YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

15 Ağustos, 2022

DEDE BAHÇESİ’NDE DÜŞ BÜYÜTÜYORUM

Foto: T. Sakman. Kültür Park'ın içinde yer alan Dede Bahçesi.


Geçen yıl böyle bir paylaşımda bulunmuştum; Dede Bahçesi’ndeki anılarımın gölgesinde kalarak… Şu an Kültür Park olan isminin daha önceleri Suriyeli Parkı olarak değiştirilmesi ironisiyle paylaşımlar da yapmıştım.


Ve asıl ismine rücu edilmesini yani Dede Bahçesi ismine dönülmesinin tarihi bir anlamı olacağının yanı sıra şehrimizdeki zarif Mevlevi kültürünün de yaşatılmasına bir katkı olacağı şeklinde de paylaşımlar yapmıştım. Dede Bahçesi parkın içinde sadece küçük bir alanda kurulu olan çay bahçesine verilen bir isim olarak kalmamalıdır.


Duyuldu mu?


Tabii ki duyulmadı hatta tartışmaya, konuşmaya bile açılmasına gerek duyulmadı…
Doğrusu şehirde yaşayan ahalinin ben artık Konyalı olduklarından bile şüpheye başladım!


Alınmayın canım…


Ya da en iyisi alının hem de çok çok alının, alınabildiğiniz kadar alının; çünkü şehir adına, şehir harsının, folklorunun korunması adına neler yaptığınızı geçiniz ne düşündüğünüzü veya ne düşünmediğinizin nedenlerini bir sorgulayın!


Ve isterseniz söz konusu yazımı bir daha okuyun!


TAHİR SAKMAN

 

Foto: T. Sakman

DEDE BAHÇESİ'NDE DÜŞ BÜYÜTÜYORUM!


Dün akşam Dede Bahçesi’ndeydim…


Yani şimdilerde “Kültür Park” dediğiniz yerde… Ve Dede Bahçesi ismi verilen Kafem’de çay içerken anılar canlanmaya başladı…


Bu alan Dedelerden kalma yani Mevlevîlerden…


Malum bizim dedelerimiz biraz bohemdirler, zevk sahibidirler; hayatın hep içinde olmuşlardır. Aristokrattırlar diyemeyiz ama kendi içlerinde bir hiyerarşi kurup kendi âlemlerinde yaşamışlardır.


Bu bahçe de o günlerden kalma. İsmi bile çok güzel Dede Bahçesi…


Çocukluğumun bir bölümü orada geçti. Milattan önce…


Ortada büyük bir havuz vardı ve kayıkla gezilirdi ki bize derya, deniz gelirdi. Akşamları orkestra çalardı. Dans edildiğini ilk orada görmüştüm, ilk şiirimi de orada okumuştum bir akşam… o günlerin çocuksu heyecanıyla okuduğum şiirlerin hayatıma sonraları yön vereceğini bilemezdim tabii…


Ama benim kabahatim değildi hem vallahi hem billahi, o gün orada beni alkışlamasaydınız, narsis duygularımı kabartmasaydınız! Bütün suç sizin, çekin şimdi, bunu çoktan hak ettiniz!


Sonraları fuar alanı olarak belirlendi ve uzun yıllar hizmet etti. Küçüktü, İzmir Fuarı gibi değildi ama olsun, bizimdi ve ağustos akşamlarının bunaltıcı sıcağından kaçan Konyalıların buluşma noktası olmuştu. Ağustos akşamlarımız renklenmişti.


Sonraları bir şeyler oldu…


Fuar kimilerine ters (!) gelmeye başladı önce etkisinin yitirilmesi sağlandı sonra… “başka yere taşınacak, burası küçük geliyor” denildi ve kapatıldı…


Şehir dışında bir alanın sağı solu düzeltildi birkaç fotoğraf, hepsi o kadar, unutuldu gitti…


Bizim Dede Bahçesi kaderine terk edildi uzun süre… ki içinden bile geçmek cesaret isteyen bir yere dönüştü, gaspçılar bile türemişti… Sonra "satıldı, satılacak" spekülasyonlarına; belediye, yeniden el atarak ve adını Kültür Park olarak değiştirerek yeni bir peyzaj ile son verdi.


Önce İl Halk Kütüphanesi sonra Komek ve Millet Kıraathanesi yapılarak kültür hayatımıza kazandırıldı.


Yaz akşamlarımıza yine serin bir nefes sunuyordu… Şimdilerde ise Suriyeliler keyfini çıkarıyor. Konyalı büyük oranda Kültür Park’ı terk etmiş durumda.


Kültür Park ismi bana çok sıradan geliyor nedense… oysa Dede Bahçesi daha bir bizden, Konyalının kendi koyduğu isim ve daha da çok yakışıyor.


Yani diyorum ki Dede Bahçesi ismine geri mi dönsek? Tarihi bir anlamı olacak ve her söylenişinde dedelerimizin ruhları şad olacak, hatırlanacak gibi geliyor bana…


Bana bakmayın, ben zaten hep Dede Bahçesi diyorum. Çocukluğumda olduğu gibi yine buralardayım, günümün çoğunda Dede Bahçesi’nde hatıraları canlandırmanın peşindeyim.


Bir gün sizi de beklerim efendim!


Bir şiirimde /dede bahçesi’nde açan düşlerimdi/ akasyalarda kokan hasretim/ demiştim ve ben hâlâ Dede Bahçesi’nde açan düşlerimi büyütmenin peşindeyim ya siz?


Bir başka şiirimde ise /alâaddin tepesi'nde kayarken çocukluğum/ dede bahçesi’nde büyüdük sevdalara/ demiştim…


Büyüdük mü, tabii ki hayır, büyümeye de hiç niyetim yok; kış gelsin, kar yağsın Alâaddin Tepesi’nin, Dede Bahçesi'ne bakan tarafındaki yokuştan nasıl zılacağım bir görün!


TAHİR SAKMAN

Foto: T. Sakman


12 Ağustos, 2022

BİZİM OĞLAN VEYA EKMEĞİ YANINDAN ÇIRAK

Bizim oğlanlardan Tahir Sakman


Her şehirde vardır…


Her şehrin bir “bizim oğlanı” vardır…


Kafanızı kaldırıp bakarsanız çevrenizde görebilirsiniz onları yani bizim oğlanları...


Her işe… “hıyarım” diyenlere tuz olup koşarlar… her yerde onları görebilirsiniz ama onların asıl göründükleri yer; kültürdür, sanattır, edebiyattır… bunlar aynı zamanda gönüllüdürler; kendiliklerinden her işe “maydanoz” olmalarıyla da ünlüdürler…


Böyle olmalarına karşın bu bizim oğlanlar, en son akla gelenlerdir aynı zamanda; nasılsa bizim oğlandır, nasılsa ulaşmak kolaydır, nasılsa gönüllüdür ya… bir sırtını sıvazladık mı olur biter… oturduğumuz yerden bir seslensek koşar gelirler! Hazır kıtadırlar, “atları çakılı, tüfekleri sıkılı” 24 saat tetiktedirler, koşmak için bir ses beklerler!


Beklentileri yoktur kimseden… bu bizim oğlanlar akçe işleriyle(!) uğraşmadıklarından, ahali zanneder ki bu bizim olanlar, taş köküyle beslenmeyi de öğrenmişlerdir…


Kimseye eyvallahları da olmamıştır bugüne kadar, ki bundan sonra da hiç olmayacaktır!


Adınız çıkmıştır: bir kere bizim oğlan oldunuz mu dönüşü de yoktur ve herkes sizi, istediği gibi kullanabileceğini sanır… siz, onlar için ekmeği yanından çıraksınızdır artık ve siz, onlara ekmeği yanından çıraklık yaparken, size ekmeği yanından çıraklık yaptırdıkları için şükran duymanızı bile beklerler…


Sizin bir kalbiniz yoktur, siz kırılmazsınız, alınmazsınız; çünkü siz, bir bizim oğlansınız…


Nereden mi biliyorum tüm bunları?


Çünkü, ben de bir bizim oğlanım da ondan…


Bizim oğlanın notu: Daha yazacağım çok şey var ama şimdilik bu kadar…


TAHİR SAKMAN

  

11 Ağustos, 2022

BİR AĞAÇ BİR CAN


Nesin Vakfı'nın zeytinliğinden ne istediniz?


40 dönüm zeytinliği yakmışlar...


Biz ne ara bu hâle düştük?


Haydi diyelim ki vakfı beğenmediniz... zeytin ağacını da mı beğenmediniz?


Bu yakmak için bir sebep midir kuzum?


Hani Kur’an’da ismi geçen üç meyveden bir tanesi olan zeytinin ağacına da mı düşmansınız?


Her beğenmediğinizi böyle yakacak mısınız?


Bizim geleneğimizde yeşil bir can asla yakılmaz; "yakmak, Allah'a mahsus" denilirdi.
Ağacı yakacak kadar...  ne oldu bize böyle?


/bir ağaç bir can
 bir can bir orman
 yeşertilir yürekle
 saygıdır sevgidir
 insanın olduğu yerde/
 
TAHİR SAKMAN

10 Ağustos, 2022

TÜRK EDEBİYATI İSİMLER SÖZLÜĞÜ

 


Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü’nde bu fakir de (Derviş Ozan, Mehmet Tahir Sakman) yer almış. Oldukça hacimli bir eser. Böyle bir eseri hazırlamanın kolay olmayacağını bilenlerden olduğum için öncelikli olarak Üniversiteye ve tüm emeği geçenlere teşekkür ederim.

“Mutat olduğu üzere” mi desem bilemedim ama daha öncede yer aldığım benzer eserlerde de olduğu gibi gerek biyografim ve gerekse eserlerimin sayısı burada da eksik olarak yer almış.

Söz konusu eserde “Dünden Bugüne Konya Oturakları, Aşk Yoksa Yaşam Yok, Aşk Gittiği Yere Kadar, Maria ve Kırmızı Yazılar” isimli beş kitabım yer almış, oysa fakirin bunların haricinde;  “Bir Hayat Yetmez, Konyalı Mazhar Sakman'dan Türküler, Hasret Sevgiden Öte, Söylesem Güç Yetmez Sussam İşkence, Yasa dışı Aşk, Ramazan Manileri, Leyla’dan Mevlâ’ya Cennete Yürüyüş” isimlerinde yedi kitabı daha var.

Bu kadar hacimli bir eserde günceli yakalamanın zor olduğunun bilincinde olarak; edebiyatımıza böylesine dev bir kaynak eser kazandırdıkları için tüm emeği geçenleri tekrar kutluyorum.

Ahmet Yesevi Üniversitesi’nin hazırladığı bu dev esere dijital ortamda da ulaşmak isteyenler için link: http://teis.yesevi.edu.tr/anasayfa

Not: Eksik olarak yer alan biyografim ve kitaplarım için Üniversite nezdinde bildirimde bulundum, en kısa sürede, en azından dijital ortamda düzeltileceğini umuyorum.

TAHİR SAKMAN


09 Ağustos, 2022

PEŞİN PEŞİN ÖZÜR DİLEMEK!



19 Aralık 1998 yılında Yeni Meram gazetesindeki “Aynadaki Sesler” isimli köşemde yazmıştım:

Şehrimizde bunca yıldır eksikliği hissedilmesine rağmen Konya türkülerini otantik şekliyle okuyacak bir Konya halk türküleri korosunun gerekliliğinden bahsetmiştim.

O dönemde konuyla ilgili çok yayım yaptığımı hatırlıyorum, her ne kadar yerel yönetimlerde olmasa da Konya İl Kültür Müdürü Sayın Osman Siviloğlu döneminde yerel sanatçılarımızla bir toplantı gerçekleştirerek bir koro kurulmuş ancak topluluğu oluşturan arkadaşlarımızın beklentilerinin karşılanamaması nedeniyle uzun ömürlü olamamıştı.

Geçmiş dönemlerde başarılı çalışmalar yapan Konya Halkevi’nde oluşturulan korolar da Halkevi’nin kapatılması neticesi tarihin sayfalarına gömülmüştü.

Ama Konya türkülerine gönül veren arkadaşlarımızın varlığı her dönem kendini göstermiş ata yadigârı, atalarımızın sesi, soluğu olan türkülerimizin gelecek kuşaklara taşıma işini başarıyla üstlenmişlerdir.

Bu arkadaşlarımızdan bazıları dernekler kurarak çalışmalarını daha organize bir şekilde sürdürmeye çalışmalarına rağmen yeterli ilgiyi hiçbir zaman görememişler, kendi imkânlarıyla ve tamamen amatör heyecanlarla önemli başarılara imza atmışlar, yurdun çeşitli yörelerinde yapılan yarışmalarda ilimizi başarıyla temsil etmişler, birincilikler kazanmışlardır.

Peki, ilin veya kültürümüze sahip çıkması gerekenlerin ötesi; işi, görevi bu olan insanların bundan haberi var mıdır?

Tabii ki vardır; mesela yıllardır bu arkadaşlarımıza bir salon tahsisi yapılamadığından, sanayide, bu işlere meraklı bir Konyalının dükkânını tahsis etmesiyle ancak çalışabilmektedirler. Bu mudur hak ettikleri?

Elbette budur…

Yıllardır yerel yönetimin başında olanların pek çoğundan söz alınmasına rağmen bir türlü, bir salonu bırakın, bir oda tahsisi bile mümkün olamamıştır. Birçok derneğe yer bulan yerel yönetimlerin, bu arkadaşlarımıza bir odayı ile çok görmesi elbette manidardır!

Söz konusu yazıda geçmiş dönemlerde Sille’de yetişen saz şairlerimize de atıfta bulunmuş ve şehrimizde neden bir âşıklar kahvesinin olmayışını sormuştum ki bu konuda da çok söyleyeceklerim var ama onu başka bir yazıya bırakıyorum.

Söz konusu yazı metnini aşağıda sunuyorum, okuduğunuz zaman geçen 24 yılda bir arpa boyu bile olsun bir mesafe katetmediğimizi anlayacaksınız.

Yani kısaca Konya, değişen bir şey yok!

Bunun en büyük sorumlusu da tabii ki benim ve benim gibi şehir folkloru için çırpınan bir avuç insandır. Galiba size bir özür borcum var Konya!

Kayda geçirmeye çalıştığım türküler ve yazdığım onca yazı için özür dilerim…

Ama biz yine yazmaya, türkülerimizi çalıp söylemeye devam edeceğiz; onlar için de şimdiden sizden özür dilerim…

Peşin peşin Konya, peşin peşin…

 

KONYA HALK TÜRKÜLERİ KOROSU

Vuslatının 725. yılı nedeniyle düzenlenen Mevlâna Haftası’nda şehrimiz birçok kültür etkinliğine sahne oldu. Dünyanın dört bin yanından gelen, Hz. Pir’in aşıkları şehrimizin manevi havasının hissedilir derecede yoğunlaşmasına neden oldu. Yedi iklimin, şeş cihetin gönül dostları, arifleri içimizde yeni çerağların yanmasına vesile oldu.

Daha önceleri birçok kez Konya türküleri üzerindeki Mevlevi etkilerini yazmıştık. Şurası muhakkak ki; Konya türküleri üzerinde Mevlevi etkileri olduğu kadar, Mevlevi müziğinde de daha doğrusu Mevlevi tarikatının ilahi aşk yolunda müziği kullanmasında, Konya’daki müzik hayatının da önemli bir rolü olduğu asla göz ardı edilmemelidir.

Rebaba bir kiriş [tel] ilave edebilecek kadar müzik bilgisine sahip olan[1] Hz. Mevlâna, “Bana da şiir söylemek gerek, hangi kumaşı alıyorlar, buna dikkat eder de onu alır, onu satar, isterse matahların en aşağısı olsun. Bizim ilimizde, bizim toplumumuzda şairlikten daha ayıp bir iş yoktu. O ilde kalsaydık onların yordamına uygun ömür sürer, ders vermek, kitaplar meydana getirmek, öğüt verip vaaz etmek, zahitlikte bulunmak, ibadetlere koyulmak gibi onların istedikleri şeylere sarılırdık.[2]” diyerek, Konya’da şiire ve müziğe olan talebi ortaya koymuştur.

Selçuklu Konya’sında müziğe ilgi o kadar fazladır ki, “nefir ve buk” gibi adlarla anılan madeni borunun Konya’da icat edildiğini Evliya Çelebi nakletmektedir.[3] Düz bir boruyu büküp müzik aleti yapan teknoloji, o günün batı dünyasında mevcut değildi. Batının trompet isimli enstrümanına benzeyen, böyle bir müzik aletinin Selçuklu Konya’sında yapılabilmiş olması, şehrimizdeki sanat potansiyelini ortaya koymaktadır.

“Mevlâna’nın hayatta iken, halkın saza düşkünlüğünden faydalanmış olmak üzere meydan çalgılarına da sırasında baş vurduğunu, bundan da davul zurnanın o zamanki Konya halkı arasında şimdi olduğundan daha çok sevildiği ve coşkunluk amili olabildiği anlaşılıyor. Keramat-ı Hazreti Mevlâna adlı eserde “Mevlâna’nın bir gün Sultan Rüknettin’e halk üzerindeki intibalarını göstermek üzere nekkareler, nefir, küs, zuma çaldırdığını ve ses üzerine halkın toplandığını” okuyoruz.[4]

Yine Selçuklu Konya’sında Hz. Mevlâna, Ziyaettin Hanı’nda rakseden “Çengi Tavus” ismiyle tanınan oyuncu kadının davetine “Davete icabet gerek” diyerek gitmiş ve daha sonraları Çengi Tavus’u irşad ederek zamanın Rabia’sı mertebesine getirmiştir.[5] Ölümünden sonra üzerine türbe yapılmış önemli ziyaret yerlerinden biri olmuştur.[6]

Görülüyor ki bu şehrin müzik ile irtibatı çok eskilere dayanmaktadır. Geçmişte böylesine müzik ve kültür potansiyeline sahip olan şehrimizde, günümüzde de bazı etkinlikler sürdürülse de özellikle folklor alanında büyük bir organizasyon eksikliği göze çarpmaktadır.

Organizasyon eksikliği diyorum, çünkü şehrimizin folkloru o kadar zengindir ki başka hiçbir yörede bulamayacağınız güzellikleri Konya folklorunda bulursunuz. Ancak bunları sanat kamuoyunun alakasına sunacak bir yapılanma mevcut değildir.

Konya Büyükşehir Belediyesi’nin ve diğer ilçe belediyelerinin kültür faaliyetleri konusunda ne kadar titiz olduğu malumunuzdur. Büyükşehir Belediyesi’nin bir bandosu, bir mehter takımı ve Türk tasavvuf musiki korosu olduğu ne kadar sevindiricisiyse Konya halk türküleri topluluğunun olmayışı ise o kadar üzücüdür.

Gerçek sanatın halk sanatları olduğunun bilincinde olarak, belediyemizden böyle bir topluluğun kurulmasına önayak olmasını istemek en tabii hakkımızdır.

Konya türküleri on bin yıllık medeniyetin, bin yıllık bir sentezin imbiğinden geçen sanat eserleridir. Konya türküleri Türk-Anadolu türkülerinin klasikleridir. Türkülerimizi “oturak havaları” [burada kastedilen, Konya oturakları değildir; âlemlerdir] olarak görmek yanlışların en büyüğüdür. Türkülerimize sahip çıkmanın zamanı gelmiştir.

Nuri Cennet, Memduh Derin, Ahmet Özdemir, Kemal Pekçağlar, Köksal Tosun Saim Kayhan, Muharrem Ezder, Osman Erdem, İbrahim Pala, Yalçın Meydan, Mustafa Kazanova, Mehmet Yalçın ve daha birçokları gibi Konya türkülerine gönül vermiş; ustalarından öğrendikleri gibi “Gonya ağzıyla, Gonya tavrıyla” türkülerimizi yaşatmaya çalışan bir avuç halk sanatçılarımızın kıymetini bilip, onları bir araya getirerek türkülerimizin gelecek asırlarda da söylenmesi için Konya Halk Türküleri Topluluğu’nu kurmalıyız.

Bu şehirde yarım asra yakın, otuz küsur yıldır Âşıklar Bayramı yapılır. (Yapan kişileri ve kuruluştan tenzih ediyorum) ancak bir tane bile âşıklar kahvesi yoktur. Bu sizce, bir çelişkiyi ifade etmiyor mu? Bu şehrin taşı toprağı âşıklar tarafından yoğrulmuştur. Yalnızca Sille’de yüz dolayında saz şairi yetiştiğini bilmeyen yoktur. Geçmişte şehrimizde bulunan üç adet âşıklar kahvesinin yerinde bugün yeller esmektedir.

Saz ile şiir söylemek kökü Orta Asya’ya dayanan köklü bir geleneğimizdir, Onu yaşatmak boynumuzun borcu olmalıdır.

Son söz: Folklor değerlerimize bir sahip aranıyor!

TAHİR SAKMAN



[1] Gazimihal, Mahmut Ragıp, Konya’da Musiki, Ankara, 1947.

[2] Mevlâna, Fihi Ma Fih (16.3 bölüm)

[3] Gazimihal, a.g.e.

[4] Gazimihal, a.g.e.

[5] Kabaklı, Ahmet, Mevlâna, Toker Yayınları, İstanbul, 1977.

[6] Meram’daki Tavus Baba Türbesi.

08 Ağustos, 2022

NİYE?


 Alanya’ya, Side’ye tatile gidebildiğimiz mutlu günlerimiz vardı…

Hayal kurardık o mutlu günlerimizde, emekli, yaşlı turistlere bakıp bakıp; biz de emekli olunca buralarda denize karşı oturup martı sayacaktık, elimizde buz gibi biralarla…

Sabah bankadaydım… sanki Alanya’daki emekli turistlere -belki turist demek de yanlış çünkü pek çoğu artık ev sahibi- inat edercesine üç kuruş daha fazla alabilmek için promosyon sırasında bekliyorlardı…

Kiminin beli bükülmüş kiminin dişi dökülmüş… o promosyona ihtiyaçları var, can simidi...

Bankadaki bütün memurlar neredeyse bununla uğraşıyorlardı… peki, bunun bir kolayı yok mu? En azından aynı bankada promosyon güncellemeleri otomatik olarak yapılsa da yaşlı, yorgun emeklilerimiz uğraşmasa, bu sayede memurlar da başka işlerine baksa olmaz mı?

Olmaz…

Bu eziyeti çekmelisiniz, elin oğlu senin memleketinde senin hiç görmediğin ve pek çoğumuzun asla göremeyeceği yerlerde keyif çatarken, sen, üç kuruş fazla promosyon almak için sıra bekleyeceksin, niye?

Bütün emekliler “niye” diye sorduklarında düzelecek her şey…

Niye?

Not: Fotoğrafa bakıp hayal kurmak serbesttir!

TAHİR SAKMAN 



04 Ağustos, 2022

“TOSUN” YAZMIYOR ARTIK!

 

Kültür Park’a giderken çekiniyorum…


Sadece Kültür Park’a da değil ya Zafer ya Alâaddin Tepesi? Onların da çok bir farkı kalmadı…


Yani yolda yürürken gençlerin birbirlerine olan küfürlerini duymaktan… Hatta genç kızlarımızın, benim burada yazamayacağım küfürleri aleni hem de bağıra bağıra etmelerinden onlar adına ben utanıyorum, yüzüm kızarıyor… "erkekleri geride bırakıyorlar" demek abartı olmayacak...


Aziz Nesin’in bir öyküsünü okumuştum yıllar önce; “… koduğum” başlıklı… Ve öyküde en çok kullandığımız kelimenin, bu iki kelime olduğunu yazmıştı üstat…

Ah bir de şimdi görse, gençlerin kültürümüze olan katkılarını!


Eskiden bizim bildiğimiz bir “Tosun edebiyatı” vardı ve onun da kendine göre bir mahremiyeti!.. Şimdi o Tosun sokağa çıkmış durumda, her yerde boy gösteriyor ve işin kötüsü sanki alışmaya mı başladık ne?


Vallahi duymadığım, yakası açılmamış küfürler ortalığa saçılıyor ve daha da kötüsü gayet normalmiş gibi davranıyorlar. Zaman zaman ikaz ediyorum “gençler; evinizde, annenizin yanında böyle mi konuşuyorsunuz” diyorum susuyorlar ama biliyorum bakışları “sana ne” diyor…  


Muhafazakâr bir insan değilim… gençlerin birçok davranışını anlamasam da onaylıyorum ama bu başka bir şey; önce edep…


Toplum içinde nasıl konuşulması gerektiğini ben mi öğreteceğim? 


Girdim ilim meclisine
Eyledim kıldım talep
Dediler ilim geride
İlla edep illa edep
 
Diyen Yunus’a ne zaman kulak verebileceğiz ve ne zaman şehrin sokaklarını küfür duymadan gezebileceğiz?
 
TAHİR SAKMAN
 

03 Ağustos, 2022

İNSANDIR YAPAR

 


birçok şeyi anlayamadım
şu kısa ömrümde
sömürüyü yalanı talanı
bir de savaşı
insanın insana kastını
sığabilirdi oysa
ömrümüze bir çiçeğin kokusu
anlam doluydu görene
hayatın rengi dokusu
 
karanlığa kaydı gözlerimiz
yıldız dolu düşleri göremedik
yeşertmek varken
umutları soldurduk
cehenneme çevirip dünyayı
dualara cennet doldurduk
 
artık şüphem kalmadı
yaparsa insan yapar
ve silinmez izleri
üzgünüm dostlar
anlayamadım sizleri
 
TAHİR SAKMAN

 

 

 

31 Temmuz, 2022

YAN MEDİTASYONU!

 


Tembellik meditasyonu yapıyorum... :) Önce yan gelip yatıyorum sonra öbür yan :) Her yan; bir yan... hangi yana yatarsam yatayım, aslında yan'ın yanında olduğumu fark ediyorum. Bu durumda Yan Gel Osman'a gerek kalmıyor sadece bir yan bulmam yetiyor... çünkü o yan, hangi yan olursa olsun, bir yan...


Gel de şimdi yanlardan yan beğenme!

TAHİR SAKMAN

27 Temmuz, 2022

BEKLETME YALNIZLIĞIMI


erken gelme, geç de gelme… hem gel, hem gelme… zamanın suskun olduğu yerlerden, aşk mevsimlerinden sürülmüş fidanlara döndüğünde… güneşle ay birlikte doğduğunda ve hiç batmadığında, aylardan aşk, yıllardan sevgi, günlerden tutku olduğunda, takvimler, yıllardan özgür olduğunda gelebilirsen… bekletme yalnızlığımı biraz daha, biraz daha geç gel...

BEKLETME YALNIZLIĞIMI

yağmur mevsiminde gel
saçlarına yıldız
gözlerine mum koku
şafaklar döküldüğünde
erken gelme sakın
bekle
       çürüsün yapraklar
kokunu unutsun rüzgâr
umutlar toprak olsun
dudakların eski şarkılar gibi
doldukça kadehime
yıllanmış şarap tadında
gecikerek sevdam gibi
renklerin sarıya çaldığında
ve kapını yağmurlar
güvercin kanatlarıyla çaktığında
üşümüşsen
ve tüketmişsen ömrünü gecelere
haydi bekletme yalnızlığımı
biraz daha
             biraz daha geç gel
 
TAHİR SAKMAN


25 Temmuz, 2022

BİR TÜRKÜ BİR ÖYKÜ: DAĞLARA HANIM AYŞE’M

©Fotoğraf: T. Sakman Arşivi. Mazhar Sakman bir derleme esnasında... Soldan sağa; Selçuk Es, Mazhar Sakman'ın kızı Vesile, Mazhar Sakman, Kemal Koldaş...

 Bugünlerde bir türkü dolanıyor dilimde:

"Kap’ardına[1] asa koymuş kazanı
Ben istemem okuyanı yazanı
Ben isterim meyhanede gezeni"

Tabii bu türkü dilinize dolanırsa Maşacı İmam’ı da hatırlarsınız. Dünün renkli Konya’sında nevi şahsına münhasır bir insan. Bu insanlara günümüzde rastlayabilmemiz mümkün değil. 

Kaynak kişilerin ifadesiyle “Dağlara Hanım Ayşe’m” ismiyle bilinen türküyü onun yaktığı söylenir. Geçmiş dönemlerde kadınlar arasındaki eğlencelerde ve tekkelerde kullanılan bir çalgı aleti olan zilli maşa çaldığı da bize anlatılanlar arasındadır. Belki de bu durum, Maşacı İmam’ın tekke kültüründen geldiğini de gösteriyor olabilir. Konya oturaklarında zilli maşa kullanıldığını hiç duymadım, münhasır kullanımlar olmuş olabilir.  Bir nevi ritim saz olan bu zilli maşa günümüzde kullanılmıyor.

Türkü yakma, o dönemlerde var olan bir ezgiye, söz döşeme şeklinde de olabildiği ve sıkça bu yola başvurulduğu için bu türkünün de öyle olduğunu tahmin ediyorum. Pek çok Konya türküsünde olduğu gibi bu türkü de meyhane temi sık kullanılmıştır, bunun da oturakların içeriğiyle ilgili olduğunu söylemek mümkündür.

Muhtemelen kaçak âşıkları anlatan bir türkünün oturak ortamlarına sözlerinin monte edilmesiyle oluşmuş olduğu intibaı uyandıran türkülerimizden bir tanesidir.

Türkünün hikâyesini yıllar önce yazmıştım, türkü dilime dolanınca tekrar yayımlama ihtiyacı hissettim:


DAĞLARA HANIM AYŞE’M[2]

Ekonomik sıkıntıların insanları boğmadığı, iletişim araçlarının bulunmadığı, yalnız ve yalnız sevginin, saygının, karşılıksız hoşgörünün gönüllerde yer tuttuğu, robotlaşmış tek düze insanların bulunmadığı eski Konya’da nice renkli simalar yetişmişti... Hepsi de kişilik sahibi, şahsiyetli, bir söyleyip bin düşündüren, coştuğu anda zaman ve mekân tanımayan, gönül zengini sade kişilerdi.

İşte bunlardan biri de boz bulanık bir Konya ikindisinde, Obruk yaylasında "yayan yapıldak" uzaktan kavakları görünen Eşmekaya'ya, akşam olmadan varmak için var gücüyle yürüyen, adeta uçan Maşacı İmam'dı!..

Maşacı İmam, medrese tahsilini, muhabbete -olan düşkünlüğü yüzünden tamamlayamamış, ancak nefsini nezih saz ve söz meclislerinde, oturak âlemlerinde terbiye etmişti. İnce Konya zekâsı burada da kendini göstermiş ve ona "Maşacı İmam lakabını uygun görmüştü... Ha!.. Size söylemeyi unuttum, dost meclislisinde zilli maşa çalardı... Geçim sıkıntısını biraz olsun hafifletmek için, ramazanlarda cerre çıkardı...

İşte o ramazanda imamlık yapmak için aradan yüzyıl geçmesine rağmen, anekdotları hâlâ canlı duran, valinin konağına atla gidecek kadar cesur; "söğe-söğe" zorla üzüm yedirecek kadar cömert, çeşme yaptıracak kadar iyiliksever "Cambaz Deli Osman Ağa" ya müracaat etmişti... Cambaz Deli Osman Ağa "hınzırlık" yapmamak kaydıyla o'nu Eşmekaya'ya, arkadaşı, Eşmekaya beylerinden Hacı Halit Bey'e gönderir.

Üç gündür yayan-yapıldak yol tepen Maşacı İmam, akşam namazı vakti Eşmekaya'ya girer. Ramazan arifesidir o gün. Tanışma, yemek ve kısa bir istirahatten sonra Maşacı İmam camiye gider ve o gün ilk teravih namazını kıldırır. Namazdan sonra İmam'ın döşeği serilir ve herkes odasına istirahate çekilir. Çekilir ya Maşacı İmam, konağın ihtişamından, hizmetkârlardan, yanaşmalardan rahatsız olmuştur. Birden aklına Kovanağzı’ndaki bağı, küçük odalı kerpiç evi gelir... "Keşke oturaydım yerimde" diye söylenir... Ya arkadaşları? Kim bilir hangi evde muhabbet etmektedirler. Aklına muhabbet gelir de Maşacı İmam'ın uykusu kaçmaz mı? Ne yapsa ne etse?.. Elin konağında da oturak tutamaz[3] ya! Hem kiminle tutacak? O koskoca adam, oyuncağı elinden alınmış çocuk gibi döşeğin içinde ağlamaklı dönüp dururken usulca kalkar... Pencerenin perdesini açar. İçerisi biraz aydınlanır gibi olur... Ses seda kesilmiş, el- ayak çekilmiştir... Yastığın altına koyduğu garip şekilli çıkınını açar ve gözü gibi baktığı, pırıl pırıl "zilli maşasını" çıkarır…

Pek çok değişik şekli olan zilli maşanın tekke versiyonu...

Elinde zilli maşayla yatağına giren Maşacı İmam, yorganı başına çeker. Artık coşmuştur. Zaman-mekân tanımaz. Usuldan usula zilli maşayı çalmaya başlar ve bir türkü tutturur.

"Kap’ardına asa koymuş kazanı
Ben istemem okuyanı yazanı
Ben isterim meyhanede gezeni"

Maşacı İmam türküye asılır da sesi yavaş çıkar mı? Artan zilli maşanın sesiyle kendi gür sesi, önce odasını sonra tüm konağı sarsar:

Dağlara Hanım Ayşe’m köylere
Köyler bizi kabul etmez şehirlere
Biz kaçalım mantıkasız[4] yerlere 

Kap’ardına asa koymuş eleği
Annesinin kömür gözlü meleği
Kocan yok da nerden aldın bebeği
 
Dağlara hanım Ayşe’m köylere
Köyler bizi kabul etmez şehirlere
Biz kaçalım mantıksız yerlere
 
Kap’ardına asa koymuş kalburu
Yayla kaymağına dönmüş baldırı
Bu dert beni iflâh etmez öldürü
 
Dağlara hanım Ayşe’m köylere
Köyler bizi kabul etmez şehirlere
Biz kaçalım mantıksız yerlere

Konaktakiler deprem oluyor zanneder! Deprem ya... Ancak, bu gönül depremidir, zaman-mekân tanımayan! Taaa... Selçuklu’dan beri biriken bir kültürün depremidir!.. Aşk dolu, sevgi dolu...

Derken yanaşmalar Maşacı İmam'ın odasına dolarlar; bir de ne görseler? Yorganın altında sanki bir ince saz takımı muhabbet etmekte… Şaşkınlıkları geçince hemen Hacı Ali Bey'in oğlu Halit Bey'e koşarlar "Bey, Bey! İmam delirdi!"

Yukarıya çıkan Halit Bey durumu hemen anlar. Zaten o da az çok saz çalmaktadır. Anadolu insanı olur da çalmadan, çağırmadan durabilir mi? Anadolu insani gurbete gider de acısını dökmez mi? Ani bir karar veren Halit Bey, yanaşmalarına "sazını kapıp gelmelerini" söyler ve "oturak tutulur" Ta ki sahura kadar! Ta ki bayram namazına kadar... O ramazan, teravihten sahura kadar her gece muhabbet edilir. Esasen eski bir muhabbet ehli olan Hacı Ali Bey ses çıkarmaz, hoş görüyle karşılar. Hatta bazı geceler "kapı ardında" dinlediği de olur...

Ramazan hoş ve çabuk geçer. Maşacı İmam'a para, buğday ve esvap verirler. Gönlünü hoş tutarlar. Ayrıca Cambaz Deli Osman Ağa'nın, Maşacı İmam'ın "hınzırlığını" anlaması için" dört ayağı sekili, ağzı kilitli"[5] al bir at hediye ederler...

Kaynak kişilerin ifadesiyle tahmini 1910 yıllarında yetmiş yaşında ölen Maşacı İmam'ın doğum tarihi yaklaşık 1840 yıllarıdır. Türküyü yaptığında otuz yaşında olduğunu kabul edersek 1870'li yıllar karşımıza çıkar ki bu da türkünün en az yüz senelik olması demektir...

Ne dersiniz? Günümüzde böyle renkli kişiliğe sahip biri var mıdır? Hepsinin ruhu şad olsun! Âmin.

KAYNAKLAR:

1-MazharSakman, Mahalli Divan Sazı Sanatçısı (1910-1994)

2- M. Ali Apalı, Avukat (1325-1987)

3- Hüseyin Çağıllar, Kasap, Okur-Yazar (1330-?)

 

TAHİR SAKMAN

 

SAKMAN, M. Tahir (1999), “Dağlara Hanım Ayşe’m”, Yeni Gazete/Cönk, (10 Mart).



[1] Kapı ardına.

[2] SAKMAN, M. Tahir (1999), “Dağlara Hanım Ayşe’m”, Yeni Gazete/Cönk, (10 Mart).

[3] Konya müzik geleneğinin en önemli unsuru olan oturaklar, düzenleneceği zaman, “oturak tutalım” şeklinde de ifade edilirdi.

[4] Burada kastedilen “mantıkasız yerler”, kolluk kuvvetlerinin denetim alanının dışına çıkmayı ifade etmek olmalıdır.

[5] Ayakları ve ağzında benekler olan ata verilen isim.