YAŞAM SEVGİYLE BAŞLAR

17 Ağustos, 2025

TÜRKÜ TÜRKÜ GİBİ ÇALINMALI OKUNMALIDIR!

Fotoğraf 70'li yıllardan, Mazhar Sakman 12 telliyle çalıp söylerken...


 

TÜRKÜ TÜRKÜ GİBİ ÇALINMALI OKUNMALIDIR!
 
Gazeteci, merhum İbrahim Sur ağabeyimizin sanatçı oğlu Onur Kıvılcım Sur çok doğru bir yazı paylaşmış.
 
Babam Mazhar Sakman'ın çalıp söylediği türküleri yayımlarken de amacım buydu; otantik şekliyle kaynaktan geleceğe türkülerimize taşımaktır. Bizim ki şair Vural Kaya'nın kitabımla ilgili yazdığı yazıdaki tespiti gibi "kültürel bir direniştir."
 
Teşekkürler Sevgili Onur...
 
Onur'un yazısı şöyle:
 
 Bugün Türk Halk Müziği, adeta kendi yurdunda sürgünde bir sanat dalına dönüşmüş durumda. Toprakla, gelenekle, halkla kurduğu o derin bağ giderek koparılıyor; yerini estetik süslemeler, sahne şovları ve “mistik aura” adı verilen yapay duygu düzenlemeleri alıyor. Herkes kültüre hizmet ettiğini söylüyor ama yapılan işler çoğu zaman kültüre hizmet değil, kültürün formunu bozarak içini boşaltmak anlamına geliyor.
 
Bugünlerde Türk Halk Müziği adı altında yapılan bazı sahne düzenlemelerinde kulağımıza çarpan şey artık bir türkü değil, kimliğinden uzaklaştırılmış, tanınmaz hale getirilmiş bir “sahne gösterisi”dir. Gelenekten, ruhtan ve özden uzaklaştırılmış, batılı enstrümanlarla “zenginleştirildiği” iddia edilen ama gerçekte sadece içi boşaltılmış, süslenmiş ve pazarlanabilir hale getirilmiş bir sesle karşı karşıyayız.
 
“Mistik bir hava kattık”, “Doğu ile Batı’yı buluşturduk”, “Sentez yaptık” gibi süslü ifadelerin ardında, çoğu zaman kaynağa yabancılaşma, halktan kopma ve popüler beğeniye teslim olma durumu vardır. Oysa halk müziği, kökleri toprağın derinliklerine uzanan bir çınardır. Onu çekip başka bir saksıya dikemezsiniz.
Elbette müzik gelişebilir, yeni yollar arayabilir. Ancak bu “arayış” geçmişi hiçe sayarak değil, onu anlayarak ve taşıyarak olur. Neyin sentez olduğu ile neyin asimilasyon olduğu arasında çok net bir çizgi vardır. Eğer türkü icra edilirken bağlama sadece dekor olarak sahnede duruyorsa, eğer halkın sesi yerine yaylı kuartetlerin tınısı merkeze yerleştiriliyorsa, eğer makamlar yerine akorlarla armonize edilmiş halk melodileri duyuluyorsa, orada bir sentez değil, kimlik silinmesi vardır.
 
Daha da çarpıcı olan ise bu yaklaşımın sadece bireysel sanatçı tercihleriyle sınırlı kalmaması. Bu işin içinde olan, çok değer verdiğimiz, "üstad" dediğimiz bazı insanlar bile, halk müziği konserlerinde batı müziği sazlarını ana eksene koyabiliyor; “kültür sanat” adı altında barlarda para kaygısıyla özensiz sahne düzenlemelerine çıkabiliyor. Kimi zaman en güvendiğimiz ustaların bile, onca halk sazımız dururken batı enstrümanlarıyla bir türküye arabesk nağmelerle eşlik ettiğini ve alkış aldığını görmek; inanan ve emek veren biri olarak büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor. Çünkü bu sadece bir enstrüman tercihi değil; bir duruş, bir aidiyet ve bir kültür taşıyıcılığı meselesidir.
 
Halk müziği, Anadolu insanının hem sesi hem dili hem de ruhudur. Sazın teliyle konuşur, hüzünlüce iç çeker, bozlakta haykırır. Bu dili kırmak, bu sesi bastırmak; sadece müzikal bir müdahale değildir. Bu, aynı zamanda Anadolu’nun kültürel belleğine yapılan bir saldırıdır. “Mistik bir aura” adı altında içine dumanlar, elektronik yankılar ve batı motifleri katıldığında, türkünün özü değil; şekli konuşur, ruhu kaybolur.
 
Ama en az bu kadar ciddi bir başka sorun daha var: Kendi kültürünü tanımayan toplumların, o kültürü bir yabancının elinden “farklı” duyduğunda büyülenmesi. Bugün Petra gibi, bağlamayı kendi kendine öğrenmiş, Türk müziğine ilgi duyan yabancı müzisyenlerin videoları büyük ilgi görüyor. Bu iyi niyetli bir çaba olabilir, saygı duymalıyız. Ben de hayranlıkla dinliyor ve gençlerimize örnek olduğunu düşünüyorum. Ancak Petra kendi çabasıyla çaldığı bağlamayı, sonrasında büyük sahnelere taşıyıp, yanına arp, çello, elektro gitar, piyano koyarak; türküyü kendi bağlamından koparıp “evrenselleştirdiğinde”  ne yazık ki büyük alkışlar alıyor.
 
Ben de farklı kültürlerde yetişmiş, farklı coğrafyalarda büyümüş yabancıların müziğimize ilgi duymalarından çok etkilenmiştim. Bir yabancının bizim ezgimize duyduğu ilgi içten görünüyordu. Ama sonra gördüm ki, o sahnede artık toprak kokusu yok. Türkü, kendi yatağından çıkmış; büyük orkestraların, dijital efektlerin, yapay sislerin arasında kaybolmuş. Ve bizim halkımız, kendi kültüründen koparılmış bir biçimi bile büyülenerek izliyor. Çünkü kendi sesine uzun zamandır yabancılaştı. Ne yazık ki, bizden birinden türkü duyunca “eski” diyor, “köylü” diyor; ama bir Avrupalı çaldığında “ne kadar derin, ne kadar mistik” diyoruz.
 
Bize düşen görev, halk müziğini sahneye taşırken onu tutsak etmek değil, özgürleştirmektir. Batıdan aldığımız bir kemanla, elektro gitarla, piyanoyla ya da efektle değil; bağlamanın nefesiyle, bozlağın bozkırla kurduğu ilişkiyle konuşmalıyız.
 
Kültüre hizmet etmek, onu halktan koparıp vitrinleştirmek değildir. Kültüre hizmet, onun ruhunu koruyarak gelecek kuşaklara taşıyabilmektir.
 
Türküye mistik bir ruh katmak, elektronik ses cihazlarına koyduğumuz yabancı isimler gibi anlaşılması güç bir kavram değil, "öz" le, sadelikle, yürekle olur. Ve o yürek, toprağın kalbinden gelen o sesi tanıyorsa, o zaman gerçek olur. Bugün bize düşen en büyük görev, özgünlüğümüzü korumaktır. Kültürümüzü başkasının elinde “süslenmiş” biçimiyle değil, bizim elimizden, bizim dilimizden, bizim yüreğimizden çıkan haliyle yaşatmak zorundayız.
 
https://www.facebook.com/share/p/172xQ29ky7/


ONUR KIVILCIM SUR




 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınız kişisel haklara ve yasalara uygun olmalıdır, yorumlarınızdan dolayı sorumlu olacağınızı lütfen unutmayınız.