YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

10 Temmuz, 2024

ABART BABA(!)

 


ABART BABA(!)
 
Cürmümüze bakmadan tatile gittik… hem de ne cesaret; Belek’e…
 
Boydan boya, lüks oteller sahili kapatmış… golf oynamak isterseniz içinde yapay göl bile var. En ucuzunun fiyatı geceliği 20 bin liracık ve bu fiyatlar 150 bin liraya kadar çıkıyor…




 
Sahiller elbette halkın ama denize ulaşabilirseniz, oteller, büyük alanları kapatmış, özel mülkiyet… Deniz karşımızdaydı ama otellerden dolayı geçemiyorsunuz. Halk plajı çok güzel, sanırım 15 Km kadar mesafedeydi kaldığımız yere… önceleri belediye işletiyormuş sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devredilmiş. Büfelerin fiyatları makul seviyede. Giriş ücretsiz şezlongların fiyatı 130, loca isterseniz 600 TL… bunları istemezseniz deniz bedava ve çok güzel, çıkmak istemiyorsunuz…




 
İki bölümden oluşan tesislerin bir tarafının lavaboları kilitliydi.  Duşların suyu da birkaç gün akmadı. Bir taraftaki otopark ücretsiz diğer taraftaki 50 TL… Yeşil alanlardaki ağaçların gölgesi bedava… çadır da kurabilirsiniz… yani diyorum ki günübirlik de gidebilirsiniz; Konya’dan Belek plajına ulaşmak, Beyşehir üzerinden en fazla üç saatinizi alır. Hava çok sıcak olmasına rağmen rüzgâr hiç eksik olmadı, bu da Belek’e mahsus bir durum olmalı.



 
Havuzlu villa kiralamıştık… sivrisinek de dahilmiş meğer… Konya’da görmediğimiz sivrisineklerle burada bayağı bir hemhal olduk… bütün bedenim yara bere içinde kaldı. Birkaç kez ilaçlandığını da gördük belediyenin ama çok yetersiz kalıyor… öyle bir samimiyet kurduk ki sivrisineklerle ayrılırken bile bizi öpmeye devam ettiler!



 
Vertigo nedeniyle ilk dört gün yataktan çıkamadım… Bu da benim sınavım olmalı…
 
Fiyatları söylememe gerek var mı? Dolaşırken bir gün tesadüfen pazara denk geldik… Basit bir kıyafet sorduk yazlık… satıcı 1200 lira dedi demesine de küçük kızı “abart baba(!)” demesin mi, biz kahkaha atmaktan yerlerde süründük… çocuk öyle bir vurgu yapmıştı ki “abart baba” “çok abarttın baba” anlamını taşıyordu… biz gittikten sonra babasından epey bir azar işitmiştir sanırım… bir başka satıcıya deniz yatağı sorma gafletine düştük; 900 liradan başladı, biz sustukça fiyat düştü, 500 liradan sonra biz oradan ayrılırken arkamızdan hâlâ bağırıyordu: Gel bir ikram daha yapayım!”



 
Hayatımız hep böyle geçiyor işte… ama o küçük kız çocuğunun cesaretine hayran kaldım; fiyatın yüksekliğine o küçük yaşına rağmen itiraz ediyordu…
 
Ah küçüğüm, senin gibi çocuklara o kadar çok ihtiyacımız var ki…
 
TAHİR SAKMAN







 
 


06 Temmuz, 2024

DAHASI SUS


 DAHASI SUS
 
şimdi susuyorsun
en çok da kendine
bakışlarındaki renk son çağrı
yanılgı son kez
gözlerim ıslandıkça gözlerine
yüreğindeki kanatlara tutun
ve başka renklere
git adresini unutmuş mektuplara
postacı sensin
kâğıdı yakan kalem
sil bu şehri başka kuşaklara
 
say ki yeni doğdun ölümünden az önce
son kez sayılmamışları sayma
yeni baştan kur cümleni
kelimelerden geçmek yasak değilken
sınanmalısın kendinle
 
sus
bir kere daha
benim için sus
denizler dilsizdir
duyduğun sahilin acısı
şimdi konuşuyorum ya
bütün harflerin geçmişi sen
 
sus
kendin için sus
susmalara da sus
kelimeler soyunmuşsa gizemine
zordur ‘seni seviyorum’a taşınmak
 
dahası sus
kendine ve ömrüne
TAHİR SAKMAN




01 Temmuz, 2024

SELÇUKYALI BİR ŞAİR FEYZİ HALICI

 


 

-Sekçukya’nın büyük şairi, üstadım Feyzi Halıcı’nın 100. doğum yılı anısına, saygıyla-
 
SELÇUKYALI BİR ŞAİR FEYZİ HALICI
 
Yar kement atmış boynumdan
Çeker gerçek aşka beni
Dünya çekilmiş aynımdan
Ayna kılar ışka beni
(FEYZİ HALICI)
 
Şairler gerçek dünyanın dışında gibi görünseler de aslında onlar bizim dünyamızı bize, bazen tokat atar gibi bazen de serin bir rüzgar gibi bize ayna olan insanlardır, tıpkı Feyzi Halıcı gibi...
 
Onu ilk defa karlı bir kış günü bizim evde düzenlenen bir oturakta tanıdım. Başında kalpak sırtında kalın bir palto vardı. Ceketinin yakasındaki TBMM rozeti parlak bir güneş gibi parlarken gözlerindeki yaşama sevinci sizi kendine hemen bağlıyordu. O bir Konya âşığıydı ve Mevlâna bendesiydi...
 
Âşık Ömer ve Âşık Şem'i'yi hatmettikten sonra Feyzi abinin şiirlerini okuduğum zaman çarpılmışa dönmüştüm.
 
Aslında biz çok şanslı bir kuşaktık; Selçukya üzerine şiir söylemeyi Feyzi abiden, şehir fokloru üzerine yazı yazmayı Seyit abiden öğrenmiştik. Bu iki anıt insan, şehir sevgisi, Selçuklu sevgisi üzerine kurdukları dünyanın kapılarını en azından bana açmışlardı, rahmetler olsun...
 
Yanındaki devlet ricaliyle, sanatçılarla bizim Sarıyakup'taki bağ evimizi bir sanat merkezini ziyaret eder gibi gelirlerdi. Kimler vardı kimler; Eski başbakanlardan hemşehrimiz Ordinaryus Prof. Dr. Sadi Irmak gibi birçok devlet ricalinin yanı sıra Erol Güngör, Ahmet Kabaklı gibi edebiyatçılar, yazarlar, Kadri Şençalar gibi bestekârlar, Yıldıray Çınar gibi sanatçılar, Murat Çobanoğlu gibi âşıklarla Feyzi abi babamın, hassaten Selçuklu'dan yadigâr kalan sesleri horozlar ötene kadar dinlemeye getirirdi
 
O dönemlerde Derviş Ozan
mahlasıyla söylediğim şiirleri beğenirdi ve bana şiirde elini verdiğini söylerdi. Merhum teşvik amaçlı olarak ışık gördüğü herkese eline verirdi...
 
Âşıklar Bayramı'nın 20. Şeref yılında benim de katılmamı istediğinde çok sevinmiştim. Bayramın ilk gününde sahneye çıkmıştım ama ani bir kararla sahneden inip seyircilerin arasına oturmuştum. Anonsum yapılınca bir alkış kopmuştu ama sahnede Derviş Ozan yoktu, ürkmüştüm doğrusu...
 
Gece eve gitince kendimi affettirmek için şiirden başka yolum yoktu, şu şiiri söylemiş ve sabah erkenden giderek bana kızmasına fırsat vermeden Feyzi abiye okumuştum:
 
ÂŞIKLAR
 
Âşıklar yirminci yılda Konya’da
Hakikat sırrını açmaya gelmiş
Rüya gibi geçen yalan dünyada
Gönüllere hikmet saçmaya gelmiş
 
Kimisi taşıyor sazın telinden
Kiminin bal akar tatlı dilinden
Yüce Mevlâna’nın nurlu elinden
Aşkın dolusunu içmeye gelmiş
 
Şair Halıcı’dan desturu alıp
Gönüller dolusu deryaya dalıp
Kimi sazda sözde yerinde kalıp
Kimi baş köşeye geçmeye gelmiş
 
İçimde yangın var aşka susadım
Gökleri tutacak bugün feryadım
Çobanoğlu Taşlıova üstadım
İyiyi güzeli seçmeye gelmiş
 
Zülfikâr Divani dostluğa koşar
Abdulvahap Kocaman coşar-coşar
Davut Sulari’yse gönlümde yaşar
Buradan cennete uçmaya gelmiş
 
Sakın ha sanmayın sözleri boştur
Nuri Şahinoğlu söyler pek hoştur
İlhami Reyhani bir ulu baştır
Saz ile âşığı ölçmeye gelmiş
 
Barıştır sevgidir en büyük dava
Söz vardır bilinmez dertlere deva
Pek de çabuk kızar Deryami Baba
Sanırsın kelleler biçmeye gelmiş
 
Âşığa bir soluk geçmiş zamandan
Örnek veriyorlar gerçek insandan
Derviş Ozan gibi kimi meydandan
Ardına bakmadan kaçmaya gelmiş
 
Şiiri okuduğumda çok beğenmiş ve akşam mutlaka sahnede olmamı tembih etmişti. O akşam “Gurbet Çiçeği” isimli şiirimi okumuştum ve bu şiirle o yıl memleket şiiri dalında üçüncülük ödülü almıştım...
 
Şiirde benim idolümdü ve ona birkaç şiir söyleme cesaretinde bulunmuştum. İşte onlarda bazıları:
 
nicedir can alıcı
eser verir kalıcı
selçukyalı bir şâir
üstat feyzi halıcı
 
ÜSTADIM FEYZİ HALICI
 
Şiiri ondan öğrendim
Üstadım Feyzi Halıcı
Çileyi onunla yendim
İmdadım Feyzi Halıcı
 
Ham iken olmak istesem
Feyzinden almak istesem
Hikmete dalmak istesem
Ummanım Feyzi Halıcı
 
Acı dikildi karşıma
Gözyaşı kattım aşıma
Neler geldi şu başıma
Dermanım Feyzi Halıcı
 
Konya odur o Konya’dır
Her şiiri bir dünyadır
Selçuklu’dur Selçukya’dır
Zamanım Feyzi Halıcı
 
Hazreti Pir’in sözüne
İnsanın bakar özüne
Hasret kaldık biz yüzüne
Feryadım Feyzi Halıcı
 
Her canlının kendi gerçeğine varışı gerçeği karşısında üzüntüm büyük oldu. Acı haberi aldığımda İstanbul'daydım ve şu mısraları söylemiştim:
 
FEYZİ HALICI DEĞİL KONYA ÖLMÜŞTÜR
 
Gök çiniler susmuş Selçukya yastadır
Güvercinlerim bu uhrevi sestedir
Şimdi her şey bir ilahi bestedir
Feyzi Halıcı değil Konya ölmüştür
Günaydınlar dolu dünya ölmüştür
 
Âşık Şem’i’den ve Hazreti Pir’den
Nice dünya kurdu sevgiden şiirden
“Dörtlemeler”le haber verdi Bir’den
Feyzi Halıcı değil Konya ölmüştür
Günaydınlar dolu dünya ölmüştür
 
İstanbul Caddesi  Türbeönü ağlar
Yaşama sevinci günaydınlar çağlar
Nar çiçeği şimdi karalar bağlar
Feyzi Halıcı değil Konya ölmüştür
Günaydınlar dolu dünya ölmüştür
 
Âşığın babası şehrin incisi
Kalbinde çağlar  Âşık Fezai'si
Ne hanlar kalıyor ne de hancısı
Feyzi Halıcı değil Konya ölmüştür
Günaydınlar dolu dünya ölmüştür
 
Öksüzdür onsuz  kalan Selçukya
Selçukya dediğim şiirden dünya
Ezelden ebede gördüğüm rüya
Feyzi Halıcı değil Konya ölmüştür 
Günaydınlar dolu dünya ölmüştür
 
TAHİR SAKMAN

25 Haziran, 2024

NE YAPTINIZ BENİM ŞEHRİME?

Hocacihan'a doğru bir görüntü. Fotoğraf: Tahir Sakman

 

NE YAPTINIZ BENİM ŞEHRİME?
 
Gözlerimizi maziye değil atiye çevirmemiz gerektiğini biliyorum ama dünün erdemlerini de yarınlara ışık yapmamız gerektiğinin de farkındayım…
 
Medeniyetlerin buluşma noktası… Hoşgörünün anavatanı, âşıkların Kâbe’si… Selçuklu’nun başkenti… Ne oldu sana Konya?
 
Aslında Konya’ya bir şey olduğu yok, ne oldu size Konyalılar? Ne yaptınız benim şehrime?


İnstagram’da bir video izledim, sokak röportajı… soruyorlar, ülkemizde hangi ili haritadan silmek isterdiniz diye… sorunun kendisi bile başlı başına yeterince korkunç, yanıtlar daha da korkunç… gençlerin yanıtlarından ürperiyor, utanıyorum… O şehri yazmayacağım…
 
Bizim çelebi meşrepli, hoşgörülü insanımıza ne oldu? Yakın çevremdeki gençlerin anlattıklarına inanasım gelmiyor bir türlü; burası kesin Konya değildir!
 
Dünün ahlaklı, sabırlı, mütevazı, kadim bir başkentin evladı olduğunuzu unuttunuz mu?
 
Ya saygınıza, sevginize ne oldu… Gençliğimizde kadınların yüzüne bakmaya utanırdık, başımızı öne eğer de öyle konuşurduk…
 
Kadim bir medeniyetin kültürüne sahipken bu lümpenlik nereden çıktı? Trafikte magandalık, alışverişte kabalık, abi siz gerçekten Konyalı mısınız? Dünün zarif insanları nereye gittiler?
 
Bir tarafta Suriye gettoları… Şehri, Konyalılık olgusunu kaybediyoruz diyemiyorum çünkü çoktan kaybetmişiz…
 
Yazacak çok şeyim var ama… şehrime olan saygımdan yazmıyorum; yalnızca şunu bilin, bu Konya, bizim Konya’mız olmaktan çoktan çıkmış.
 
Gerisi ütopyadır, mazide kalan ulaşılamayan bir hayaldir artık…

"Aradığınız şehre artık ulaşılamıyor!"
 
Ne yaptınız benim şehrime ve daha ne yapabilirsiniz bundan başka?
 
TAHİR SAKMAN
 

23 Haziran, 2024

MERAMIMIZ MERAM’I YOK ETMEK


 

MERAMIMIZ MERAM’I YOK ETMEK
 
Bugün sabah erkenden Meram havası almak istedim… Gitmeseymişim… Meram kim, biz kim?
 
“Meramımız, Meram’ı yok etmek olmalı” ki… gördüğüm manzaraların korkunçluğu karşısında dilim tutulmadı; açtım ağzımı yumdum gözümü, gözümü her yumuşumda damlayan yaşlar doğanın yaşlarıydı, Meram’ın yaşlarıydı…

Üzerine şiirler söylediğimiz, nice sevdanın izlerini çam kokularında gizleyen, türkülerimizin coşkun nağmeleri, bülbüllerin Hz. Pir‘in anısına seher vakitlerinde sustuğu Meram bu muydu? Sanki Tavus Baba’nın sırtlarında aradığımız, tavus kuşunun tüyü değil de yolunmuş tavukların feryatlarıydı…

 
Önceleri en azından Gümüştepe’ye çıkan yolun başında mangal yakılmıyordu gerçi kendini bilmez birkaç kişi yeşil çimenlerin üzerinde vicdansızca yakıyorlardı ama en azından azdı… Şimdi belediye sanırım çimleri koruyayım bari diyerek mangal yakılması için çimlerin orta yerlerine taşlar döşemiş… döşemiş döşemesine de etrafına sıçramasın önleyecek ne bir önlem var ne de küllerin, ateşlerin döküleceği kovalar var…




 
Dünden kalan küller, kömürler, poşetler etrafa saçılmış… Meram’ın kalbine ateşten bir ok gibi saplanmış… Zaten bir avuç yer kaldı Meram’dan hatıra… Zaten meramımız, Meram’ı korumak değil ki… hatta bir gün mangal sevdanız yüzünden Meram’ı yakarsanız şaşmayacağım…




Ya işi bilmiyorsunuz ya da kasıtlı yapıyorsunuz, doğayla, hassaten Meram’la alıp veremediğiniz var, neden? Cola kutularınız, su şişeleriniz ve bunların kapakları, bira şişeleriniz… ya sigara izmaritlerine ne demeli? Çimlerin üzerine atarken… ya kuzum, siz nasıl vicdan sahibisiniz? Yeşil çimlerin üzerine izmaritlerinizi atarken hiç mi sızlamıyor?
 
Sille Seyir Tepesi belediyelere örnek olmalı, Selçuklu Belediyesi’ni kutluyorum… Şehirde gidilecek tek yer maalesef orası kaldı… Mangalcılar her yeri istila ediyor…
 
Etraf yine mangalcılarla dolmaya başlayıp dumanlar yükselince adeta kaçtım Meram’dan… Ah, Evliya Çelebi ah, bir de şimdi görsen Meram’ı…
 
Şimdi kurban etleriniz de vardır… haydi o zaman erkenden kalkın şöyle çimlerin üzerinde yakın mangallarınızı. Nasılsa kimse size karışamaz… Sakın ola sizden sonra çocuklarınıza yeşil bir Meram bırakmayın!
 
Meramımız; Meram’ı yok etmek! Haydi Konya, mangallarınızı kapıp gelin, Meram yanmaya hazır sizi bekliyor!
 
TAHİR SAKMAN
 
 

20 Haziran, 2024

KONYA’NIN İLK FEMİNİSTLERİNDEN VESİLE SAKMAN

Ninem Vesile Sakman. Fotoğraf: T. Sakman Koleksiyonu


KONYA’NIN İLK FEMİNİSTLERİNDEN VESİLE SAKMAN
 
Ülkemizin olmasa da şehrimizin ilk feministlerinden birisidir merhum ninem Vesile Sakman…
 
1.7.1892   tarihinde doğan ninem, 27.3.1969 yılındaki vefatına kadar dolu dolu yaşayan bir kadındır. Hayatın çilesini çekmişse de savaş yıllarındaki tüm kadınlar gibi o da dimdik ayakta durmasını bilmiştir.
 
Savaş yıllarının, o acımasız yokluk yıllarının tüm zorluğunu önce iki oğluyla göğüslemiş sonra oğlunun birini (Seyit Mehmet) atlı tramvayın tekerleklerine kurban vermişse de yine yıkılmamıştır. Eşini Şam cephesi dönüşü kaybeden Vesile Sakman hayata tek başına direnmiş, çalışmış, çabalamış ve oğlu Mazhar Sakman’ı Konya Muallim Mektebi’nde okutmayı başarmıştır.
 
Merhum babam, ninemi anlatırken gözyaşlarına boğulur, onun nasıl “yarım çemberiyle illere (ellere) çamaşır yıkamaya, temizlik yapmaya, yemek yapmaya gittiğini” anlatırdı. Ninemin annesi Rahime Hanım’ın çok zengin olduğunu biliyoruz fakat o dönemin anlayışı olan erkek evlada daha çok önem verilmesi nedeniyle babaannem hep gölgede kalmış ve asla minneti de olmamıştır. Sadece bu yönüyle bile takdir edilmeyi hak eden bir Konya kadınıdır, Vesile Sakman…
 
Dedem Hakkı Efendi, seferberlikte Şam cephesinde askerken yaptığı aşureyi “Hakkı da bir datsın” diyerek aylarca kuyuya sarkıtarak saklamaya çalıştığını anlatırdı babam… Dedem gelmesine gelmiş ama hastadır, çok yaşamamış 40. gün bedenini toprağa vermişler… Babam 40 gün içinde öldüğü için şehit sayıldığını söylerdi, gözleri dolarak…


Ninemden bugüne kalanlardan el işlemesi: Âlimin her bir kelamı lal-ü mercan incidir/ Cahil ile etme sohbet akibet can incitir/ Fotoğraf: T. Sakman Koleksiyonu.


 
Evindeki düzene komşu kadınların bakmaya geldiği anlatılır, yaptığı bohçalara, el işlerine, iğne oyalarına herkes hayrandır öyle ki idare lambasının cılız ışığında bunları nasıl yaptığı bir muamma gibidir. Ne yazık ki ninemden çok fazla bir şey kalmadı veya kalamadı, muhafaza etmesini bilemedik. Bu aslında sadece aile hafızamızın değil şehrin hafızasının kaybedilmesiydi; bunu yıllar sonra daha iyi anlıyorum.
 
Hakkı dedemin vefatından sonra bir ara teyzesinin oğluyla bir evlilik yapsa da tahammül edemez ve onu boşar. O dönem bunu nasıl yapmıştır bilmiyorum ama hayata dik ve ters bakışı onu bazen anlaşılamaz kılsa da içinde hiçbir şey taşımamış, söyleyeceği bir şey varsa 40 yıl sonra bile olsa yüzüne söylemiştir.
 
Ben hatırlıyorum; bazen babama da çatardı resmen, “hani sen bana filan zamanda şunu yapmıştın” diyerek başlar ve babamı kelimenin tam anlamı haşlardı. Huysuz ihtiyar mıydı hiç sanmıyorum çünkü onun yaşam felsefesinde baş eğmek diye bir kavram yoktu, hiç kimseye minneti de yoktu hatta annesine bile…
 
“Beşiğin ardı gurbet” dediği yıllarda babam astsubaydır ve sürekli tayin nedeniyle gezmektedir. Ara sıra da olsa trenle Konya’ya geldiğinde de “demirhaneyi siz zenginlettiniz” demiştir. Babam çalgı çalmaya heves ettiği zamanlar ona ilk olarak lavta sonra ut sonra saz alacak kadar da sanata düşkündür ve “Dağlara Hanım Ayşe’m” türküsünü babam, annesinden geçmiştir. Babam uzun kış gecelerinde mahalleli kadınlara “Arzu ile Kamber” hikâyelerini çalıp söylemiştir.
 
İrticali şiirler, taşlamalar da söylemektedir Vesile Sakman, bir sünnet düğününde, sünnet çocuğuna yeterli ilgi gösterilmeyince söyler:
 
Eti döğen satır/ Kızları kara katır/ Yorgan döşek bulamamış/ Sünnet çocuğu yerlerde yatır/


Ninem Vesile Sakman. Fotoğraf: T. Sakman Koleksiyonu.


 
Misafirliğe gittiği zaman ninemin bu huyunu iyi bildiklerinden dolayı ne kadar dikkat etseler de ninem mutlaka bir şey bulur söylermiş. Davet edildiği bir evde herkes dikkatlidir ama… Abdest tazeleyeyim diyerek kalkar, hemen ibrik verirler… O yılların Konya evlerinde tuvalet dışarıdadır ve her gelen bir ibrik getirmiş ve orada bırakmıştır, ninemin gözünden kaçmaz:
 
Bu hane ne güzel hane/ Can kurban içindeki cane/ Ömrümde hiç görmedim/ Dokuz ibrikli abdesthane/
 
Babaannem hacca gitmek ister ama tek başına mümkün değildir, babamın da gitmesini ister ve pasaport çıkarılır ancak son anda babam gelince kendimi tutamam rakı içerim diyerek gitmekten vazgeçer. Bu birkaç kez tekrar edilince…
 
Yılanlı Medrese’nin (Bit Pazarı) köşesinde yardım toplayan, sakalı göbeğinde iki büklüm yaşlı bir adam ninemin dikkatini çeker ve evlenme teklif eder, “ben sana varayım. İkimiz hacca gidelim” der. O yıllarda böyle bir şey mümkün müdür? Bende, babaannemin şehrin ilk feministlerinden olduğu intibaını uyandıran hatıralardan en önemlisi budur.
 
Evliya Tekkeli miydi yoksa Çukur Çimen Tekkeli miydi emin değilim Osman Ağa’nın bu teklif, canına minnettir hemen kabul eder. Osman Ağa, çok Müslüman bir adamdır, vakit namazlarını kaçırdığına hiç görmedim. Kulağı ezanda, gözü namazda olan bir adamdı rahmet olsun… O yıllarda hacca ulaşım otobüslerledir, otobüslerin üzerinde uzun uzun kalaslar vardır: çölde kum fırtınasına yakalanırlarsa kurtulmak içinmiş… O ileri yaşlarına rağmen herkesten önce gider, gelirler.
 
Osman Ağa ninem ölene kadar yanından ayrılmadı, ninemin vefatından sonra babamdan gitmek için izin istedi ve oğlu, köyden gelip götürmüştü, rahmet olsun.
 
O dönemin şartları gereğinden midir bilinmez ama bildiğim Konya kadınları hayatın içindedirler, türkü yakarak, şiir söyleyerek baskıya ve çaresizliğe karşı hep dik durmuşlardır, babaannem de bu kadınlardan bir tanesidir.
 
Sevecendir, hoşgörü sahibidir: Abim Vedat Sakman 4-5 yaşlarındayken oyuna dalmış ve altını ıslatmış… eve geldiği zaman babaannem şefkatle sarılmış ve “üzerine sirke mi döktün” diyerek utandırmamıştır…
 
“Üzerine güneşin doğduğunu hiç görmedim” derdi babam, annesi için… Sabah namazıyla başlayan gün yatsı namazıyla sona ererken… çok ilginçtir, babaannem namaza durduğu zaman ağzında şeker vardır, bazen yorgunluktan uyuklasa da kaldığı yerden devam ederdi…




 
Akbaş Mahallesi’ndeki evi çoktan yıkıldı… Muhacir Pazarı’nda oturduğumuz yıllarda ikindi üzeri annemin yaptığı yemeklerden sefertasıyla ona götürürdüm.
 
Sonra hastalandı, damar sertliği… Babam bir akşamüzeri yolunu annesinin evine düşürür, kış günüdür, soba yakmaya çalışmaktadır, birden sobanın üzerine yığılır, felç geçirir, babam olmasa belki yanacaktı…
 
Uzun yıllar yatalak olarak aramızda kaldı, annem ve Osman Ağa ona baktı. Aklı başına geldiği zamanlar bana bakar “Memedim Memedim kuzu gibi meledim” derdi…
 
Bir gün öyle bir dörtlük söylemişti ki:
 
Söyle derler söylemeye mecal yok
Yapış derler yapışacak bir dal yok
Eller libas giymiş sorgu sual yok
Bize Şam hırkasını yasak ettiler
 
Ruhun şad olsun nineciğim; Şam hırkasını bizlere hâlâ yasak etseler de torunların olarak bizler, babam Mazhar Sakman'dan sonra; Abim Vedat Sakman, ben Tahir Sakman ve kız kardeşim Ressam Vesile Güzeloğlu, sizlerden genlerimize geçen sanat dalına yapışarak söylemeye devam edeceğiz; mecalimiz, hatıralarınızın ışığıdır…
 
TAHİR SAKMAN
 

19 Haziran, 2024

HANİYA DA BENİM ELLİ DİREM BASTIRMAM


 

HANİYA DA BENİM ELLİ DİREM BASTIRMAM
 
Üzerinde en çok konuşulan türkülerimizden birisi, kısaca Konyalı olarak bilinen türkümüz…
 
Kimimiz türkünün Girit’te yakılan bir sevda türküsü olduğunu, kimimiz kanto olduğunu, sanatçılar vasıtasıyla Konya’ya taşındığını, kimimiz Konya’ya gelen kantocuların İstanbul’a Konya’dan götürdüğünü söyledik.  
 
Türkünün notasını, merhum babam Mazhar Sakman, 8 Haziran 1963 tarihinde Şehir Postası gazetesinde yayımlamıştır. Notanın altına şu not düşülmüştür; “Zaman zaman Arap ülkeleri radyolarında aynı varyantı sözleri Arapça olarak dinlemekteyiz. Zamanıyle bu türkü oradan mı getirilmiş yoksa Konya’dan mı götürülmüş bilinemez. Her ne kadar ekseriyetle sözler mi sedası ile başlanarak söylenmekte ise de aslı notada belirtildiği gibi tarzı kadim üzre ince (la) sedasındadır.” -Mazhar-




 

Her ne olursa olsun; Konya’nın öz malı olan türküyü, bu kez Karaman’dan, Selanik’e mübadelede göç eden Ortodoks Türklerden olması kuvvetle muhtemel bir ninemizden dinlerken aklımıza ister istemez o dönemlerde yaşanan acılar geliyor. Belki de Sille’den göç eden Rum bir aileye mensup da olabilir…
 
Ninemizin yüzündeki kırışıklıklar sanki yaşadığı o acı günlerden kalan izler gibi hüzün haykırıyor. Türküyü bu kadar güzel okuması ve Türkçeyi iyi kullanması, Konya ağzıyla okuması Konya / Karaman’dan göç ettiğini haykırır gibi…
 
Ninemiz, gür sesiyle öyle bir güzel okuyor ki… hüznünü; şen şakrak ezginin arasına saklıyor ve içindeki acının üzerini bir kez daha örtüyor…
 
Türkü metni Mazhar Sakman’ın bant kayıtlarından deşifre ettiğim şekliyle söyle:
 
HANİ BENİM ELLİ DİREM BULGURUM (GONYALI)
 
 (Ah)    Hani benim elli direm bulgurum (bulgurum)
            Gonyalı’nın gaşlarına vurgunum (yörü yörü Gonyalım yörü)
                                    Yörü yavrum yörü Gonyalım yörü
                                    Şimdi burdan geçti zamparenin biri
 
(Ah)     Hani benim elli  direm ırakım (ırakım)
            İçer içer dağılıyor merâkım (yörü yörü Gonyalım yörü)
                                   Yörü yavrum yörü Sülüman’ım yörü
                                    Nerde galdın canım ilimanım yörü
 
(Ah)     Hani benim elli direm şekerim (şekerim)
            Sen içte gel ben gahrini çekerim (yörü yörü Gonyalım Yörü)
                                    Oğul bAli’m yörü Gonyalı yörü
                                    Sevdalı yörü dalgalı yörü
 
(Ah)     Gayseri’den Garaman’dan Gonya’dan (Gonya’dan)
            Nasibimi alamadım dünyadan (yörü yörü Gonyalım yörü)
                                    Yörü yörü yörü Gonyalım yörü
                                    Şimdi burdan geçti Osmanlı’nın biri
 
(Ah)     Hani benim elli direm barıtım (barıtım)
            Aklım olsa Gonyalı’ya varırdım (yörü yörü Gonyalım yörü
                                    Oğul bAli’m yörü Gonyalı yörü
                                    Gız nişanlın geliyor Osmanlıca yörü
 
(Ah)     Hani benim elli direm pırasam (pırasam)
            Çıra yaksam Gonyalı’yı arasam (yörü yörü Gonyalım yörü)
                                    Yörü yavrum yörü Gonyalım yörü
                                    Şimdi burdan geçti huvardanın biri
 
(Ah)     Şu Gonya’dır asıl benim vatanım (vatanım)
            Gel Gonyalı iki gadeh atalım (yörü yörü Gonyalım yörü)
                                    Yörü yörü  yörü Gonyalım yörü
                                    Şimdi burdan geçti Osmanlı’nın biri
 
(Ah)     Hani benim elli direm yoğurdum (yoğurdum)
            Gonyalı’dan üç oğlan doğurdum (yörü yörü Gonyalım yörü)
                                    Yörü yavrum yörü Gonyalım yörü
                                    Şimdi burdan geçti zamparenin biri
 
(Bu çok tanınmış oyun havamızı, Mazhar Sakman bazen böyle, bazen de “elli direm” sözcüğünün yerine “yarım okka” sözcüğünü kullanarak okumuştur.)
 
Videoyu Youtube’de izlerken altına yapılan yorumlardan öğrendiğime göre türküyü okuyan Katina Farasopoulou isimli Kayseri, Yahyalı doğumlu Rum bir aileye mensup sanatçıymış. Türkçe bilmemesine rağmen birçok türkü ezberindeymiş ve 2019 yılında vefat etmiş…
 
Sesi hâlâ kulaklarımda: Yörü yavrum yörü/ Saçlarını sürü/ Al yanakta duruyor/ Dişlerimin izi…
 
Aradan yüz yıl da geçse unutulmuyor; acıları yürekleri bir oyun havasının ezgileri arasına gizlenip yakmaya devam ediyor.  
 
TAHİR SAKMAN





 
 

18 Haziran, 2024

BENİM VATANIM NERE


 

BENİM VATANIM NERE
 
Coğrafya kaderdir diyorlar ya Anadolu coğrafyasının kaderi de bir başka… iç içe geçmiş etnik unsurların zamanla göç dalgasıyla vurduğu hayatlar…
 
Farklı etnik kökenlerin göçü dışında bir de Anadolu’dan sadece dinleri yüzünden göç etmek zorunda bırakılan insanlar ve gittikleri ülkelerde de dışlanan insanlar. Burada gavursunuz, orada Türk dölü…
 
Düşünün; öz be öz Türk’sünüz… Atalarınızın yüzyıllardır yaşadığı topraklardan sadece Hristiyan olduğunuz için mübadeleye mecbur tutuluyorsunuz… Karaman’dan, Yunanistan’a, Selanik'e… Kıyafetiniz Türk, yaşantınız Türk, öz be öz Türk’sünüz ama Müslüman olmadığınız için Türk vatanından gönderiliyorsunuz…


Çok acı olmalı, bir an kendimi Oğuzların, Avşarların yerine koyuyorum… gözlerimi kapatıyorum; bir ses yüreğimi delercesine Anadolu kokuyor, Karaman, Konya kokuyor… Merhum babam Mazhar Sakman’ın okuduğu türkülerden bir tanesi zarif figürler eşliğinde aslında yanık kokuyor ve yüreğimi kanatıyor… Gözyaşlarımı içime akıtıyorum...


Hasretlerinizi, buralardan götürüp unutmalara kıyamadığınız bir türkünün ezgisine sığdırıyorsunuz:

 

Gamayı vurdum yere
Yıkılaydı ganlı dere
Çağır sorun anneme
Benim vatanım nere
 
    Mendil mendil
    Kaldır kolların indir
    Hep sözlerin yalandır
    Gir koynuma inandır
 
Peşkir aldım direkten
Bir ah çektim yürekten
Ben bu dertten iy’olmam
Hekim gelsin frenkten
 
    Güllü güllü
    Peştemalı sümbüllü
    Amanın Gülizar'ım
    Sen söyle ben yazarım
 
Vay buralar nereler
Görünmez bizim eller
Öpmelere gıyamam
Sarar mı seni eller
 
    Meneciğim
    Sevdandan öleceğim
    Saat kaçta geleceğim
    Sarı lira vereceğim
 

(Türkü metni M. Sakman’ın bant kaydından çözülmüştür.)
 
Konya’nın Kafkaslardan göç aldığı yıllarda yakıldığını düşündüğüm bu türkü şimdi de bu topraklardan göç eden Karamanlı Türklerin dilinde yürek yakıyor… Türkü nispeten Konya tavrını kaybetse de ruhu hâlâ aynı:
 
/Çağır sorun anneme benim vatanım nere…/
 
TAHİR SAKMAN