MURAT YAYLACI VE İSMİL Orada bir köy var… Uzakta değil çok yakında… bilmesek
de değil, görmesek de değil hem gördüğümüz hem bildiğimiz… ama artık köy değil,
ne yazık ki mahalle… Köylerimiz, köy olarak
kalmalıydı, asırlardan gelen bir gelenekle kendi kültürlerini oluşturan
köylerimiz ne yazık ki… Onlar da şimdi en azından psikolojik olarak; mahalle olmanın
getirdiği, şehirleşmenin getirdiği kültür erozyonuna uğramanın sıkıntısını
yaşıyorlar… Yerel kültürü ben çok
önemsiyorum… İnsanların kişisel tarihleri, yaşanmışlıkları benim daha çok
ilgimi çekiyor. Ve bu insanların çağa attıkları çentikler çok değerli. Yerelden
ulusala, ulusaldan evrensele giden bir yolun en başı ve aslında en önemli
noktasıdır. Yereliniz yoksa; geçmişiniz yoktur, hatıralarınız, kültürünüz,
edebiyatınız, sanatınız yoktur… Var olduğunuzu kanıtlamanın bir diğer adıdır, bu
nedenle yerel kalmak mesela bendeniz için çok önemlidir. O benim
vazgeçemeyeceğim kimliğimdir, folklorumdur, kültürümdür yani aslında oradaki
ben; gerçek bendir… “İnsan, en iyi neyi bilirse
onu yazmalı” derim hep… Bu kardeşimiz de
öyle yapıyor; yaşadığı çevrenin, kaybolmaya yüz tutmuş kültürünü yazıyor… Ben çok
beğeniyorum; birbirinden değerli eserler veriyor. Gözünden kaçmasın Konya, o, yayımladığı eserlerle şehrin kültür hadimlerinden biri olmayı çoktan hak ediyor. Kendi çabalarıyla bugüne
kadar yayımladığı beş kitabı, bir köyün tarihine, folkloruna, kültürüne ışık
tutuyor. İçinden çıktığı köye karşı vefa borcunu onurla ödemenin heyecanını ve haklı gururunu taşıyor. Murat Yaylacı kardeşimizden
söz ediyorum… Yayımladığı beş kitaptan
bende olmayan ikisinin isimleri şöyle: “Nüfus ve temettüat defterlerinde İsmil”,
“Hatırda kalanlar İsmil…” “Ovanın bereketli toprağı
İsmil” isimli eserinde İsmil’in tarihini öğreniyoruz ve köy deyip geçmenin
yanlışlığını bir kez daha yüzümüze çarparak anlatıyor… Tahininden
tutunuz, insanlarına, geleneklerine varıncaya kadar geniş bir yelpazede anlatıyor
ve belge niteliği taşıyan birçok fotoğrafı da paylaşıyor… “Köy odaları İsmil” isimli
kitapta ise adından anlaşılacağı üzere günümüzde artık olmayan köy odalarından
hassaten İsmil köy odalarından söz ediyor. Hani akşamın alacakaranlığında nice
yabancının, ayak bastığı köylerde, Tanrı misafiri denilerek ağırlandığı odalar…
Kim bilir belki bir gün Sevgili Murat, ayakta kalan bu odalardan birinde bizi
ağırlar da köyün, İsmil’in havasını yakından tanıma fırsatı buluruz. Bir kitabı daha var ki… “Bizim Hikâyeler İsmil…” İsmil
insanının yaşantılarından kesitler sunuyor, yaşanmışlıklarından, anlatılanlardan
bir solukta okunası bir kitap… Hepimizin hayatı bir hikâye aslında ama yazılırsa,
topluma sunulursa… Murat Yaylacı işte bunu
yapmış; İsmil’in hafızasında ne varsa büyük bölümünü toplamış, anlatmış…
Nasreddin Hocavari hikâyelerin yanı sıra İsmil halkının ince zekâsının ürünü
olan anekdotlarla, ibretle okuyacağınız yaşanmış olayları bu kitapta
bulacaksınız. Yayımlanmamış iki eseri
daha bulunuyor sevgili Murat’ın… En kısa zamanda onları da bizlerle
buluşturacağından hiç şüphem yok ama… Yerel yönetimler bu tür kitaplara daha
fazla ağırlık vermeli… Öncelikle Karatay Belediyesi sonra Büyükşehir
Belediyesi bu kitapları belki de yerel bir seri ile buluşturarak yayımlamalı…
Kültür Park'ta sohbetin konusu İsmil... Soldan sağa; Ömer Tokgöz, Tahir Sakman, Murat Yaylacı...
Murat Yaylacı aslında yeni
başlıyor; ondan nice kitaplar bekliyoruz onun heyecanı ve azmi bunu fazlasıyla
hissettiriyor. Konya yeni bir araştırmacı yazar evladına, ovanın bereketini sunarcasına kapılarını ve kalbini
açıyor… Ve bu kalbe eminim Murat Yaylacı'nın yazacağı çok şey var… TAHİR SAKMAN
AYNI GEMİDEYİZ ATAM Şiir: Tahir Sakman YAPAY ZEKÂ YAPAY BESTE Tüm müzisyenlerin affına
sığınıyorum… Müzisyen bir ailenin
çocuğu olarak en başta da müzisyen, besteci abimden özür dileyerek… 19 Mayıs günü “Aynı
gemideyiz Atam” başlıklı bir şiir paylaşmıştım… Şiire gösterilen ilgiden dolayı
teşekkür ederim… aslında asıl teşekkürü Yüce Atatürk ve silah arkadaşlarına etmemiz
gerekiyor çünkü bize bir vatan emanet ettiler… Şiiri beğenen dostlardan
Ömer Çataltepe şiiri yapay zekâya besteletmiş hem de dört ayrı versiyon… Ne tesadüf ki daha birkaç
gün önce abimle yapay zekânın besteleri üzerine konuşmuştuk. Abim; yapay zekânın
beste yapmadığını mevcut olan bestelerden parça parça alarak tabiri caizse
aşırdığını söylemişti… Aynı şey fotoğraflar için de geçerli… İnsan elinden çıkmayan
hele hele müzik gibi baştan sona duygu dolu ezgileri bir makine nasıl yapabilir
ki? Her ne kadar güzel yapsa da asla o hissiyatı bize yaşatamayacaktır; çünkü, her
şeyiyle yapaydır… İsterse çok güzel olsun… insanın
kalbinden notalara dökülen en kötü bir besteye bile değişmem… Burada örnek olması
açısından versiyonlardan bir tanesini yayımlıyorum… TAHİR SAKMAN
MAZHAR SAKMAN TÜRKÜ
HAZİNESİ 14 FIRIN ÜSTÜNDE FIRIN Bu eşsiz Konya türküsünü Mazhar
Sakman yorumlarken, udla Cenap Kendi, kanunla Kazım Büyükşalvarcı eşlik ediyor. 1975 yılında Mazhar Sakman’ın
Sarıyakup Caddesi’ndeki bağ evinde haftalık toplantılarda kayda alınan türkü, İzmir Radyosu sanatçılarından Yılmaz İpek tarafından Mazhar Sakman’dan derlenip
TRT repertuvarına da kazandırılmıştır. Birçok sanatçı tarafından okunan türkü
Yıldız Ayhan tarafından da okunmuş ve geniş kitlelere mâlolmuştur… Esik bir başkentin özlem
dolu günlerinden kalan bu türkümüzün, ezgisinde olduğu kadar türkü metninde de
buram buram bir hasret koktuğunu hissetmemek ne mümkün? Konya oturaklarının
vazgeçilmez türkülerin arasındaki yerini her zaman koruyan türkü, Selçuklu
Konyalısından izler taşırken, fırının, Konya yemek kültüründeki önemli yerini
de işaret eder gibidir. Bir anlamda türkü; Konya yemek kültüründen izler
taşırken bir diğer yönüyle de “el atına binmiş Konyalım çalım satıyor” diyerek
felsefi yönünü de ortaya koymaktadır. Sanat değeri oldukça
yüksek olan türkünün arşivimizde farklı zamanda kaydedilmiş bir diğer kaydını
ise ilerleyen zamanlarda yayımlayacağım. Ezgisinin güzelliğini
Mazhar Sakman’ın yürekten okuyuşu tamamlıyor. Fırın üstünde fırın Duyun komşular duyun Ben bir yâre vuruldum Bir çaresini siz bulun Taralalaley
taralalaley aynası var Gelininden
güzel kaynanası var Taralalaley
ley ley ley taralalaley ley ley ley pamuk atıyor İl [el]
atına binmiş (yosmam) çalım satıyor Elif üstünde mimler Bülbül kafeste inler Benim kalbimde sensin
(Gonyalı) Senin kalbinde kimler Taralalaley
taralalaley aynası var Gelininden
güzel kaynanası var Taralalaley
ley ley ley taralalaley ley ley ley pamuk atıyor İl
atına binmiş (Gonyalı) çalım satıyor Fırın üstünde yosma Gel güzel benden kaçma Doksan yerde yarem [yaram]
var Bir yare de sen açma Taralalaley taralalaley aynası var Gelininden
güzel kaynanası var Taralalaley ley ley ley taralalaley ley ley ley pamuk atıyor İl atına binmiş (Gonyalı) çalım satıyor TAHİR SAKMAN
AŞK YOKSA YAŞAM YOK Yorum: Tahir Sakman Şiir: Tahir Sakman Müzik: Doğan Zade HAYAT ARA İSTASYON /ayrılıklara çoğaldık
seninle biz bir tren ki bindirdiler
biletsiz/
Hep kavgalıydık; ne
seninle ne bir başkasıyla… Kavgamız, bütünüyle şehrin ufuklarına düşen
toz/duman içindeki isli, paslı düşüncelerleydi. Cilalanmış sahte boyaları
yüreğimizle kazıdığımız zaman bunu daha iyi anlıyorduk. Boyalı ölülerin dünyasında
kaç baharımız kaldı ki? Kara trenler gibiydi
belki… Dokuzun Beli’ni ağlayarak çıkmaya çalışırken, geride bıraktığı yaslı
dumanları müjdeler gibi çığlıklar atardı. Her tren kalkışında ve her geri
dönüşünde, içimizde sızlayan ayrılıkların ve kavuşmaların sesini bastırmaya
çalışırdık. Her ayrılık bir kavuşma, her kavuşma bir ayrılıktı oysa. Kavuşma mevsimi çoktan
geçti, şimdi ayrılık mevsimi. İçimizdeki pasaportsuz duygular hazirandan eylüle
göç ederken biliyorum; bu gidişin dönüşü yok. Sarı saçlarını Konya Ovası’na
buğday denizi gibi serip gittin… Seni, kaç kez sabaha düşen
bir yıldıza tapar gibi karşılamıştım. İstasyonun her köşesine sinen
ayrılıkların hüznünü ter kokulu hasretler örterken, kompartımanların
penceresinde seni görünce, yaşama sevinçleriyle titreyen bir serçe gibi
üşürdüm. Niye titrerdim ki? Oysa sen gelmiştin işte! Unutamadığım bir şey
vardı; gelmiştin ama bir gün temelli gidecektin. Hem de yüreğimi ölü kuşlar
gibi yorgun bırakarak. Çünkü dönüş vizen yoktu… Çelik rayların isini
gözlerimle yıkardım sana göstermeden. Bekleme salonlarında akmamaya direnen
yaşları bir tek ben dizginlemezdim. Salardım hayata özgürce. Sevinçlerimi de,
hüzünlerimi de en üst düzeyde yaşamanın vahşi keyfini çıkarırdım. İçimdeki
pası/kiri boşaltırdım. Hayat sevinçlerini sunarken, acılara birikmenin bir
anlamı yoktu. Boşaltırdım, boşalırdım… İşte şehir, bütün
gölgesiyle ayaktaydı. Seni götüren çelik raylar yüreğime paslı bıçaklar gibi
sokulurken… Sokulduğu yetmemiş gibi, şehir hoyrat elleriyle çevirdikçe,
çeviriyordu. Mitolojide, şehre musallat
olan ve genç kızları yok eden ejderhanın modern çağ(!) sürümüne benzetirdim;
seni götüren kara treni. Ejderhayı yok etmenin yolunu bulmuştu, antik çağdaki
yürekli Konyalı… Şimdi, düşüncelerimize musallat olan, dahası pencerelerimizi
pençeleriyle örtmeye çalışan, ağaçlarımızı kesip, yüreğimizde yumruk gibi beton
yeşertmeye çalışanların karşısına, teknoloji(!) çağında hangi Konyalı
dikilecekti? Pencerelerimizdeki
saksılar azaldıkça, azalan aslında kendimizdik. Biz ne zaman istasyonlarda
sevinçlere çoğalacağız? /şimdi göç zamanı tüter hasretin dumanı/ “Tek gidiş Arifiye
lütfen!” Sonra trenin çılgın sesi.
Sonra “Haydi, kalkıyoruz”lar... Hareket Memurunun geceyi bıçak gibi ikiye bölen
tiz düdüğü… Ayrılığa titreyen mendiller eskide kaldı. Artık mendiller
titremiyor istasyonlarda, varsa yüreğinizi titretebilirsiniz… Hayat, ara istasyondu.
Kavuşmanın sevincini yaşadığımız gibi, ayrılığın acısını da yaşamalıydık. Ne
eksi, ne fazla. Hepsini yaşadık. Ey şehir, ey istasyon!
Bütün betonlarınızı, bütün trenlerinizi salın üstüme! Yüreğime raylar döşedim
sevdadan. “Hey makasçı, değiştir rayları!” Ben ki aşka yenilmişim, size
yenilmem… “Tek gidiş aşk lütfen!” Şimdi göç zamanı. Hayatın
açık olsun sevdiğim… AŞK YOKSA YAŞAM YOK /ayrılıklara çoğaldık
seninle biz bir tren ki bindirdiler
biletsiz/ arıkören’de yörük
akşamıydı haberimiz yoktu bir şeyden kıl çadırlar yıldızlara
dönük kara keçeler gökyüzüne
serili türkmen kocasıydı uzatan kırbasından sevgileri içmesini bilemedik içtikçe eksildik eksildikçe içtik topraktan duyduk en son aşk yoksa hiçtik dursuz duraksız koşulara
koşulduk dünü yakarak yarına
yakılarak bir istasyon gözlerindi bir istasyon ellerin hep rötarlıydık aşka gelmekle gitmek arası
savrulduk bin parçamızı bırakarak /şimdi göç zamanı tüter hasretin dumanı/ güvercin sesli binlerce
tren kalkar benden hazirandan eylüle binlerce gül binlerce
sevda taşır yüreğimde döşeli raylara kan düşer can düşer tutup beli’nde nefesim sonra unutulmuş ismi yok tek ağaçlı bir istasyonda gölgedir serilir ne kaldıysa senden anladım bir tek sana
gitmez bu tren tam makas değiştirecektik
ray bitti deniz küstü martılara hey makinist gecenin
sırtına yaz bu tren limanlara sığmaz ayrılıklarda eksildik hasretin ateş gölgesine
çakılı anılar hüzünden bir ok hayat ara istasyon tek gidiş aşk aşk yoksa yaşam yok TAHİR SAKMAN
Seslendiren: Tahir Sakman Şiir: Tahir Sakman Beste: Doğan Zade
Neyle başlardı yaşam? Ne çabuk unuttunuz? Her
gün bir yerleri kanatıyorsunuz… yağmurunuz, rüzgârınız, mevsimleriniz bile
kanıyor artık… Yaşamak adına yaşamı yok etmek için elinizden geleni yapmak
boynunuza borç olmuş sanki? Yaşam, sevgiyle başladı… Dünyayı sevgililer,
şairler, müzisyenler, sanatçılar idare etseydi; sevgilerin sınırsızlığı gibi
ülkelerin de olmasaydı sınırları… Bir elinizde çiçek olsaydı
bir elinizde güvercin… Sevgili Doğan Zade’nin
bestesinin üzerine okumuştum bu şiirimi, yıllar önce… Yolumuz sevgiden geçmişti
ve evrensel değerlerde buluşmuştuk Doğan’la… Şimdi o İzmir’de, memleketinde ama
dostluğumuz baki… Yüreğine, emeğine sağlık Doğan… YAŞAM yaşam sevgiyle başlar
sevgiyle sürer uzak yıldızlardan bir
esinti gibi bazen çok yakın bazen biz kadar uzak umutlar serpilir sevince
koşarak gözlerimiz dolsa da acıya bir şeyler vardır içimizde ellerimiz hep yeşile çalar ve kurak topraklar
gibi sevgiye muhtaç yüreğimiz sonrası ateşten bir yağmur yaşanır her mevsim sonsuz bir bahar söyleyin dostlar bu dünyada sevmekten başka
ne var yaşam sevgiyle başlar
sevgiyle sürer ve asla bitmez hiçbir şey ilk günkü saf ilk günkü
gibi temiz haydi artık haydi uzak
kalmasın sevgiyle birleşsin
ellerimiz
Sevgili Doğan'ın besteleriyle diğer şiirlerimi dinlemek isteyenler için link:
MAZHAR SAKMAN TÜRKÜ
HAZİNESİ 13 BAHÇELERDE MOR MENİ (TİNİMİNİ HANIM) Bahçelerde mor meni Verem ettin sen beni Nasıl verem olmayım İller [eller] sarıyor seni Sevdanın en acı tarafı bu
olmalı; sevip de kavuşamamak… Yurdumuzun birçok yöresinde okunan bu türküyü
Mazhar Sakman yüreğinden kopan duygularla okuyor. Merhum Sakman, yaşadığı
dönemde gerek astsubaylığı döneminde ve gerekse Samsun Ladik Akpınar Köy
Enstitüsü’nde öğretmenlik yaptığı ve bando kurduğu dönemlerde ülkenin birçok
yerini gezmiş bir sanatçımızdır. Bu nedenle repertuvarında Konya dışından da
türküler bulunmaktadır. Bu varyant türküleri yorumlarken şehrin dokusuna da
adapte etmiştir. Bahçelerde mor meni (Tini
mini Hanım…) Ülkemizin doğusundan batısına çok geniş bir yelpazede okunan türkülerimizden
bir tanesidir. Hüznün bu kadar neşeye
bürünüp aktarılması da bu türkümüze ait olmalı… Tin tin tinimini hanım… Bir
hanımefendinin zarafetini başka nasıl bu kadar yalın anlatabilirsiniz ki? Tin
tin tinimi hanım… Bahçelerde mor meni Verem ettin sen beni Nasıl verem olmayım İller sarıyor seni Tin
tin tinimini hanım [Ley
ley ley tinimini hanım] Seni
istiyor canım Tin
tin tinimini hanım Tin
tin tin tinimini hanım Seni
istiyor canım Bahçelerde böğrülce Oynar gelin görümce Oynasınlar bakalım Bir araya gelince Ley
ley ley tinimini hanım [Tin tin tin tinimini hanım] Seni
istiyor canım Lây
lây tinimini hanım Seni
istiyor canım [Seni istiyor canım] TAHİR SAKMAN
KORKU korkularımız var bizim el değmiş
yaralardan azma rüzgâra karşı bazen çoklukla insana
yenik düşmüş karayel gibi karabasanlarımız gecenin
karasında kalaylanmış korkular sunturlu cümlenin
sonuna ekli küçüktük biz tokat yiye yiye büyüdük şu tokat anamdan bir tek o gül bitirdi yarım sol yedik yarım sol hatırına hey hey güpegündüz korktuk güneşten aydan vaydan vay vay vay anam vay kitaptan
emekten emeksiz yemekten korkmadık bir yat yat yatarak hazırda ne varsa ve ne kaldıysa elden sat sat satarak
etrafımıza bakarak ama illa susarak susturarak susarsan susuz kalmazsın dayarlar ağzına bir musluk kana kana kanarak susarak susturarak sus su yazmazsan korkmazsın yüzmezsen boğulmazsın sak
sak
saksıya bak dikkat et başına düşmesin bir akıl yaşamazsan -ki zaten hiç farkın yok- ölmezsin sayın mevta korkmuyor artık yaşamayanlar TAHİR SAKMAN
MAZHAR SAKMAN TÜRKÜ
HAZİNESİ 12 KARABİBER AŞ OLMAZ (KARABİBER) Bunca yıldır millilerle
haşır neşirim… Konya’da, Konya
türkülerine verilen isimdir, milli… Çocukluğumdan beri millilerle iç içeyim…
Eskiden müzisyenler arasında yerel türkülerimizi çalıp söyleyenlere de
“millici” denilirdi… Merhum Sakman millici olmasının yanı sıra sanat müziği
eserlerini de icra ederdi. Gazinolarda fasıl açtığı dönemlerde yaylı tamburuyla
eşlik ederdi eserlere…O çok yönlü bir sanatçımızdı. Konya türkülerinin çalıp
söylenmesinde en önemli tavırlar arasında kanun sanatçısı Gökmen Hasan Hüseyin
Ağa’nın tavrıdır ve buna Gökmen usulü / ekolü denilmektedir. Sille usulü de
önemli tavırlarımız arasındadır. Aslında yapı ustası olan Gökmen Hasan Hüseyin
Ağa, iri yarı bir adamdır ve o kocaman elleriyle kanun çalarken ustalığıyla herkesin
hayranlığını kazanan bir sanatçımızdır. Mezarı, Hacı Fettah Mezarlığı’ndadır. “Eremedim vefasına
dünyanın Bülbül konmuş sarayına
Konya’nın” Bir diğer adıyla “Aksaray
Develisi” diye de bilinen türküyü onun yaktığını söylerdi merhum Sakman… Kesik
İnce Çayır türküsünün serbest usullü kısmında (Kaymakam Kızı) müziğin sustuğu
ve es verildiği bir kısım vardır; buradaki esi, türkünün hikâyesinde geçen vali
yaverini (Kaymakam) anma maksadıyla Gökmen Hasan Hüseyin Ağa’nın koyduğu
söylenmektedir. Başka hiçbir türküde böyle bir saygı duruşu diyebileceğimiz bir
bölüm yoktur; Konya türküsü hariç… (Kesik Çayır türküsünün hikâyesini ilerleyen
bir zaman diliminde sizlerle de paylaşmayı umuyorum.) Mazhar Sakman, Konya
Öğretmen Okulu’nda yatılı okurken geceleri okuldan kaçıp Gökmen Hasan Hüseyin
Ağa’nın da bulunduğu oturaklara gidermiş. Ve bir gün Gökmen Ağa, Sakman’a bakıp
“Sarı oğlan da iyi saz çalacak” dediğini babamdan dinlemiştim. O dönemin
oturaklarında saygı ve edep ön plandadır. Mazhar Sakman, büyüklerin yanında
sigara içmemek için dışarı çıktığını anlatırdı… Doğal olarak; Çopur
İsmail, Gökmen Hasan Hüseyin Ağa, Mühürcünün Tahir gibi ustaların meclisinde
çalıp söylemiş olan Sakman da onların geleneğini devam ettirmiştir… Eski
kayıtları dinlerken bir şeyi çok bariz bir şekilde tespit ettim: Her ne kadar Sakman,
Gökmen usulünü devam ettirse de tavrındaki farklılıklar hemen göze çarpmaktadır.
Malum türkülerimiz oturak
türküleridir, oturaklarda vücut bulmuş oradan günümüze intikal etmiştir…
Nereden geldiği bilinmez bir anlayışla türkülerimiz günümüzde oldukça hızlı
çalınmaktadır. Bu da türkülerimizdeki ince nağmelerin kaybolmasına neden
olmaktadır. Ezgiyi duymanız, hissetmeniz zorlaşmaktadır. Türküde verilmek
istenen duygular kaybolmaktadır. Sakman’ın birlikte çaldığı müzisyenleri zaman
zaman uyararak “Peşinizden atlı mı kovalıyor, yavaş” dediğine sıkça şahit olmuş
biriyim. Sakman’ın kayıtlarını
dinlerken ustalarından öğrendiği gibi türküleri daha ağır ve sakin çaldığı
görülmekle birlikte yorum kattığı ve kendi ekolünü geliştirdiğini de söylemek
doğru bir tespit olacaktır… Çiftleme tezgene (tezene) atarken sazından dökülen
nağmelere kulağınızı kapatmak ne mümkün… Bastığı her perdenin
hissiyatını yüreğinde hissetmeden parmağını kaldırmayan bir sanatçıydı o…
Çaldığı her nota; yüreğinden dökülen bir parçanın feryadıydı sanki… Paylaştığımız Karabiber
türküsünün sözlerinde yine Konyalının ruh halini görmek de çok zor değil: Karabiber aş olmaz Bundan ince kaş olmaz Bundan ince kaş olsa Huvardalar [hovardalar]
baş olmaz Ay doğar ensesine Uyandım yâr sesine Konya’da üç güzel Huvardanın nesine Bir başka dörtlükte de
şöyle diyor: Karabiber aş m’olur Bundan ince kaş m’olur Bundan ince kaş olsa Konyalılar baş m’olur Baş olmadığımız(!) galiba
bundandır… Baş olmazın; Konya ağzında
en kısa şekliyle zapt edilemez, baş edemeyiz, tutulamaz anlamlarını taşıdığını
söylemeye gerek var mı, Konyalılar? Sahi kaç kişi kaldık? Baş
olmadıklar, burada mısınız?.. TAHİR SAKMAN
MAZHAR SAKMAN TÜRKÜ
HAZİNESİ 11 OY TEPELER TEPELER (KENAN’IM) - KARŞI KARŞI YAPTIRALIM HANLARI Mazhar Sakman’ın ses
kayıtlarında bugün iki türkü yayımlıyorum. İlki Kenan’ım ismiyle de bilinen Oy Tepeler
Tepeler ile Karşı Karşı Yaptıralım Hanları… Bizdeki kayıtta ilk
türküyü oldukça kısa okuyan Mazhar Sakman diğer türküye geçmiş, bu nedenle
kesmedik ve bu şekilde yayımlamayı uygun bulduk. Karşı Karşı Yaptıralım
hanları isimli türküyü merhum Rıza Konyalı, merhum Sakman’dan derlemiş ve plağa
okumuştur. TAHİR SAKMAN
MAZHAR SAKMAN TÜRKÜ HAZİNESİ
10 CEZAYİR (ENSTRÜMANTAL) Çok enteresan… Çok uzaklardan, Akdeniz’in
bir ucundan Konya’ya… Muhtemelen asker âşıklar tarafından taşınmış olmalı… Cezayir… Barbaros Hayreddin Paşa tarafından
1516 yılında fethedilen Cezayir, 1830 yılında Fransızlar tarafından işgal
edilir. Fransız askeri bandosu Cezayir’e girerken bir marş çalar… Yas havası olarak
yüreğimize işler… Konya oturaklarında, Konya’nın
12 tellisine adapte edilip çalınır uzun yıllar sonra bir dönem yasaklandığını
anlatır merhum Mazhar Sakman ama Konyalının yüreğinde derin yaralar açmıştır,
gizli saklı da olsa okunur ve günümüze ulaşır. Merhum Sakman bunu enstrümantal
olarak çalardı ısrarla ve “bu bir marş derdi, bizim yas havamız” derdi… “Çelenleri mermer taşlı
Cezayir Güzelleri hilal kaşlı Cezayir” Diye başlayan sözlerle de
okunmuştur Konya oturaklarında… Çelen biliyorsunuz; Konya’da topraktan yığma
veya kerpiç duvarların üzerine çalı, çırpı yatırıp üzerine çamur sererek
yapılan örtüye verilen isim… Cezayir elbette sıcaktır ve çelenleri mermer
olacaktır ama güzellerin hilal kaşlı olması… Belki de hilal, aslında
bayrağımızdaki hilaldir, özlenen aslında odur; Cezayir’in tekrar hilal altında
olmasıdır… Türkü deyip asla geçmeyin,
neler anlatıyor neler… TAHİR SAKMAN
KALK AYAĞA VAKTİDİR kim verebilir bana kim hayatın verdiğinden başka bazen hüzün bazen tebessüm ama en çok da mutluluk yanlışların toplamıdır
hayat ve çıkardığımız derslerin çarpımıdır mutluluk bir yoldur mesela
dostlukla yürünen gözlerimiz ufuklarda
olmalı sürekli aydınlık bizim içindir
sevgi de düş dediğimiz yarınların
gerçeği kim verebilir bana kim sonsuz bir huzuru doğaya karıştığım zaman zerremden taşan yaşamı en büyük eseridir insanın
gülümse sıcak bir el uzat merhaba
de güneş o kadar uzak değil bir ateş yak gönlünde an bizimdir biriktir ki
çoğalsın çocuklarla yıldızlara
tutunarak güvercin ol bazensiz
nedensiz uçur hayallerini koş gökyüzüne kim verebilir bana kim dünlerde sakladığımı yarınlarım düş değil/ unuttuklarımdır ve peşi sıra
hatırladıklarım kim verebilir bana kim
deme kendinden başkası değildir kalk ayağa vaktidir TAHİR SAKMAN
MAZHAR SAKMAN TÜRKÜ
HAZİNESİ 09 ÇIKTIM KOZAN’IN DAĞINA (KOZANOĞLU-KOZAN DAĞI) Konya oturaklarında okunan
varyant türkülerimizden bir tanesi Kozan Dağı… Bu kayıtta Mazhar Sakman
türkünün uzun sözlerinin büyük bölümünü okuyor. Geçmiş dönemlerde gece
gündüz devam eden ve günlerce diyerek ifade edebileceğimiz bir zaman diliminde
süren oturaklarda aynı türkünün okunmamasına özen gösteren müzisyenler, türkü
metinlerinin hepsini okumuşlardır. Zaman içindeki
eklentilerle çoğalan bu türkü metinleri aslında halkımızın konuya karşı
geliştirdiği bir duyarlılıktır. Çukurova’da geçen bir olaya yakılan bir
türkünün Konya oturaklarında bu kadar sahiplenilmesinin altında yatan neden haksızlığa
karşı halkın bir duruşu olarak açıklamak da mümkün… Türküyü, babaannem Hacı
Vesile Sakman’dan bile çok dinlemiştim ki bu bile, türkünün şehrin
hafızasındaki yerini göstermektedir. Konya oturaklarının
vazgeçilmezi olan türkünün, çalınmasının ısrarla istendiğine çok şahit
olmuştum. Türkü, Konya oturaklarının uzantısı olan barana gecelerinde de okunmaktadır. TAHİR SAKMAN
HIDRELLEZ VE BİR TÜRKÜ: SU
GELİR TAŞA DEĞER (ELMALI) Eskiden hıdrellez mi
vardı?... Tabii ki vardı; hem de ne
hıdrellezler… Yani Meram, Meram’ken… Meram betona boğulmadan önce, Meram; Meram
diye bildiğiniz Meram Köprüsü, Tavus Baba, Aydın Çavuş ve Gümüştepe’den ibaret
olmadığı zamanlar… Çok uzakta da değil
aslında, çocukluğumdan hatırımda kalanlar, Meram’ı nasıl elbirliğiyle yok
ettiğimizin hüznünü hatırlatıyor bana… ve tabii ki bizim yaşımızdakilere… Hani Evliya Çelebi’nin öve
öve bitiremediği bağlar, Âşık Şem’i’nin “Var Meram üzre sefası Konya’nın”
dediği bahçeler şimdi uzak bir geçmişten kalan buruk bir hatıradan öteye
gitmiyor. Ne pekmeziniz kaynıyor ne
gazel suyu içiyorsunuz artık… Çaylarınız kurudu, bağlarınız talan oldu ve bir
avuç rantiyecinin cebine girerken Meram… Ne çok ağladı biliyor musunuz? “Meram Çayı gibi aktı
gözlerim” demiştim bir şiirimde… artık gözlerim de akmıyor Meram Çayı’nın
kuruduğu gibi… Elimiz neye değdiyse… Tam iki kere kar yağdığını
hatırlıyorum hıdrellez gününde… ama hıdrellez keyfimiz asla ertelenmemişti… Konya hıdrellez gününde
bağlara, bahçeler hassaten Meram’a akar. Biraz kuytu köşelerde saz çalanlara,
tam takım gelip oturak yapanlara bile rastlayabilirdiniz… Konya türkülerinin
coşkunluğu gibi insanımız da öylesine coşardı… Resmi tatil değildi ama işler
yavaşlardı, öğleden sonraları kepenklerin indiğine şahit olurdunuz sıkça… Sanki gizli bir anlaşmanın
gereği gibi mutlaka bir şekilde kutlanırdı hıdrellez… Ben hıdrellez günlerinde
Hızır’ın nişanesi olarak bastığı yerlerin yeşerdiğini bildiğimden insanların
arkalarında bıraktığı izlere bakardım, yeşeren var mı diye… Aslında bir
tenakuzu da beraberinde getirirdi hıdrellez; dini temalı bir günün eğlenceye
dönüşümünü neyle izah edebilirdiniz bilmem… sanki cenneti Meram’da, bağlarda,
bahçelerde bulmanın coşkusu daha çok ön plana çıkar gibi… Hanımlar, beyler mutlaka
bir köşede toplanıp muhtelif eğlencelerle günü değerlendirirlerdi… “Hatırla… Bir acı baharda Hıdrellez günü Meram’da Bağ puştalarında Güller uyanmış Meram yeşile boyanmış Genç kızlar genç erkekler Kıpır kıpır yürekler Umutlar bağlanmış Hızır’a” Demiştim uzun yıllar
öncesi “Meram’da Aşk” isimli şiirimde… Meram denildiği zaman sizi bilmem ama
benim aklıma aşk gelir, sevda gelir, tıpkı; bir başka şiirimde olduğu gibi: MERAM AŞKINA bir damla suyunda bin
hayat vardır şifadır içilir meram
aşkına yaşam gedavettir ölüme
kefen burada biçilir meram
aşkına yüce mevlâna’yı getirip
yâda bülbüller seherde gelir
feryada uzaklarda değil cennet
burada kevserler saçılır meram
aşkına hakikati söyler sözün
doğrusu tavus ana sırdır hakk’ın
yolcusu sırat değil dostum meram
köprüsü sevgiyle geçilir meram
aşkına ateşbaz veli cana bereket sadreddin konevî toprağa
rahmet kızlar kayası’nda sen de
niyet et kapılar geçilir meram
aşkına bu yeşil toprak hakk’a
derviştir meram çayı sebil hayat
vermiştir hâl sahibi bilir meram
ermiştir perdeler açılır meram
aşkına Eğer sevdanız Meram’da
yaşanmamışsa… bilin ki eksik kalmıştır… Madem eski günleri yad
ettik, o günlerden hatıra kalan “Su gelir taşa değer (Elmalı) “ isimli türküyü Mazhar Sakman seslendiriyor ve şöyle
diyor nakaratında: “Aman aman Konyalı Seni nerde bulmalı” Ne o Konya kaldı ne o
Konyalı… Hepsi yaşanmamış bir düşün ardında gizlenen sis dağları gibi…
Bulursanız haber edin!.. TAHİR SAKMAN
KİTAPLARIN ÖNÜNDE EĞİLMEK Merhum Seyit abi; “biz,
kırk haramiyiz, birbirimizi biliriz” derdi… Artık kırk harami de
değiliz, sayımız azalırken… tabii ki haramiden kastın ne olduğunu, Seyit abinin
ironi yaptığını söylemeye gerek duymuyorum… Ama bir şey var ki sayımız azalsa
da eserlerimiz çoğalıyor… Onunla ilk tanışıklığımız
Yeni Gazete’de yazdığım yıllarda oldu. Merhum Yalçın Dikilitaş… eğer sizin de
dostlarınız merhum olmuş, yazarken ve konuşurken merhum diye başlıyorsanız ve
merhum kelimesini sık kullanmaya başladıysanız… anladınız ne demek istediğimi…
Yalçın abi, Yeni
Gazete’nin (sonradan ismi değişti Hakimiyet oldu) Genel Yayın Yönetmeni olduğu
yıllarda, gazete kültürel bir akıma da öncülük etmişti… aslında o dönemde
yayımlanan gazetelerde şehrin kültürü, folkloru, edebiyatı üzerine araştırma
yapmak ve yayımlamak oldukça önemseniyordu. Yalçın abi, o naif, yumuşak
lisanıyla Konya kültürüne iz bırakma sevdasına düşmüş, Konyaperest insanları
gazetenin sütunlarında buluşturmanın peşindeydi. Önceleri köşe yazarken
sonraları “Cönk” isimli, gazetenin haftalık ekinde “Konya” yazıyorduk. Konya, her şeyiyle hâlâ
çok bakir ve yazılacak o kadar çok şey var ki…
Bizim fakirhanede bir
sohbetten hatıra, ayaktakiler soldan sağa; Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, merhum Doç.
Dr. Hasan Özönder, gazeteci merhum Seyit Küçükbezirci, Av. M. Ali Uz, gazeteci
merhum Yalçın Dikilitaş, merhum araştırmacı yazar Sefa Odabaşı, araştırmacı yazar Ali Işık, şair
merhum Nevzat Küçükerdoğan. Oturanlar soldan sağa; Prof. Dr. Ali Osman Öztürk,
Tahir Sakman, Prof. Dr. Haşim Karpuz. Foto: T. Sakman Koleksiyonu.
O dönemlerde tanıdım Ali
Işık ağabeyimizi… Köşelerde buluşmanın dışında ev toplantılarında, sohbetlerde
de birçok duyguyu paylaştık. 12 Temmuz 2000… Alâaddin
Tepesi’ndeki “seyyar köfteci” çılgınlığının fotoğraflarını çekmiş ve haber
yapmıştım. Ali abiyle birlikte köşe yazımızı söz konusu konuya ayırmıştık ve o
gün birinci sayfadan girmişti. Ayrıca “Alâaddin Köfte Cumhuriyeti” başlıklı bir
yazım da birkaç gün sonra yayımlanmıştı.
Ali Işık sonraları çok
önemli işlere, kitaplara imzasını attı. Onun araştırmacı kimliğinin yanı sıra
titizliği, dürüstlüğü ve insancıl yönü her zaman ön plana çıkmıştır. Bir satır
bilginin bile günlerce, aylarca peşine düşer mutlaka kaynağını bulur ve
zikreder. Yüzüne baktığınız zaman aydınlık bir Konyalıyı görürken, mütevazılığı
size bir geçmiş zaman Konyalısının izlerini de hatırlatır. O Konya’yı
özümserken… şehrin yürüyen bir lügati gibidir aynı zamanda, hafızanızın en
saklı yerinden bir gün çıkıp gelen eski bir dostun kelimeleri gibi çevrenizi
sarar ve sizi asla bırakmaz. Konya dostluğunun, bilgiye susamışlığın yürüyen,
araştıran ve yazan halidir. Edebiyat öğretmeni olduğu
yıllardan kalan bir alışkanlıkla sizi bir öğretmen gibi alıp bilmediğiniz bir
iklimin kollarına atarken size eşlik eder ama asla farkına varamazsınız; çünkü,
o kendini değil sizi merkeze almıştır. Ve onun merkezinde sadece
şehrin büyülü atmosferi vardır, özlenen bir Konya vardır… Selçuklu asırlarından
izler sürmeyi mukaddes bir dava gibi üstlenmiş ve bu yolda nice eserler
vermiştir. Ama en büyük eseri,
redaktörlüğünü üstlendiği ve önemli katkılar sağladığı Konya Ansiklopedisi’dir…
Şehre dair aradığınız ne varsa bu eserdedir… Burada bir kez daha şehir adına; yayın
kurulunu, yayımlayanları ve tüm emeği geçenleri saygıyla selamlarım. Dün birlikteydik…
karşılıklı kitap teati ettik. Bendenizin yeni yayımlanan "Türkü Hazinesi Mazhar Sakman" isimli kitabımı takdim ettim. Ali Işık yeni yayımlanan iki kitabını lütfetti: “Girdeci
Ali ve Hikâyeleri” ile “Konya’nın Fi Tarihinde Mazlumlar, Hainler, Garipler”
isimlerini taşıyan kitaplarda belgeler eşliğinde önemli bilgiler sunuluyor.
Girde; kirdenin Konya
ağzıyla söylenişi ve tandırda tandır ekmeğinin daha ince yapılanı, bana pide gibi
geliyor. Demek ki Konyalının pide aşkı, ekmek aşkı yüzyılların ötesinden
geliyor. Tandırda ekmek yapıp satan bir Konyalı… Ben bu tür insanları çok önemsiyorum
hem zanaatkâr hem sanatkâr… Sanatını konuştururken ekmeğini de zanaatından
çıkaran bir Konyalı… Bir destan şairi olması
hasebiyle “Girdeci Ali” benim çok ilgimi çekti… Selçuklu asırlarından
bir sesin şehrimizden yükselmesi ve günümüze ulaşması benim için ayrı bir önem
taşıyor. Ali abinin bu kitabı bir şairin asırlara nasıl meydan okuduğunun da
bir göstergesi… Eminim Ali Işık abimizin
de kitapları yüzyıllara meydan okuyacak… Işığı; geçmişin ihtişamıyla gelecekte
parlayacak ve şehre nice ilhamlar verecek… Kitaplar önünde
eğilmezsiniz de ne yaparsınız? Işığın; şehrin üzerinde hep parlasın Ali abi… TAHİR SAKMAN
KALENİN ARDI BOSTAN
(MEMBERİ) Türküdür… Ömrümüzdür, geçmişimizdir;
geleceğimize ışık tutan… Türkülerimizden
öğreneceğimiz o kadar çok şey var ki… Hani hiçbir okula gitmeseniz sadece türkü
dinleyerek büyüseniz inanın hayata dair öyle şeyler öğrenirsiniz ki… Günümüze
ve geleceğe dair dersler çıkarabilirsiniz… Bir âşığın dilinde
şekillenen, bir acıya bağlanan ve sazın telleri arasında uçan kuşların,
insanlık öğretilerini başka hiçbir yerde bu kadar yalın, sevgi ve yaşam
barındıran duyguları duyamazsınız… Onun için “Türk’üz, türkü
çağırırız” demişiz… Onun için “Türk’ü anlamak için türkü dinlemek gerek”
demişiz… Bir şiirimde “türkün yoksa
ölürsün” demiştim… Neden ölelim ki türkümüz yoksa? Türkün yoksa tarihin yoktur,
türkün yoksa milletin yoktur da ondan. Türk’ü; Türk yapan, Türk’ü türkülerle
anlatan başka ne olabilir? Konya türkülerine hiç
böyle bir pencereden baktınız mı? Oyun havası gibi görünen türkülerimizin arka
planında nelerin yattığını hiç düşündünüz mü? Kalenin ardı bostan Yıkılsın Arabistan “Memberi” diye de bilinen
ve Konya oturaklarında okunan bu türkümüzün güftesinde çok enteresan iki mısra
var. “Yıkılsın Arabistan”
diyecek kadar ne oldu acaba? Sorunun yanıtı çok uzakta değil aslında… Yakın
tarihimizde Arabistan çöllerinde, Yemen’de, Filistin’de, Ürdün’de, Suriye’de,
Irak’ta çölü kanıyla sulayan Mehmetçiklerin diliyle söylenmiş olmalı… Daha da acısı; gündüz
emperyallerle, İngilizlerle savaşan Mehmetçiklerimizi geceleri sırtından
hançerleyen Arap kabilelerinin davranışı olmalı… Şam’da hastane basıp yaralı
askerlerimizin bile korkunç bir vahşetle şehit edilmesine Lawrence’in bile
dayanamadığı ve lanetlediğini söyler tarihçiler… Türküyü dinlerken hareketli
ezginin arka planındaki hüznü hissedebilirsiniz… Ezginin hareketli olması sizi
yanıltmasın; her şeye rağmen ayakta olduğumuzu, Türk’ün bileğinin/yüreğinin
bükülmediğini anlatır gibidir. Ezginin hareketli olmasını, asker
uğurlamalarındaki coşkudan başka ne anlatabilir ki? Davul zurnayla şehadete
koşan Mehmetçiğin asil davranışının bir başka anlatımı olmalı… Kalenin ardı öyle bir
bostan ki… Mehmetçiklerin kanıyla sulanmış… TAHİR SAKMAN