim kaç kişi kalmış diye?
 
Başlı başına bir kültürdü, bir nezaket kuralıydı tebrik yazmak…
 
Sonraları bir şeyler oldu; günah mı değil mi tartışmaları… Hristiyan olacağımız bile söylendi… bir türlü anlatamadık; Noel’le yılbaşının farkını…
 
PTT (pijama, terlik, televizyon) çok sonraları çıktı; önce siyah beyazdı gecelerimiz sonra renklendi… gerçekten renklendi mi? Tekdüze yaşam dayatmaları, hoşgörüsüzlük…
 
Yılbaşında dansöz çıksın mı çıkmasın mı tartışmaları 1 ay öncesinden başlardı, nihayet bir dakika ya sürer ya sürmezdi, çoğunlukla Nesrin Topkapı oryantal örnekler sunardı. Hepsi bu kadar…
 
Bu yıl da PTT takılacağız öyle görünüyor…
 
Yıl aslında eskimedi; eskiyen bizler olduk… Son dört beş yıldır 28’e giriyordum ama artık 29’a girmenin zamanı geldi… Nereden bakarsanız bakın 29 varım…
 
2021 yılının enerjilerini sevgiyle kabul etmiştim şimdi o enerjileri 2022 yılının enerjileriyle değiştirmenin vaktidir. Tüm olumsuzlukları geride bırakıyorum ve kalbimi yeni yılın sevgi, barış ve huzur dolu enerjilerine açıyorum.
 
Hep birlikte musmutlu yıllara huzur ve sevgiyle…
 
TAHİR SAKMAN
 
 
 

29 Aralık, 2021

İĞDE ZAMANI KIZLAR KAYASI’NDA AĞLAMAK

 


   İĞDE ZAMANI KIZLAR KAYASI’NDA AĞLAMAK


  

 
Şimdi iğde zamanı…
 
Canım nasıl çekti bilemezsiniz ama bu sene iğde az mı ne? Çocukluğumun eğlenceli meyveleri arasındaki yerini her zaman koruyan iğdeyi bile parayla arar olduk!
 
Hâlbuki bu şehrin her tarafı bir zamanlar iğde ağaçlarıyla doluydu; çay kenarlarında gelen geçene sebil…
 
Çayınız da kurudu tabii iğdeleriniz de… şimdi kalkmışınız yeşermekten bahsediyorsunuz!
 
Bilmiyorsunuz; sizin yeşermeniz için önce doğanın yeşermesi gerek; sizin gül açmanız için önce dikenin tadına bakmasını bilmelisiniz?
 
Meram Eski Yol’a düşürdüm yolumu… haydi itiraf edeyim; düşürmedim bile bile gittim…
 
“Eski iğdelerin yasını tutayım bari” diyerek…
 
Hani çekirdeklerini atmaz, boncukların arasına dizerdik; nazar karşılasın diye, ne çabuk unuttunuz?
 
Son kalan birkaç iğde ağacı beni nasıl özlemiş bilemezsiniz; kucaklarımı doldurmaya yetecek kadar sundular hem de pazardakilerin aksine (20-25 TL değil) bedava…
 
Gerçi bunlar sultan iğdesi gibi iri değillerdi ama mütevazı ama sevecen ama bizden… Şekerler, tadını bu iğdelerden almış olmalı!
 
Sultan iğdesini varsın sultanlar yesin. Ben o küçücük, mini minnacık iğdelerini bana tattırmak için yarışan dallara uzatırım elimi…
 
Meram Eski Yol’da kalan son iğde ağaçlarından beslendim, sayıları her sene azalıyor, bir dahaki seneye orada olurlar mı bilmiyorum, endişeliyim…
 
Sonra Kızlar Kayası’na doğru yollandım… Kızlar Kayası feryat eder gibiydi sanki; bir efsanenin gerçeğe dönmesinin sırrını taşıyordu ve âşıklar orada yaşıyordu!
 
Duydunuz mu seslerini? Hatıralarına hürmeten bölgeyi ziyaret edeceklere de açamadınız bir türlü; çünkü kalpleriniz aşka kapalı…
 
Hani şimdilerde “kuşburnu” diyerek kibarlaştırdığınız itburnu ilişti gözüme… ellerimi uzattım; feryat figan… ellerime batan dikenler aslında Kızlar Kayası’nın acısını dillendiriyorlardı.
 
Bıraktım; doya doya kanadılar, doya doya topladım; doğanın nefesini…

Kanayan ellerim değildi; bin yıllardır kanayan bir efsanenin sesiydi…
 
Ceplerim, iğde ve itdirseği doluydu; yüreğimse hâlâ kanıyordu…
 
Çaylarım kurudu, ağaçlarım da… kuruma sırası bilin bakalım kimdedir?
 
Bir yanıtın yoksa Konya, aynaya bak göreceksin; tüm yanıtlar sendedir…
 
(Günün anısını yaşatmak için dallarını eğerek bana poz verdikleri için iğde ağacına ve itburnuna teşekkür ederim.)

TAHİR SAKMAN