Fotoğraf
70'li yıllardan, Mazhar Sakman 12 telliyle çalıp söylerken...
TÜRKÜ
TÜRKÜ GİBİ ÇALINMALI OKUNMALIDIR!
Gazeteci,
merhum İbrahim Sur ağabeyimizin sanatçı oğlu Onur Kıvılcım Sur çok doğru bir
yazı paylaşmış.
Babam
Mazhar Sakman'ın çalıp söylediği türküleri yayımlarken de amacım buydu; otantik
şekliyle kaynaktan geleceğe türkülerimize taşımaktır. Bizim ki şair Vural
Kaya'nın kitabımla ilgili yazdığı yazıdaki tespiti gibi "kültürel bir
direniştir."
Teşekkürler
Sevgili Onur...
Onur'un
yazısı şöyle:
Bugün Türk Halk Müziği, adeta kendi yurdunda
sürgünde bir sanat dalına dönüşmüş durumda. Toprakla, gelenekle, halkla kurduğu
o derin bağ giderek koparılıyor; yerini estetik süslemeler, sahne şovları ve
“mistik aura” adı verilen yapay duygu düzenlemeleri alıyor. Herkes kültüre
hizmet ettiğini söylüyor ama yapılan işler çoğu zaman kültüre hizmet değil,
kültürün formunu bozarak içini boşaltmak anlamına geliyor.
Bugünlerde
Türk Halk Müziği adı altında yapılan bazı sahne düzenlemelerinde kulağımıza
çarpan şey artık bir türkü değil, kimliğinden uzaklaştırılmış, tanınmaz hale
getirilmiş bir “sahne gösterisi”dir. Gelenekten, ruhtan ve özden
uzaklaştırılmış, batılı enstrümanlarla “zenginleştirildiği” iddia edilen ama
gerçekte sadece içi boşaltılmış, süslenmiş ve pazarlanabilir hale getirilmiş
bir sesle karşı karşıyayız.
“Mistik
bir hava kattık”, “Doğu ile Batı’yı buluşturduk”, “Sentez yaptık” gibi süslü
ifadelerin ardında, çoğu zaman kaynağa yabancılaşma, halktan kopma ve popüler
beğeniye teslim olma durumu vardır. Oysa halk müziği, kökleri toprağın
derinliklerine uzanan bir çınardır. Onu çekip başka bir saksıya dikemezsiniz.
Elbette
müzik gelişebilir, yeni yollar arayabilir. Ancak bu “arayış” geçmişi hiçe
sayarak değil, onu anlayarak ve taşıyarak olur. Neyin sentez olduğu ile neyin
asimilasyon olduğu arasında çok net bir çizgi vardır. Eğer türkü icra edilirken
bağlama sadece dekor olarak sahnede duruyorsa, eğer halkın sesi yerine yaylı
kuartetlerin tınısı merkeze yerleştiriliyorsa, eğer makamlar yerine akorlarla
armonize edilmiş halk melodileri duyuluyorsa, orada bir sentez değil, kimlik
silinmesi vardır.
Daha
da çarpıcı olan ise bu yaklaşımın sadece bireysel sanatçı tercihleriyle sınırlı
kalmaması. Bu işin içinde olan, çok değer verdiğimiz, "üstad"
dediğimiz bazı insanlar bile, halk müziği konserlerinde batı müziği sazlarını
ana eksene koyabiliyor; “kültür sanat” adı altında barlarda para kaygısıyla
özensiz sahne düzenlemelerine çıkabiliyor. Kimi zaman en güvendiğimiz ustaların
bile, onca halk sazımız dururken batı enstrümanlarıyla bir türküye arabesk
nağmelerle eşlik ettiğini ve alkış aldığını görmek; inanan ve emek veren biri olarak
büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Çünkü bu sadece bir enstrüman tercihi
değil; bir duruş, bir aidiyet ve bir kültür taşıyıcılığı meselesidir.
Halk
müziği, Anadolu insanının hem sesi hem dili hem de ruhudur. Sazın teliyle
konuşur, hüzünlüce iç çeker, bozlakta haykırır. Bu dili kırmak, bu sesi
bastırmak; sadece müzikal bir müdahale değildir. Bu, aynı zamanda Anadolu’nun
kültürel belleğine yapılan bir saldırıdır. “Mistik bir aura” adı altında içine
dumanlar, elektronik yankılar ve batı motifleri katıldığında, türkünün özü
değil; şekli konuşur, ruhu kaybolur.
Ama
en az bu kadar ciddi bir başka sorun daha var: Kendi kültürünü tanımayan
toplumların, o kültürü bir yabancının elinden “farklı” duyduğunda büyülenmesi.
Bugün Petra gibi, bağlamayı kendi kendine öğrenmiş, Türk müziğine ilgi duyan
yabancı müzisyenlerin videoları büyük ilgi görüyor. Bu iyi niyetli bir çaba
olabilir, saygı duymalıyız. Ben de hayranlıkla dinliyor ve gençlerimize örnek
olduğunu düşünüyorum. Ancak Petra kendi çabasıyla çaldığı bağlamayı, sonrasında
büyük sahnelere taşıyıp, yanına arp, çello, elektro gitar, piyano koyarak;
türküyü kendi bağlamından koparıp “evrenselleştirdiğinde” ne yazık ki büyük alkışlar alıyor.
Ben
de farklı kültürlerde yetişmiş, farklı coğrafyalarda büyümüş yabancıların
müziğimize ilgi duymalarından çok etkilenmiştim. Bir yabancının bizim ezgimize
duyduğu ilgi içten görünüyordu. Ama sonra gördüm ki, o sahnede artık toprak
kokusu yok. Türkü, kendi yatağından çıkmış; büyük orkestraların, dijital
efektlerin, yapay sislerin arasında kaybolmuş. Ve bizim halkımız, kendi
kültüründen koparılmış bir biçimi bile büyülenerek izliyor. Çünkü kendi sesine
uzun zamandır yabancılaştı. Ne yazık ki, bizden birinden türkü duyunca “eski”
diyor, “köylü” diyor; ama bir Avrupalı çaldığında “ne kadar derin, ne kadar
mistik” diyoruz.
Bize
düşen görev, halk müziğini sahneye taşırken onu tutsak etmek değil,
özgürleştirmektir. Batıdan aldığımız bir kemanla, elektro gitarla, piyanoyla ya
da efektle değil; bağlamanın nefesiyle, bozlağın bozkırla kurduğu ilişkiyle
konuşmalıyız.
Kültüre
hizmet etmek, onu halktan koparıp vitrinleştirmek değildir. Kültüre hizmet,
onun ruhunu koruyarak gelecek kuşaklara taşıyabilmektir.
Türküye
mistik bir ruh katmak, elektronik ses cihazlarına koyduğumuz yabancı isimler gibi
anlaşılması güç bir kavram değil, "öz" le, sadelikle, yürekle olur.
Ve o yürek, toprağın kalbinden gelen o sesi tanıyorsa, o zaman gerçek olur.
Bugün bize düşen en büyük görev, özgünlüğümüzü korumaktır. Kültürümüzü
başkasının elinde “süslenmiş” biçimiyle değil, bizim elimizden, bizim
dilimizden, bizim yüreğimizden çıkan haliyle yaşatmak zorundayız.
https://www.facebook.com/share/p/172xQ29ky7/
ONUR
KIVILCIM SUR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınız kişisel haklara ve yasalara uygun olmalıdır, yorumlarınızdan dolayı sorumlu olacağınızı lütfen unutmayınız.