MAZHAR
SAKMAN TÜRKÜ HAZİNESİ 37 MENTEŞELİ
Yıl
1917...Birinci Dünya savaşının en acımasız biçimde sürdüğü soğuk karlı bir kış
gününde Konya’dayız... Hava soğuk mu soğuk. Sanki cephelerde devrilen
yiğitlerin, Anadolu uşağının, Anadolu Türk’ünün makus talihini, kuru ayaz tez
elden ulaştırırcasına gül benizleri bıçak gibi kesmede… Her evden bir asker,
bazen iki, üç asker cephede vatan için kan veriyor, can veriyor ama toprak
vermiyor; ta ki kanıyla sulamadan!.. Her evden bir gazi! Her evden bir şehit!
Ama kızların, gelinlerin, anaların başı hiçbir zaman öne düşmüyor. Hepsinin
dilinde bir ortak temenni, bir tılsımlı söz, bir dua; vatan sağ olsun!..
Günlerden
Cuma… Uluırmak Ali Hoca Mahallesi Maraş Sokak’ta, iki katlı ahşap, çıkartmalı
tipik bir Konya evinde, hummalı bir faaliyet göze çarpmakta. Ufak tefek; elli
beş yaşlarında bir kadın, gelen misafirlere yer gösterip, izzet ve ikramda
bulunuyor. Bir taraftan da ortada oynamakta olan torununu göz ucuyla devamlı
kontrol ediyor. Nasıl etmesin ki! Oğlu Alişan’ın emanetiydi O! Emanetti ya!
Alişan önce eniştesi Mahmut ile Balkan Harbi’ne gitmişti. Sağ salim dönmesine
dönmüştü ama eniştesi Mahmut şahadet şerbetini içerek toprağa düşmüştü. Balkan
Harbi dönüşü çok geçmemiş, bu sefer babası Ahmet Ağa ile kardeşi Rahmi ile
birlikte Şam Cephesi’ne gönderilmişti.
Üç
sene olmuştu gideli; üç sene... Alişan giderken bir buçuk yaşındaydı oğlu oysa
şimdi dört buçuk yaşındaydı. Babasını görse tanıyabilecek miydi? Babası,
dedesi, amcası cepheden dönebilecekler miydi? Gözleri bir an dolar gibi oldu,
hemen torunu Abidin’i bağrına bastı. Oysa minik Abidin bir şeyden habersiz, gözlerinde
bir soru işaretiyle ninesine bakıyordu... Kadın hemen kendini toparladı ve kutsal
bir söz terennüm eder gibi mırıldandı; “Vatan sağ olsun!..”
Bu
kadın “Uzun Kızların Alime” idi... Kısaca Alim(e) Hoca!.. Hocaydı ya! Anadolu
kadının özgürlüğünü, iradesini, çalışkanlığını ve başarısını kanıtlarcasına
meşhur Hoca Zeynel Abidin’den yıllarca ders almış, okumuş, okumuştu. Hem zaten
torununa da hocasının ismini vermemiş miydi? Zeynel Abidin Hoca’dan icazet alıp
kadınlara vaaz etmekteydi. Doğmaca söylediği ilahileri dillerde dolanıyordu. O
Cuma da buz tutan kalpler, kürem kürem Alim Hoca’nın evine, feyz ve umuttan
nasiplerine düşeni almaya gelmişlerdi.
Alim
Hoca kadınlara sabretmelerini, Allah’tan ümit kesmemelerini öğütledi, Kur’an-ı
Kerim’den cihatla ilgili ayetler okudu, onları tefsir etti...
Vaazın
sonunda dua ettiler. Cephede yokluklarla savaşan Türk askeri için zafer
dilediler. Zaten biliyorlardı ki Allah’ın yardımı Türk Ordusu’na er geç
ulaşacaktı…
Biliyorlardı
ki şehitler cennetteydi. Geride kalanlara sabır dilediler. Biliyorlardı ki
şehitlere öldü denmezdi; dullara, öksüzlere başın sağ olsun demediler; vatan
sağ olsun dediler.
Bütün
kadınların kalbi sanki Alim Hoca’nın kalbiyle kenetlenmiş gibiydi. Hasretten,
ayrılıktan inleyen gönülleri, Alim Hoca’nın her “vatan sağ olsun” temennisiyle
bir teselli, bir umut, bir amin duygusu kaplıyordu...
Dua
bitti fakat Alim Hoca coşmuştu. Kadınlara has ince berrak sesiyle, yanık yanık,
gönlüne o anda doğuveren bir ilahi okumaya başladı;
Kadir
Mevla’m defterime bak derse
Yerle
göğün arasına çık derse
Cürmü
isyan günahıma çok derse
Eyvah
bana yazık bana vay bana
Aklar
düştü benim siyah saçıma
Ben
ağlarım günahıma suçuma
Koyacaklar
kara toprak içine
Eyvah
bana yazık bana vay bana
Kadir
Mevla’m Arafat’a varırsa
Yüzüm
kara beni anda görürse
Beratımı
sol elime verirse
Eyvah
bana yazık bana vay bana
İlahisini
bitirince kadınlar ısrar ettiler tekrar okudu. Bir daha, bir daha okudu. Ta ki
bütün kadınlar ezberleyip kendisine eşlik edene kadar.
Daha
sonra herkes cüzünü çıkardı. Alim Hoca bütün kadınları tek tek okuttu. Bu arada
vakit ikindiyi bulmuştu. Seccadeler serildi, Alim Hocanın imamlığında ikindi
namazını kıldılar.
Namazdan
sonra hanımlar Alim Hoca’nın elini öpüp hayır duasını aldıktan sonra izin
isteyip ayrıldılar. Misafirlerini uğurlayan Alim Hoca, kocası Ahmet Ağa’nın
emaneti olan kuşları yemledikten sonra, çıkartmalı odaya çıkıp, pencerenin önüne
oturdu. Gün son ışığını da çekmek için acele ederken, sulu sepen (sepken) kar
atıştırmaya başlamıştı.
Alim
Hoca’nın içinde garip, anlayamadığı bir sıkıntı vardı. Rahat edemedi orada.
Kalktı, bahçe tarafındaki pencerenin önüne adeta çöktü. Kar çevreyi yorgan gibi
sarmıştı. Toprağın altındakileri düşündü bir an… Acaba kendi kocasını bir daha
görebilecek miydi? Ya oğulları Alişan ile Rahmi’yi? Kim bilir şimdi
neredeydiler. Minik Abidin ninesinin hareketlerini garip garip seyrederken,
Alim Hoca torununu bağrına bastı. Hüzünlü gözlerinde bir damla kocası için, bir
damla oğulları için yaş birikirken kendini toparladı. Yan bahçede maltızı söndürmeye
uğraşan komşuları “Menteşeliyi” gördü. Derdini döküp rahatlamak istedi,
pencereyi açtı, seslendi, seslendi! Dalga dalga kabaran duygularını Uşşak
makamında dile getirdi:
Menteşeli
Menteşeli
Deli
oldum aşka düşeli
Üç
yıl oldu yâr gideli
Kaldım
evlerde yalınız
Derviş
olsam giysem hırka
Kimsem
yok ki versem arka
Gönderdiler
Şam’a Şark’a
Çekilmez
derdim yalınız
Evleri
var içli dışlı
Çelenleri
hüma kuşlu
Kalbim
ağlar gözüm yaşlı
Kaldım
evlerde yalınız
Evleri
var yüksek bodam
Nerde
kaldı benim kocam
Ak
sakallı garip babam
Çekilmez
derdim yalınız
Loras’tan
bir bulut ağdı
Sulu
sepen karlar yağdı
Yolcularım
hanlarda kaldı
Kaldım
evlerde yalınız
Asker
yolu ikidir iki
Giydikleri
potin teki
Benim
guzum gelmez mi ki
Kaldım
evlerde yalınız
İbrişimin
telden midir
Muhabbetin
candan mıdır
Bu
ayrılık senden midir
Kaldım
evlerde yalınız
Komşusu
Menteşeliye derdini döken Alim Hoca, biraz rahatlar gibi olmuştu ama bu çok uzun
sürmedi. Oğlu Alişan’ın künyesi, şehit annesi olduğunu müjdeleyerek geldi.
Ardından gelini bu acıya dayanamadı, Alişan’ının yanına uçtu. Tek tesellisi,
kocası Ahmet Ağa’nın ve diğer oğlu Rahmi’nin cepheden sağ salim dönmüş
olmasıydı. Fakat bu sefer Anadolu işgal edildi. Alim Hoca kudretli hatipliğiyle
milli uyanışa yardımcı oldu. Anadolu kadını, şahsında bayraklaştı ve vatanın
kurtulduğunu gördü. Öksüz ve yetim torunu Abidin’i sevgi ve şefkat kanatları
altına alarak hoş görü ile yetiştirdi. Torununun cura, ut, cümbüş çalmasına
bile ses çıkarmadı, hatta teşvik etti. Oğlunu ve damadını verdi, fakat vatanını
vermedi, vatanın sağ olduğunu görerek huzur içinde Hakk’a yürüdü.
Uluırmak
Mezarlığı’na defnedilen Alim Hoca’nın mezar taşının olmaması nedeniyle, kesin
ölüm tarihini bulamadık. Ancak kaynak kişilerin ifadesiyle 1943 yılında 83
yaşında öldüğünü tespit ettik. Dolayısı ile doğum tarihini 1860 olarak tahmin
ettiğimiz Alim Hoca’ya rahmet dilerken, bugün hayatta olan torunu udi Abidin
Özlüoğlu’na uzun ömürler temenni ediyoruz. (2001 yılında Konya Oturakları
isimli kitabımda bu öykü yayımlandığı zaman Abidin Amca hayattaydı sonra onu da
kaybettik, ruhu şad olsun.)
TAHİR
SAKMAN
Abidin Özlüoğlu...

Soldan sağa; Abidin Özlüoğlu, Mazhar Sakman...

Soldan sağa; Muhtemelen Cavit Ünyaylar, Vahit Bülbül, Mazhar Sakman, Karkınlı Kara, Abidin Özlüoğlu...

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınız kişisel haklara ve yasalara uygun olmalıdır, yorumlarınızdan dolayı sorumlu olacağınızı lütfen unutmayınız.