Babaannem o haliyle bile babama yardım ederdi. Zindankale’deki bahçeyi alacağı zaman babama para verdiğini biliyorum.
Hacca gitmek istedi yıllarca… Babamla gitmesi gerekiyordu, duldu kendi başına gidemezdi… Birkaç yıl pasaport çıkartmalarına rağmen babamın son anda “hacdan gelince dayanamam rakı içerim endişesi” yüzünden hep kalmış, gidememişti.
Sonunda buna da bir çare bulmuştu… Yılanlı Medrese’nin (Bit Pazarı) köşesinde topladığı yardımlarla geçinen bir adama, babaannem izdivaç teklif eder. “Ben sana varıyım, birlikte hacca gidelim” der… Evliya Tekkeli Osman Ağa için bu bulunmaz bir nimettir, hem başını sokacağı bir evi olacaktır hem de hacca gidecektir.
Babam itiraz etmez, imam nikahıyla evlenirler ve o yıl hacca giderler… Babaannem çok yaşlıdır, düz yolda yürürken bile zorlanmaktadır, Osman Ağa ise beli bükülmüş, uzun sakalı neredeyse yerleri süpürmektedir ama diridir; ileri yaşına rağmen güçlü, kuvvetlidir. Elinde bastonu ve kadı biçimi, çift taraflı, astarlı geniş pantolonuyla tam bir Anadolu insanıdır.
O yıllarda uçak yoktur, otobüsle gitmektedirler, otobüslerin üzerindeki uzun sırıklar vardı meğerse çölde, kum fırtınasında kalırlarsa kurtulmaları içinmiş… babaannem ve Osman Ağa kuşlar gibi gidip geldiler… babaanneme yeni bir güç gelmişti. Eve taksiyle geldikleri zaman ben evdeydim, taksici şöyle demişti; “Burası hurdalık mı?” Çok kızmıştım çocuk aklımla ama gerçek buydu. Hiç kimseye elini değdirtmiyor üstelik ne bulursa eve çekip geliyordu. Şaşılası bir düzenle ve milimetrik hesaplarla ve bir mühendis titizliğiyle onları üst üste yerleştiriyordu.
Babaannem bana hacdan bir tabanca getirmişti, kimselerde yoktu! Tetiğine bastığım zaman içindeki çakmaktaşına sürten çark, ateşler çıkarıyordu, tam bir uzay silahıydı. Nasıl sevindiğimi söylememe gerek var mı?
Ama çarkı bozuldu ne ses çıkar oldu ne ateş… çelenlerin arasında bir tane daha vardı, babaannem aynısını çelenlerin arasına sokmuş, orada öylece duruyordu ama ne ben aldım ne de babaannemden isteyebildim, niye çekindim bilmiyorum, isteseydim kesin verirdi…
Babam bir akşamüzeri babaanneme uğrar… Hiss-i kablel vuku, altıncı his… Babaannem soba yakacakmış, Osman Ağa henüz eve gelmemiş. Çırayı tutuşturmuş sobaya atarken sobanın üzerine devrilmiş… Babam olmasa belki evle birlikte…
Babam apar topar eve getirdi babaannemi ve Osman Ağa’yı, o yıllarda Zindankale’de oturuyoruz. Damar tıkanıklığı ve felç… Babaannem uzun yıllar yatalak olarak yaşadı, aklı bazen gelir, giderdi. Zindankale’den sonra Sarıyakup’a taşındık, orada da yaşadı. Annem ve Osman Ağa birlikte baktılar babaanneme…
Bir gözü görmeyen Osman Ağa; çok dindar bir adamdı, namaz ve oruç hayatının en vazgeçilmezleri arasındaydı. Babam bazen takılırdı -ki Osman Ağa bir dönem, köylerinde istenmeyen bir olaya karışmış ve uzun yıllar mahpusluğu vardır- “Osman Ağa, kıtalliğin falan var, acaba oruca damda (hapishane) yattığın zamanlarda bir helallik geldi mi?” diye sorduğu zaman Osman Ağa çok kızar ve değil oruç, bir vakit namazını bile geçirmediğini söylerdi. Meğerse Osman Ağa, köyde dönemin zaptiyeleri tarafından götürülürken yolda eziyet etmeye başlamışlar. Küfürler ederek mavzeri üzerine doğrulmuşlar. O da can havliyle elleri bağlı olmasına rağmen atın üzerinde olan zaptiye erini indirip…
Babaannemin 1.7.1892 yılında başlayan bu boyuttaki yaşam serüveni bir bahar ayında, çiçeklerin yaşamı selamladığı bir ayda, 27 Mart 1969 tarihinde 77 yaşında son buldu. O tarihte Sarıyakup Caddesi’ndeki bağ evimizde oturuyorduk. Osman Ağa 15 gün kadar bizimle kaldı sonra köyden oğlu geldi ve babamdan götürmek için izin istediler. Sonra onun da vefat haberini aldık…
Çocuktum henüz, beni cümle kapısının karşısına diktiler, hoca camiye gelince haber etmem için… Hoca geldi ve ben o telaşla seslendim: “Cami, hocaya girdi…” üstelik ısrarla birkaç kez söyleyince uyardılar… Hâlâ aklıma gelir bazen yüzün kızarır, bazen gülmek isterim ama gülemem…
Babaannemin evindeki bohçaların büyük bölümünü babam Sarıyakup’ta bağ evimizin tavan arasına naklettirmişti ama babamın vefatından sonra ev satılınca hepsi çöpe gitti… Babaannemin bohçalarına sahip çıkmalıydık, içlerinde elbiseler vardı… eski insanların bohçaların arasına altın, para vs. sakladıklarını duyardık ama yüzeysel bir taramanın dışında bakmadık ve ne vardı hiçbir zaman bilemedik…
O bohçalardaki sırlanmış hayatların farkına varamadık...
Yaşam hikâyeden hikâyeye sürüyor; tıpkı, mevsimlerin birbirini takip ettiği gibi yaşamın döngüsü de hiç şaşmıyor. Şaşan daima hırslarımız oluyor…
O insanlardan geriye kalan anılarımızı süsleyen birkaç soluk fotoğraftan ibaret, bizden sonraya da kalacak olanlar da çok farklı değil aslında…
Yaşadığımız günlerin en büyük zenginlik olduğunu, insan, ileri yaşlarda daha iyi anlıyor ve herkesin yaşantısı kendine en büyük armağan olarak geri dönerken hepimiz zamanını bilemediğimiz bir döngüden çıkmak için sıramızı bekliyoruz…
TAHİR SAKMAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınız kişisel haklara ve yasalara uygun olmalıdır, yorumlarınızdan dolayı sorumlu olacağınızı lütfen unutmayınız.