Meskenim dağlar başı seyrana hacet kalmadı
Nuş ittim dolu ağu dermana hacet kalmadı
Müstekârdır tabiban lailaç Hoca Mazhar’a
Hayfa ki uhibban lokmana hacet kalmadı
-MAZHAR SAKMAN-
Ne zamandır dilimde dolanıyor bu mısralar… bu dörtlüğü söylemeye
iten nasıl bir ruh halidir?
Her şeyden elini eteğini çekmiş, teslim olmuş, hayata elveda demeye hazır…
“Meskenim dağlar başı seyrana hacet kalmadı…”
Dağlar edebiyatımızda önemli bir yer tutar; ululuğun yanı sıra yalnızlığın, küskünlüğün de simgesidir ve tek başına bir dağ çok şey ifade eder. “Dağların başını mesken edinmişim artık gezmeye ihtiyacım kalmadı; yalnızlığım, tek başınalığım bana yeter” derken ikinci mısra bir tokat gibi patlıyor, Mazhar Sakman’ın büyülü kelimelerle örülü zengin dünyasından:
“Nuş ittim dolu ağu dermana hacet kalmadı…”
“Zehir içtim dermana ihtiyacım yok…” yaşamın bir başka yüzünde, başka yaşamların neler
çektiğini kim bilebilir; çekenden başka… ve hayata bu kadar küsmek neyin
nesidir?
“Müstekârdır tabiban lailaç Hoca Mazhar’a…”
“Ey tabip, artık ilaç kâr etmez, benim gerçeğim budur” derken her şeyi kabullenmiş harabati bir dervişin eyvallah
demesi gibi… oysa her derdin bir dermanı var… mı? Ya gönül derdinin ya
ayrılığın, hasretin?
“Hayfa ki uhibban Lokman’a hacet kalmadı…”
“Heyhat, dostlarım, yarenlerim; artık çağırmayın Lokman’ı, gerek kalmadı…” yaşam yapacağını yapmıştır ve geri dönüşü yoktur, girdiğimiz bu son dönemeçtir, çıkışı yok… bu kaçıncı hüzündür bilinmez ama bilinen; hüznün kalbimizde açtığı derin yaraların onulmaz olmasıdır…

Mazhar Sakman
Dörtlük, merhum babam Mazhar Sakman’a ait ve yazı da dünyaca
ünlü hattatlarımızdan Hüseyin Öksüz’ün hat çalışmalarına başladığı yıllardan
bir hatıra…

Ünlü hattat Hamit Aytaç’ın talebesi olan Hüseyin abi,
babamı çok sever, çok hürmet ederdi ve babam da onu çok severdi. Babam, ehli
dil insanlarla dostluk kurmasını çok severdi. Cahil insanlarla (buradaki cehalet
mektep, medrese değil elbet; anlayıştır, olgunluktur, idraktir) sohbet etmezdi.
Hüseyin abinin o dönemlerde Türbe Caddesi’nde, Aziziye
Camisi’nin karşısında “Şehir Eczanesi” ismiyle iş yeri vardı ve o iş
yeri ehli dil insanların uğrak yeriydi.

Hattat Hüseyin Öksüz.
Bağlama, kanun derken ney üfleyeceğimi söyledim babama o
da elimden tuttu Hüseyin abinin eczanesine götürdü. Hüseyin abiyle eczanenin
arkasına geçtik ve oradaki neylerin arasından deneyerek bir ney seçti ve nasıl
ses çıkarılacağını gösterdikten sonra “ses çıkarınca gel” dedi…

Tam bir ay uğraştım ses çıkarmayı becerdim ama… Neyi
götürdüm Hüseyin abiye ve “ses çıkardım ama bu bana göre değil” dediğimi
hatırlıyorum…
Büyük kızım Şule de öğrencilik yıllarında Hüseyin abinin
talebesi olmuş, hat çalışmış ama evlenince ara vermek zorunda kalmıştı.
Babamın böylesine güçlü dörtlüklerinin ve şiirlerinin
olduğunu doğrusu yıllar sonra öğrenecektim; bize hiç söylemezdi belki de
anlayamayacağımızı düşünmüş olmalıydı ama asıl etkenin kendini gizlemek
olduğunu varsayıyorum; çünkü babam gösterişi çok sevmeyen ve Anadolu / Konya
insanının mütevazı olmasından kaynaklandığını biliyorum.
Vefatından sonra mezar taşına yazılmasını istediği
dörtlüğü bile bize değil; Udi Bestekâr Timur Alpsakarya’ya kendi el yazısıyla
emanet etmiş ve Timur abi bana getirmiş ve bizde mezar taşına yazdırmıştık:
Ol kadar mağmum seng-i mezârım acep nedendir
Şu hâk içre metfun olmuş yatan cânip bedendir
Sorma zâir pür melâl hâlini Hoca Mazhar’ın
Râh-ı
ebediyete zâr ü zâr ağlayıp gidendir
Bizim ailede şiir söyleme geleneği babaannemden gelmektedir. Babamın ne kadar şiiri var bilmiyorum ama bize ulaşan 10’a yakın şiir üzerinde de yakında bir çalışma yapmayı umuyorum hatta babamın Konya Muallim Mektebi yıllarından kalan; içinde beğendiği şairlerin şiirlerini eski Türkçeyle yazdığı bir cönkünü de paylaşmayı düşünüyorum.
Babamın bu ruh halini kısmen anlayabiliyorum; “babamla
birlikte geçirdiğim 37 yıl onun dünyasını kısmen anlamama neden oldu” desem
de babamı asıl şimdilerde daha iyi anlıyorum. Onu işrete düşüren ve hiçbir şeye
önem vermemesine neden olan saikler onun gibi sanatçı ve özgür bir ruhun; dar
bir çerçeveden, onu anlamaya düşünce dünyalarının izin vermeyecek bir çevreden
kendini soyutlamaya çalışmasıdır.
Türkülerin ötesinde iç dünyasında dinmeyen fırtınaların,
tükenmeyen özlemlerin, acıların ve anlaşılamaz olmanın verdiği hüznün ötesinde
bir yaşam biçimi kurmak kolay olmasa gerek…
Rumi 1397 tarihli (1981) altında Hüseyin Konevi olarak
imzası bulunan değerli hat sanatçımız Hüseyin Öksüz abiye bu mısraları sanatıyla
ölümsüzleştirdiği ve bu vesileyle bizlere ulaşmasına da vesile olduğu için
şükranlarımı sunarken, merhum babama da rahmetler diliyorum.
Ve kubbede baki kalan başka bir şey yok yarına; mısra mısra asılan efsunlu kelimelerden ve bu
kelimelerin ördüğü yaşamlardan başka:
Meskenim dağlar başı seyrana hacet kalmadı
Nuş ittim dolu ağu dermana hacet kalmadı
Müstekârdır tabiban lailaç Hoca Mazhar’a
Hayfa ki uhibban lokmana hacet kalmadı
Not: Hattın aslı kızım Şule'de; "dedemden ve hocamdan ölümsüz bir hatıra" diyerek saklıyor.
ÖNEMLİ NOT: Son mısradaki “Hey fakir” kelimesinin yanlış okunduğu belirterek beni uyaran Sayın Av. Ahmet Ergun ile Prof. Dr. Ahmet Yılmaz’a ilgileri ve uyarıları için teşekkür ederim. Ahmet Ergun abimiz kelimenin aslının “hayfakâr” olması gerektiği yönünde uyarırken Ahmet Yılmaz Hocam ise yazılış itibariyle doğru kelimenin “hayfa ki” olduğunu belirttiler. Ben de arada kaldım ama kelimeyi “hayfa ki” olarak düzelttim. Ayrıca Ahmet Ergun abimiz, dörtlükte "uhibban" (ki bunu ahibban olarak düzeltmiştim) olarak yer alan çevirinin de hatalı olduğunu kelimenin doğrusunun "huban" [güzeller, sevgililer] olduğunu belirtti. Ahmet Ergun ile Ahmet Yılmaz Hocama şükranlarımı sunarım.
TAHİR SAKMAN
Varsa kendi sesinden veya başka bir sesten ud veya tanburla söyleniş şeklini merak ettim. İnşallah notaları vardır.
YanıtlaSilDörtlüğün ezgisi yoktur, ilginiz için teşekkür ederim.
YanıtlaSil