YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

09 Mart, 2022

OLMASIN AMA YIKMASINLAR



OLMASIN AMA YIKMASINLAR
 
zafer’in kaldırımları gibi olsun
sürekli yenilensin aşkımız
 
sonra camlı köşk’e bakmasın bir yanı
eski hatıralar ezilmesin
kalmasın patlayan camların altında
 
belediye sarayı gibi yıkılmasın
tenis kort vardı bir zamanlar hani
stadyumda yükselirdi isyanımız
velodromda hayallerimiz koşardı
velespit sonraki iş
 
mevlâna çarşısı gibi olmasın ama
sağlam dururken yıkılmasın
eski sevdalar eski toprak gibidir
yıkmadığınız ne kaldı
 
kerpiç evlerde duygularım vardı
ak toprakla sıvalı duvarları
türüm türüm yaşam kokardı
çelenlerinde her bahar
çiçek açar umut damlardı
 
şunun şurasında iki bahar görecektik
toz duman savrulduk maziye
yıkılınca yadigârlar
resetlendi mi hafızalar
 
akyokuş’ta da bir sinsi duman
olmasın ama yıkmasınlar
yıkmasınlar hatıralarımızı
 
unutulmak olmasın bahtımız
zafer’in kaldırımları gibi olsun
sürekli yenilensin aşkımız
 
TAHİR SAKMAN
 


 

06 Mart, 2022

ANKARA NOTLARI (TEK ÇAREMİZ ATATÜRK)

 



Geçtiğimiz hafta Ankara’daydım…

Muhteşem bir kar yağışı karşıladı bizi, hava soğuk ama oksijen doluydu sonra… sonrası ciğerlerimize bayram... 

Bir zamanlar Ankara’nın havası solunamaz haldeydi, Konya’nın ise tertemiz… Şimdi roller değişti ve sormaya korkuyoruz; “Ankara’nın havası nasıl bu kadar temizlendi, Konya’nın havası nasıl bu kadar kirlendi” diye…

Yanıtsız sorular… günde binlerce insanın kullandığı Zafer’in çilekeş kaldırımları… üzerine şiirler söylediğim kaldırımlar… Salgın dönemi kapanmalarından başlayarak son iki yıldır sürekli yenilenme halinde… öyle yenileniyor ki sürekli eskiyor! Adama sormazlar mı, “bir Zafer’in kaldırımlarını düzgün yapamıyorsanız, şehri nasıl idare edeceksiniz?”

Geçtim Ankara’ya… yağan kara anında müdahale etmek için ekipler tetikte yol kenarlarında bekliyorlar… Ankara’nın en dik yeri sanırım, Yüce Atatürk’ü karşıladıkları Dikmen sırtlarına bile araçlar korkusuzca çıkabiliyorlar… Başkan Mansur Yavaş… hiç de “yavaş” değil…

Konya’ya da bir Mansur Yavaş, gereklinin ötesi şart oldu!

Hayat inanılmaz derecede zorlaşmaya başladı, geçim sıkıntısı burada da insanların gündeminde ilk sırada… “Mansur Başkan ekmeğe uzun süre zam yapmadı” diyorlar… (Şimdi nette gördüm; yeni, 2 TL olmuş.)

Konya’daki fiyatları geçtim hemen aklıma kalite geliyor, üzülüyorum… Buğday ambarında kalitesiz ekmek yemek Konyalının kaderi mi? Evet, kaderi! Öyle olmasaydı; ta çocukluğumdan beri aynı mevzu dolaşır mıydı, bu topraklarda?..

Akaryakıta zam geliyormuş, seviniyorum; dün, ucuza doldurmuştum! Sonra bir daha, bir daha… Gaz pedalına küsüyorum…

Başkentte yaşamak daha da zor… Ev kiraları, ateşten öte… İnsanlar çaresiz… Tek çare evden dışarı çıkmamak. 

Tek çare Ata’ya sığınıyorum… Sessiz ve ürpertili bir huzur kaplıyor beni Yüce Atatürk’ün huzurunda… Orada olması bile millete güven ve umut veriyor; geleceğimi nasıl şekillendirmem gerektiğini çiziyor ufuklara...

Türk Ulusunu görüyorum çoluk çocuk orada, gözleri yaşlı ama cıvıl cıvıl… Umut dolu…

Anıt Kabir Müzesi’nde bir harita; ülkenin parçalanmış hâli içimi burkarken Ata’mın şimşek çakan gözlerinden ateş alan namlular görüyorum… Düşmanın hâli perişan, Yunan denize yakışmış…

Bir yanımı Yörük Aliler sarıyor, bir yanımı Kara Fatmalar…

“Tek çare” diyorum; Tek çaremiz, Atatürk…

TAHİR SAKMAN




















28 Şubat, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM XV (HEYBEDEKİ SARI LİRALAR)




Babaannemden öncesini çok bilmiyorum aslında, sadece babamın zaman zaman sohbetlerinde bahsettiklerinden anımsayabildiklerim var hafızamda. Babam, ninesinden bahsederken sitemkâr ifadeler kullanırdı. Zengin olduğunu ama nedense çok fazla yardım etmediğini anlatırdı. Sadece sübyan mektebine gideceğinde kaydını yaptırmış o kadar…

Babaannemin annesi “Hamamcı Rahime” lakaplı veyahut yerel ifadeyle “İrehim Apla” döneminin iş kadınıdır. Çok cesur ve atak bir kadın olmalı diye düşünüyorum; çünkü dönemi itibariyle baktığınız zaman kadınların o dönemlerde iş sahibi olması biraz kolay gibi gözükmüyor.

Rahime ninemiz iki kere evlenmiş; ilk eşinden Vesile ninem sonraki eşinden ise Hamamcı Mehmet Ağa doğmuş ki döneminin ünlü hovardaları arasında yer almaktadır.

Mor binlik banknotları mestinin içinden çıkardığı anlatılırdı Rahime ninemizin. Mahkeme ve Sultan Hamamlarının müstecirliğini yapmış bir kadındır. Mahkeme Hamamı’nı kiralamak için ihaleye giren Rahime ninemiz, ihalede en yüksek fiyatı verir ve kazanır. Mukavele için Vakıflar Müdürlüğüne gider. Dönemin müdürü, karşısında ince, uzun boylu bir kadın görünce şaşırır ve iki tane kefil göstermesini ister.

Kendisinden kefil istenmesine alınan Rahime ninem, “tamam” der ve eve gidip sarı liraları heybeye doldurup getirir. Heybedeki sarı liraları müdürün masasına boşaltır ve “işte benim kefilim” der…

Konya türkülerinin hikâyelerini derlemeye çalıştığım yıllarda Saffet Efendi türküsünü sorduğum babam; “onu çok kurcalama, ucu bize dokunur” demişti. Bitip tükenmek bilmeyen ısrarlarım sonucu kısmen anlatmıştı.

Gazezler Sokağı’nın batı köşesindeki (Sahipata Caddesi, Cingenoğlu Fırını’nın tam karşısında ve bugün koruma altında olan) evde Hevâyı (havai) Halil Ağa ki bizim akrabamızmış ama neyimiz bilmiyorum keza bu evde dayısının yanında yaşayan “Gözelce” lakaplı, güzelliği dillere destan bir kız yaşamaktadır. Hevâyı Halil Ağa’nın Rahime ninemizle olan akrabalık bağını bilmiyorum ama yakın olduklarını tahmin edebiliyorum.

Konya’da asayişin sorunlu olduğu dönemler… Şehrin ünlü bir ailesine mensup bir kişinin ki türküde geçen Saffet Efendi olmalı, avenesiyle birlikte kızı evden kaçırmak için gece evi basarlar. Fakat eve giremezler Hevâyı Halil Ağa dolma tüfekle evini ve yeğenini korur, kimseleri yaklaştırmaz. Hatta öyle ki dolma tüfekten çıkan barut dumanından gözleri kör olur ve lakabı “Kör Halil Ağa” olarak değişir.

Çatışmanın sabaha kadar sürdüğünü ve eşkıyaların “bu gidinin evinde cephane mi var” dedikten sonra günün ışımasıyla birlikte kaçmak zorunda kaldıklarını anlatmıştı babam Mazhar Sakman.

“Gözelce’nin köşededir odası/Yaktı beni Gözelce’nin edası” Türküyü kimler yaktı bilemiyoruz ama “Aman aman Saffet Efendi/Beni buralardan al git efendi” şeklindeki sözlerin aslında gerçeği yansıtmadığını, bu bilgilerin ışığında söylemek oldukça mümkün ama sonuçta yılların imbiğinden geçerken Konya oturaklarının coşkun ortamında hikâyeye sanal bir sevda katmak oldukça olasıdır.

Türkünün Mazhar Sakman’ın bant kayıtlarından deşifre ettiğim şekliyle metni şöyle:

GÖZELCE’NİN KÖŞEDEDİR ODASI (SAFFET EFENDİ)

(Ah)    Gözelce’nin köşededir odası (canım canım vay edalım aman)

           Yaktı beni yabanın çapkını edası (vay)

                        Aman aman Saffet Efendi

                        Suçlarımı Saffet Efendi

                        Beni buralardan al git efendi

                                    Aman aman Saffet Efendi

                                    Suçlarımı affet efendi

 

(Ah)    Toprak tencirede mıkla bişer mi (canım canım canım ah aman aman

                                                                                   aman canım canım canım)

            Gız ehli gızların (da) garnı şişer mi (vay vay)

                        Aman aman Saffet Efendi

                        Suçlarımı affet efendi

                        Beni buralardan al git efendi

                                    Aman aman guzularım (aman)

                                    Hatıranı andıkça sızılarım (yavrı yavrı)

                                               Aman aman Saffet Efendi

                                               Gizli suçlarımı affet efendi

                                                           Aman aman dayanamam

                                                           El oğlusun güvenemem

 

(Ah)    İzbedeki cevizlerin sesi var (canım canım canım canım)

           Yârimin senden başka nesi var (oğlan)

                        Aman aman Saffet Efendi

                        Gizli suçlarımı affet efendi

 

Aynı türküyü Mazhar Sakman, bir başka kayıtta şöyle okumuştur;

 

 

(Ah)    Güzelce’nin kenardadır odası (ben yandım aman canım canım ah aman    

                                                                                     aman aman aman aman)

           Yaktı beni yabanın çapkınının edâsı (vay vay)

                        Aman aman Saffet Efendi

                        Suçlarım var affet efendi

                        Zira hançer elinde gaymak efendi

                                    Aman aman dayanamam

                                    Yabanlısın güvenemem

                                    Aman aman dayanamam

                                    Sözlerine güvenemem

 

 

 

 (Ah)   Üç giderim beş ardıma bakarım (ey Naciye’m aman sürmelim aman

                                    canım canım canım canım canım canım edalım aman)

           Alâ gözden (gızım) ganlı yaşlar dökerim (aman)

                        Saffet Efendi

                        Gizli suçlarımı affet Efendi

                        Beni buralardan al git Efendi

                                    Aman aman dayanamam

                                    Yabanlısın güvenemem

                                               Ah ağam Ahmet Efendi

                                               Bakırtolu’nda  gal Efendi

                                               Gapına varır İbraham Efendi

 

(Hey hey) Üç gider (de) beş ardıma bakarım (Naciye’m aman sürmelim)

                       Alâ gözden (gızım) ganlı yaşlar dökerim (aman)

                                   Aman aman Saffet Efendi

                                    Bakırtollu Ahmet Efendi

                                    Suçlarım var affet efendi

                                               Aman aman Şerif Hanım (aman)

                                               Zira hançer elinde perişanım (aman)

                                                           Aman aman Ahmet Efendi

                                                           Suçlarımı affet efendi

 

Bu güftelerden farklı olarak Mazhar Sakman’ın türkü defterinde şu güfte yazılıdır;

 

            Ulu kuşun havada olur oyunu

            Şahin küçük kimselere vermez payını

            Atı olan el atına biner mi

            Yiğit olan ikrarından döner mi

 

Türkünün notası 8 Nisan 1963 tarihinde Şehir Postası gazetesinde Mazhar Sakman tarafından yayımlanmıştır. Notanın altında farklı olarak şu güfte yazılıdır;

            Ulu tuşun havada olur oyunu

            Şahin küçük ele vermez payını

                        Aman aman Saffet Efendi

                        Suçlarımı affet Efendi

 

Arap atlar gibi sallar başını

Ben ağlarım sil gözümün yaşını

            Aman aman ben dayanamam

            El oğlusun ben güvenemem

            Sözlerine hiç inanamam

TAHİR SAKMAN








 


27 Şubat, 2022

ÇİÇEKLER SEVGİ AÇAR


   ÇİÇEKLER SEVGİ AÇAR

Varsın ömrü kısa olsun ne çıkar
Kelebekler özgür uçar uçacak
Taş yarılır tohum çatlar gül kokar
Tüm çiçekler sevgi açar açacak  

                                 
İçimizden sevgileri aldılar
Kalbimize kin ve nefret saldılar
Defne dalı taşıyor bak martılar
İlimden de elbet geçer geçecek

Haydi durma ellerini ver bana
Sevgi barış yayılsın tüm cihana
Bir olmaya kavuşalım insana
Doğru yolu insan seçer seçecek
                                                        
Derviş Ozan der ki bitsin kavgalar
Çiçek açsın ağlamasın analar
Barış için göğe çıksın dualar
Tanrı bize sevgi saçar saçacak

DERVİŞ OZAN (Tahir Sakman)






                                   






 

24 Şubat, 2022

ÜTOPYA

 


 
Dünyayı şairlere bırakmadınız…
 
Dünyayı şiirlere/şairlere bıraksaydınız görebilecektiniz; sevgiyi, kardeşliği ve sonsuz barışı…
 
Çiçek tutmasını öğrenmeden tetik tutmayı öğrettiniz… zorbalığa, sömürüye kılıflar uydurdunuz… can aldınız…
 
Oysa dünya herkese yeterdi; hırsınız bayım, hırsınız olmasaydı!

Sahiplenmeden, sahiplenilmeden, özgür bir yaşam mümkün...

Doysaydınız...

Bir doymadınız gitti…
 
TAHİR SAKMAN
 








22 Şubat, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM XIV (BOHÇALARDA SIRLANMIŞ HAYATLAR)


 Babaannem o haliyle bile babama yardım ederdi. Zindankale’deki bahçeyi alacağı zaman babama para verdiğini biliyorum. 

Hacca gitmek istedi yıllarca… Babamla gitmesi gerekiyordu, duldu kendi başına gidemezdi… Birkaç yıl pasaport çıkartmalarına rağmen babamın son anda “hacdan gelince dayanamam rakı içerim endişesi” yüzünden hep kalmış, gidememişti.

Sonunda buna da bir çare bulmuştu… Yılanlı Medrese’nin (Bit Pazarı) köşesinde topladığı yardımlarla geçinen bir adama, babaannem izdivaç teklif eder. “Ben sana varıyım, birlikte hacca gidelim” der… Evliya Tekkeli Osman Ağa için bu bulunmaz bir nimettir, hem başını sokacağı bir evi olacaktır hem de hacca gidecektir.

Babam itiraz etmez, imam nikahıyla evlenirler ve o yıl hacca giderler… Babaannem çok yaşlıdır, düz yolda yürürken bile zorlanmaktadır, Osman Ağa ise beli bükülmüş, uzun sakalı neredeyse yerleri süpürmektedir ama diridir; ileri yaşına rağmen güçlü, kuvvetlidir. Elinde bastonu ve kadı biçimi, çift taraflı, astarlı geniş pantolonuyla tam bir Anadolu insanıdır.    

O yıllarda uçak yoktur, otobüsle gitmektedirler, otobüslerin üzerindeki uzun sırıklar vardı meğerse çölde, kum fırtınasında kalırlarsa kurtulmaları içinmiş… babaannem ve Osman Ağa kuşlar gibi gidip geldiler… babaanneme yeni bir güç gelmişti. Eve taksiyle geldikleri zaman ben evdeydim, taksici şöyle demişti; “Burası hurdalık mı?” Çok kızmıştım çocuk aklımla ama gerçek buydu. Hiç kimseye elini değdirtmiyor üstelik ne bulursa eve çekip geliyordu. Şaşılası bir düzenle ve milimetrik hesaplarla ve bir mühendis titizliğiyle onları üst üste yerleştiriyordu.

Babaannem bana hacdan bir tabanca getirmişti, kimselerde yoktu! Tetiğine bastığım zaman içindeki çakmaktaşına sürten çark, ateşler çıkarıyordu, tam bir uzay silahıydı. Nasıl sevindiğimi söylememe gerek var mı?

Ama çarkı bozuldu ne ses çıkar oldu ne ateş… çelenlerin arasında bir tane daha vardı, babaannem aynısını çelenlerin arasına sokmuş, orada öylece duruyordu ama ne ben aldım ne de babaannemden isteyebildim, niye çekindim bilmiyorum, isteseydim kesin verirdi…

Babam bir akşamüzeri babaanneme uğrar… Hiss-i kablel vuku, altıncı his… Babaannem soba yakacakmış, Osman Ağa henüz eve gelmemiş. Çırayı tutuşturmuş sobaya atarken sobanın üzerine devrilmiş… Babam olmasa belki evle birlikte…

Babam apar topar eve getirdi babaannemi ve Osman Ağa’yı, o yıllarda Zindankale’de oturuyoruz. Damar tıkanıklığı ve felç… Babaannem uzun yıllar yatalak olarak yaşadı, aklı bazen gelir, giderdi. Zindankale’den sonra Sarıyakup’a taşındık, orada da yaşadı. Annem ve Osman Ağa birlikte baktılar babaanneme…

Bir gözü görmeyen Osman Ağa; çok dindar bir adamdı, namaz ve oruç hayatının en vazgeçilmezleri arasındaydı. Babam bazen takılırdı -ki Osman Ağa bir dönem, köylerinde istenmeyen bir olaya karışmış ve uzun yıllar mahpusluğu vardır- “Osman Ağa, kıtalliğin falan var, acaba oruca damda (hapishane) yattığın zamanlarda bir helallik geldi mi?” diye sorduğu zaman Osman Ağa çok kızar ve değil oruç, bir vakit namazını bile geçirmediğini söylerdi. Meğerse Osman Ağa, köyde dönemin zaptiyeleri tarafından götürülürken yolda eziyet etmeye başlamışlar. Küfürler ederek mavzeri üzerine doğrulmuşlar. O da can havliyle elleri bağlı olmasına rağmen atın üzerinde olan zaptiye erini indirip…

Babaannemin 1.7.1892 yılında başlayan bu boyuttaki yaşam serüveni bir bahar ayında, çiçeklerin yaşamı selamladığı bir ayda, 27 Mart 1969 tarihinde 77 yaşında son buldu. O tarihte Sarıyakup Caddesi’ndeki bağ evimizde oturuyorduk. Osman Ağa 15 gün kadar bizimle kaldı sonra köyden oğlu geldi ve babamdan götürmek için izin istediler. Sonra onun da vefat haberini aldık…

Çocuktum henüz, beni cümle kapısının karşısına diktiler, hoca camiye gelince haber etmem için… Hoca geldi ve ben o telaşla seslendim: “Cami, hocaya girdi…” üstelik ısrarla birkaç kez söyleyince uyardılar… Hâlâ aklıma gelir bazen yüzün kızarır, bazen gülmek isterim ama gülemem…

Babaannemin evindeki bohçaların büyük bölümünü babam Sarıyakup’ta bağ evimizin tavan arasına naklettirmişti ama babamın vefatından sonra ev satılınca hepsi çöpe gitti… Babaannemin bohçalarına sahip çıkmalıydık, içlerinde elbiseler vardı… eski insanların bohçaların arasına altın, para vs. sakladıklarını duyardık ama yüzeysel bir taramanın dışında bakmadık ve ne vardı hiçbir zaman bilemedik…

O bohçalardaki sırlanmış hayatların farkına varamadık...

Yaşam hikâyeden hikâyeye sürüyor; tıpkı, mevsimlerin birbirini takip ettiği gibi yaşamın döngüsü de hiç şaşmıyor. Şaşan daima hırslarımız oluyor…

O insanlardan geriye kalan anılarımızı süsleyen birkaç soluk fotoğraftan ibaret, bizden sonraya da kalacak olanlar da çok farklı değil aslında…

Yaşadığımız günlerin en büyük zenginlik olduğunu, insan, ileri yaşlarda daha iyi anlıyor ve herkesin yaşantısı kendine en büyük armağan olarak geri dönerken hepimiz zamanını bilemediğimiz bir döngüden çıkmak için sıramızı bekliyoruz…

TAHİR SAKMAN



                                 

                                   



  

21 Şubat, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM XIV (BOHÇALARDA SIRLANMIŞ HAYATLAR)

Babaannem o haliyle bile babama yardım ederdi. Zindankale’deki bahçeyi alacağı zaman babama para verdiğini biliyorum. 

Hacca gitmek istedi yıllarca… Babamla gitmesi gerekiyordu, duldu kendi başına gidemezdi… Birkaç yıl pasaport çıkartmalarına rağmen babamın son anda “hacdan gelince dayanamam rakı içerim endişesi” yüzünden hep kalmış, gidememişti.

Sonunda buna da bir çare bulmuştu… Yılanlı Medrese’nin (Bit Pazarı) köşesinde topladığı yardımlarla geçinen bir adama, babaannem izdivaç teklif eder. “Ben sana varıyım, birlikte hacca gidelim” der… Evliya Tekkeli Osman Ağa için bu bulunmaz bir nimettir, hem başını sokacağı bir evi olacaktır hem de hacca gidecektir.

Babam itiraz etmez, imam nikahıyla evlenirler ve o yıl hacca giderler… Babaannem çok yaşlıdır, düz yolda yürürken bile zorlanmaktadır, Osman Ağa ise beli bükülmüş, uzun sakalı neredeyse yerleri süpürmektedir ama diridir; ileri yaşına rağmen güçlü, kuvvetlidir. Elinde bastonu ve kadı biçimi, çift taraflı, astarlı geniş pantolonuyla tam bir Anadolu insanıdır.    

O yıllarda uçak yoktur, otobüsle gitmektedirler, otobüslerin üzerindeki uzun sırıklar vardı meğerse çölde, kum fırtınasında kalırlarsa kurtulmaları içinmiş… babaannem ve Osman Ağa kuşlar gibi gidip geldiler… babaanneme yeni bir güç gelmişti. Eve taksiyle geldikleri zaman ben evdeydim, taksici şöyle demişti; “Burası hurdalık mı?” Çok kızmıştım çocuk aklımla ama gerçek buydu. Hiç kimseye elini değdirtmiyor üstelik ne bulursa eve çekip geliyordu. Şaşılası bir düzenle ve milimetrik hesaplarla ve bir mühendis titizliğiyle onları üst üste yerleştiriyordu.

Babaannem bana hacdan bir tabanca getirmişti, kimselerde yoktu! Tetiğine bastığım zaman içindeki çakmaktaşına sürten çark, ateşler çıkarıyordu, tam bir uzay silahıydı. Nasıl sevindiğimi söylememe gerek var mı?

Ama çarkı bozuldu ne ses çıkar oldu ne ateş… çelenlerin arasında bir tane daha vardı, babaannem aynısını çelenlerin arasına sokmuş, orada öylece duruyordu ama ne ben aldım ne de babaannemden isteyebildim, niye çekindim bilmiyorum, isteseydim kesin verirdi…

Babam bir akşamüzeri babaanneme uğrar… Hiss-i kablel vuku, altıncı his… Babaannem soba yakacakmış, Osman Ağa henüz eve gelmemiş. Çırayı tutuşturmuş sobaya atarken sobanın üzerine devrilmiş… Babam olmasa belki evle birlikte…

Babam apar topar eve getirdi babaannemi ve Osman Ağa’yı, o yıllarda Zindankale’de oturuyoruz. Damar tıkanıklığı ve felç… Babaannem uzun yıllar yatalak olarak yaşadı, aklı bazen gelir, giderdi. Zindankale’den sonra Sarıyakup’a taşındık, orada da yaşadı. Annem ve Osman Ağa birlikte baktılar babaanneme…

Bir gözü görmeyen Osman Ağa; çok dindar bir adamdı, namaz ve oruç hayatının en vazgeçilmezleri arasındaydı. Babam bazen takılırdı -ki Osman Ağa bir dönem, köylerinde istenmeyen bir olaya karışmış ve uzun yıllar mahpusluğu vardır- “Osman Ağa, kıtalliğin falan var, acaba; oruca, namaza damda (hapishane) yattığın zamanlarda bir helallik geldi mi?” diye sorduğu zaman Osman Ağa çok kızardı. Meğerse Osman Ağa, köyde dönemin zaptiyeleri tarafından götürülürken yolda eziyet etmeye başlamışlar. Küfürler ederek mavzeri üzerine doğrulmuşlar. O da can havliyle elleri bağlı olmasına rağmen atın üzerinde olan zaptiye erini indirip…

Babaannemin 1.7.1892 yılında başlayan bu boyuttaki yaşam serüveni bir bahar ayında, çiçeklerin yaşamı selamladığı bir ayda, 27 Mart 1969 tarihinde 77 yaşında son buldu. O tarihte Sarıyakup Caddesi’ndeki bağ evimizde oturuyorduk. Osman Ağa 15 gün kadar bizimle kaldı sonra köyden oğlu geldi ve babamdan götürmek için izin istediler. Sonra onun da vefat haberini aldık…

Çocuktum henüz, beni cümle kapısının karşısına diktiler, hoca camiye gelince haber etmem için… Hoca geldi ve ben o telaşla seslendim: “Cami, hocaya girdi…” üstelik ısrarla birkaç kez söyleyince uyardılar… Hâlâ aklıma gelir bazen yüzün kızarır, bazen gülmek isterim ama gülemem…

Babaannemin evindeki bohçaların büyük bölümünü babam Sarıyakup’ta bağ evimizin tavan arasına naklettirmişti ama babamın vefatından sonra ev satılınca hepsi çöpe gitti… Babaannemin bohçalarına sahip çıkmalıydık, içlerinde elbiseler vardı… eski insanların bohçaların arasına altın, para vs. sakladıklarını duyardık ama yüzeysel bir taramanın dışında bakmadık ve ne vardı hiçbir zaman bilemedik…

o bohçalara sırlanmış hayatların farkına varamadık...

Yaşam hikâyeden hikâyeye sürüyor; tıpkı, mevsimlerin birbirini takip ettiği gibi yaşamın döngüsü de hiç şaşmıyor. Şaşan daima hırslarımız oluyor…

O insanlardan geriye kalan anılarımızı süsleyen birkaç soluk fotoğraftan ibaret, bizden sonraya da kalacak olanlar da çok farklı değil aslında…

Yaşadığımız günlerin en büyük zenginlik olduğunu, insan, ileri yaşlarda daha iyi anlıyor ve herkesin yaşantısı kendine en büyük armağan olarak geri dönerken hepimiz zamanını bilemediğimiz bir döngüden çıkmak için sıramızı bekliyoruz…

TAHİR SAKMAN

 

                             







14 Şubat, 2022

SİZE RAĞMEN YAŞADIM XIII (ÇELENLERİN ALTINDA PİYANO ÇALMAK)

 


 

Elbette sadece babaannemin yaşantısı değildi o yıllarda zor olan; bütün bir ulus, var olma mücadelesinden geçiyordu. Anadolu kadınlarının büyük bölümünün kaderi; tek başlarına kalmaları ve bu süreçte her şartta başlarını dik tutma zorunluluğunda olmalarıydı. 

Babaannem, ev işleri yaparak kendi geçimini sağlamış ve bu süreçte bir de evlat yetiştirerek üzerine düşeni fazlasıyla yerine getirmiştir. Savaşın ve yokluğun hüküm sürdüğü yıllarda diğer tüm Türk kadınları gibi asla başlarını öne eğmemişler her şartta dik durmasını bilmişler ve bu duruş sayesindedir ki cephedeki askerin de morali yükselmiş ve bir ulus yeniden var olmuştur.

Babaannemin babasının Karkınlı olduğu şeklinde bir bilgi, Mehdi Halıcı’nın “Konya Sazı ve Türküleri” isimli kitabında, babamın verdiği bir söyleşide geçiyor ama ben babamdan böyle bir bilgiyi hiç duymadım. Sadece bir sohbetimiz esnasında teyzesinin Karkın’a gelin gittiğini söylemişti. Ayrıca dedem Hakkı Efendi’nin akrabaları arasında kardeşi Mehmet Efendi’nin iyi bağlama çaldığını ayrıca ismi sıkça geçen “Ispartalının Veli Ağa” isminde bir akrabamızın da lakabından hareketle kökenimizin Yörüklere dayanma olasılığı olduğunu ara sıra babamla konuşurduk. Savaşların ve yıkımların getirdiği hengamede çok şeyin yitirildiğini göz önüne alırsak, bu hafıza kopukluğunu normal karşılayabiliriz.

Babaannem, uzun yıllar dul kaldıktan sonra teyzesinin oğluyla evlenmiş. Babaannemle evli kaldığı süre içerisinde Yusuf Ağa, babama iyi davranmış. Yusuf Ağa, o yılların Konya’sında pek çok Konyalı erkek gibi Konya oturaklarının müdavimleri arasındadır. Hatta bir gün evde oturak düzenleneceği zaman babam, Yusuf Ağa’ya yalvardığını ve bunun neticesi olarak yüklükte* saklanmışlar, sabaha kadar teyzesinin oğlu Mehmet Mıngır ile birlikte sessizce durarak yüklüğün kapısındaki bir delikten oturağı izlediklerini anlatmıştı.

Mehmet Mıngır çok sessiz efendi bir adamdı, bir ayağı aksıyordu. Resmi bir kurumda marangoz olarak çalışıyordu. Ömrünü Akbaş Mahallesi’nde tamamladı o da… sonra Natike teyze vardı benim hatırladığım, duldu yemeğe çok düşkündü. “Koca boğazlı Natike” diye isim takmışlardı. Karapınar yağı, sucuk, pastırma, kavurma mutfağından eksik olmazdı. Kiracısı vardı, İmpala taksisiyle şoförlük yapıyordu. Kiracısına, kaydı hayat şartıyla evini bağışlamıştı Natike teyze… Akrabamız olduğunu söylerdi babam ama neyimiz olduğunu şimdi hatırlayamıyorum. Mest lastikli, şalvarlı, çemberli bir Konya kadınıydı, rahmet olsun…

Bir de komşular vardı… Yan sokakta bir Hoca vardı ak sakallı bir piri fani ama ismini hatırlayamıyorum herkes çok hürmet ederdi. Evleri yol geçince yıkıldı ve böylece babaannemin evi uzun yıllar sonra ana caddeye cephe olmuştu. (Furkan Dede Caddesi) Babaannemin bir başka komşusu vardı “Uzun Havva” derlerdi ki gerçekten uzundu… Sanırım Konya’nın eski Romanlarından kalan bir aileye mensuptu. Akbaş Mahallesi kimliklerin bir arada dostça yaşadığı bir mahalle olarak sadece hafızalarımızda kaldı. Yitip giden pek çok şey gibi o da zamana yenildi. Kimi yerinden yol geçti, yıkıldı kimi evler ranta kurban oldu. En son babaannemin evinin yan tarafındaki köşe bina yıkıldı… Ara sıra onu görüp hatıraların sisine gömülüyordum şimdi o da yok artık…  

Babaannemin teyzesinin oğluyla yaptığı bu evlilik uzun sürmez, babaannem eski tabirle huyludur, asabidir, biraz da başı boydaktır**… Kendi hayatını kendi kazanabildiği için erkeğe çok da minneti yoktur, Konya tabiriyle “eline ıççak (sıcak) sahan”*** değmiştir… Koca kahrı çekmez, ayrılırlar…

Babaannemin annesi “Hamamcı” lakabıyla bilinen, o yılların belki de ilk iş kadınlarından Rahime Abla’dır ve oldukça zengin olduğu söylenir ama nedense kızına çok da yardım etmemiştir. Babaannemin minneti de yoktur esasen; o kendi başının çaresine bakmayı çoktan öğrenmiştir.

Akbaş Mahallesi’ndeki evi üç dört parçalıdır ve özellikle Romanlar oturmaktadır. Onlardan aldığı kira gelirlerinin yanı sıra kendisi de çalışarak hayatını sürdürür.

Benim çocukluk hatıralarımın arasında önemli bir yer tutan o ev, hurdacı dükkânı gibiydi, ne ararsanız bulabilirdiniz. Babaannem son dönemlerinde ne bulursa evde biriktirmeye başlamış; tenekeler, kağıtlar, kartonlar, demir parçaları vs. … Hatta babamın bandodaki görevi nedeniyle yanında taşıyamadığı ve belki de Konya’nın ilk piyanosunun son parçaları bile vardı.

“Evin içinde bu kamyon n’arar ki” deyip çelenlerin altına koymuş… Çeleni bilirsiniz değil mi? Hani kerpiç bahçe duvarının üzerine, çalıların çamurla yatırılıp kiremit yerine kullanılması…

Yemek götürdüğüm zaman gördüğüm; evin içi, dışı hep bu haldeydi ancak oturabileceği bir yer vardı odanın içinde. Bohçalardan, örtülerden adım atamazdınız, ne vardı ki o bohçaların içinde? Bunu çok sonraları öğrenecektim…

Babaannemin üzerine güneşin doğmadığını söylerdi babam, gerçekten çok çalışkan bir kadındı, boş oturduğunu hiç görmedim, hiçbir şey yapamazsa idarenin solgun ışığında iğne oyaları yapardı. Muhtemelen onları da satıp nafakasını çıkarıyordu. Evde elektrik vardı ama babaannem gaz lambası veya idare yakardı, eski alışkanlık olmalı…

Bazen yorgunluktan namazda uyuyakaldığını görürdüm, hem de ağzında şekerle… Akide şekeriyle namaz kılmasına bir türlü akıl erdiremezdim. Arada bir uyusa da uyanınca kaldığı yerden namaza devam ederdi.

O insanların hayata bakışları gibi dinî konulara da bakışları oldukça farklıydı; dinin katı kuralları yerine sevgi, saygı, hoşgörü ve anlayış doluydu. Kendilerince bir yorum getirmişlerdi.

Onların dini yaşayan bir dindi; hayatın içinde doğan, büyüyen, gelişen canlı bir varlık gibiydi. Sevgi dolu bir yaratıcı tahayyülleri olmalıydı ki namaz kılarken akide şekeri bile yemesine engel değildi.

Belki de ibadet ederken, yarına bırakılmayan, peşin alınan bir ödül gibiydi; akide şekeri babaannem için… 

TAHİR SAKMAN






* Eski Konya evlerinde ayrı bir banyo yoktu. Bunun yerine çok işlevsel olan; gündüzleri yatak, yorgan vs.’lerin konulduğu gömme dolap, alt tarafının kapağı açılarak banyo gibi de kullanılmaktadır. Bu aynı zamanda banyo yapıldığında kimsenin haberinin olmamasını da sağlar. Dönemin anlayışına göre büyüklere karşı ayıp veya saygısızlık sayıldığından evli çiftlerin banyo yapmasının duyulmasının da önüne geçmiş olur. Önceleri gazocağında sonraları ise piknik tüpleriyle ibrikte ısıtılan su, kış günlerinde ise sobanın üzerinde ısıtılarak kullanılmıştır. Eski Konyalılar iyi bilirler ki bir ibrik suyla gusül abdesti almak bir hayli iktisatlı olmayı gerektirir.

** Özgür ruhlu.

*** Kendi ekmeğini kazanabilen anlamında bir Konya deyimi.